Mersin öğretmen okuluna, 1972-1973 öğretim yılında biz ikinci sınıftayken Van kız öğretmen okulundan geldi. Yaşı çok genç olduğu için kendimize daha yakın buluyorduk Necdet öğretmeni.
Bir yıl sonra Eğitim Şefi oldu. Okulun yönetim kadrosunda gencecik bir öğretmen. Yüzü hep güleç, aydınlık. Öğrencilerin ona saygısızlık yapması imkansızdı. Çünkü bütün öğrencilere tebessüm ederek hitap ederdi. İnsanın ruhunu okşayan yumuşak ve pürüzsüz bir sesi vardı. Örnek vermek için bir şiir veya yazı okuyunca herkes kulak kesilirdi.
Üçüncü sınıfta bizim kompozisyon dersimize girdi. Sınıfta yapılan kompozisyon çalışmalarında öğrencilerin ilgi alanlarına uygun birkaç konu seçer ve bizden serbest olarak bu konulardan birini seçip, seçtiğimiz o konuda yazmamızı isterdi.
Bir gün kompozisyon yazılısında yine tahtaya birkaç konu yazdı ve bunlardan birini seçip yazmamızı istedi. Tahtaya yazılan konular içinde beni en çok etkileyen konu başlığı "Kıskançlık"tı. Kendi ruh halimi tahlil ederek bir kompozisyon yazdım. Yazılıları okuduktan sonra sınıftan beğendiği birkaç yazıyı seçmiş ve başka sınıflarda örnek olarak okumuş. Seçilen yazılardan birisi de benim yazdığımdı.
Sınıfa geldi. Yazıları bizim sınıfta okuduktan sonra bana dönüp;
-Bak Ali şu giriş bölümünde bir cümle buraya uymamış, ya da anlamı zayıflatıyor. Bu cümlenin yerine başka bir cümle yaz. Bu yazıyı özel notlarımın arasına almak istiyorum, dedi.
Kendi yazdığım yazıyı onun sesinden dinlerken gerçekten çok farklı buldum ve çok beğendim. Sanki o yazıyı ben yazmamıştım. Bana o kadar farklı geldi ki kendimle gurur duydum. Yazıyı aldım söylenen cümlenin yerine daha uygun bir cümle yazıp kendisine gösterdim.
- Hah şimdi daha iyi oldu, dedi.
Çok yönlü bir öğretmendi. Bir gün;
-Sivas yöresine ait halkoyunları ekibini kurup çalıştırmak istediğini ve halk oyunlarında oynadığım için bana ihtiyacı olduğunu söyledi.
Çok sevindim. Gurur duydum. Hemen arkadaşlara haber verdim. Yarısı kız yarısı erkek on oniki kişi bulup isimlerini kendisine götürdüm ve;
-Müzik konusunda sorun yaşayabileceğimizi söyledim.
O tatlı tebessümüyle yüzü aydınlandı ve;
-Müziği ben mandolinle çalarım, dedi.
Çalışmalara başladık. Kısa süre içinde ekip oluşmaya başladı. Ancak ekipteki bir kız arkadaşın davranışları nedeni ile rahatsız oldum ve ekipten ayrılmak istediğimi kendisine ilettim. Çok üzüldü. Sorunu çözmek istedi. Fakat başka bir ekipte oynadığımı bahane ederek,
-Başka bir arkadaşımın bu imkandan yararlanmasını istiyorum, dedim.
Kendisine çok inandırıcı gelmese de mantıklı bulmuştu. Çok iyi bir ekip yetiştirdi. Okulumuzun halk oyunları alanında bir ekibi daha oldu. Bu çalışmasıyla çok yönlü bir öğretmen olduğunu kanıtlamıştı.
Öğretmen olduktan sonra kısa süre mektuplaştık. Diyarbakır'ın çermik ilçesine isteği dışında atandığını yazmıştı mektubunda ve kırgındı. Daha sonra istifa edip dershaneci olunca iletişimimiz koptu. 1986 yılında Aslanköy'e atandım. Necdet öğretmenin Lisan Fen Dershanesinde olduğunu öğrendim. Kendisini ziyaret ettim. Aslanköy ilkokulu yıl sonu okul gecesinde sergilenmek üzere bir piyes yazdım. Kendisinden inceleyip fikrini söylemesini istedim. Bana gereken desteği sağladı.
Çocuklarım lisede öğrenci iken Lisan Fen Dershanesine gönderdim. Necdet öğretmenimin benden sonra çocuklarımın da öğretmeni olması çok hoş bir tesadüf oldu.
Bu yıl aniden hasta olduğunu, İstanbul'da tedavi gördüğünü öğrendim. Ne olduğunu anlamadan ölüm haberi geldi. Çok derinden etkilendim. Daha çok gençti. Ama ölüm sıra beklemiyor işte.
Senden çok şey öğrendim Necdet öğretmenim. Yüzündeki tebessüm gittiğin yerde de sönmesin. Işıklar içinde yat.
Ali Akdoğan
11 Aralık 2011 Pazar
6 Aralık 2011 Salı
Cemal Turan İle 16 Mart Anısına
16 Mart öğretmen okullarının kuruluş tarihi olduğu için her yılın 16 Mart günü, öğretmen okulları kuruluş yıl dönümü olarak bütün öğretmen okullarında törenlerle kutlanırdı.
1973 yılı 16 Mart kutlamaları hazırlıkları tamamlanmış ve kutlama törenleri başlamak üzereydi. Okulumuzun Halk oyunları rehber öğretmeni Cemal Turan, halk oyunları ekip başkanlarını sabahın erken saatinde spor salonunda toplantıya çağırdı. Okulumuzda on dört yörenin oyunlarını oynayan "Halk oyunları Ekibi" vardı. Ekip başkanları hemen spor salonunda toplandık. Cemal öğretmen;
- Çocuklar; bütün ekipler oyun kıyafetlerini giyinip hazır bekleyecekler. Okula gelecek misafirleri sizler karşılayacaksınız, dedi.
Biz hemen oyun ekiplerinde oynayan arkadaşlarımıza söylenenleri ilettik ve kısa sürede elbiselerimizi giydik. Okulun tören yerinde beklemeye başladık. Saat 10.00 da misafirler gelmeye başladı. Mersin valisi ve milli eğitim müdürü okulun bahçesine girdiklerinde okulumuzun bandosu ve oyun ekipleri tören düzeni içinde misafirleri karşıladı. Misafirler törenin yapılacağı spor ve toplantı salonuna geçip oturdular. Törenler başladı.
Günün anlamına uygun konuşmalar yapıldı. Şiirler okundu. Sıra halk oyunları ekiplerinin gösterisine gelmişti. Ben Elazığ ekibinin başında oynuyordum. İkinci veya üçüncü sırada bizim ekibimiz çıkacaktı.
Hazırlıklarımızı yaptık. Davul zurna "Çaydaçıra"yı çalmaya başladı. Salonda ışıklar söndü. Yaktığımız mumların ışıgında oynayarak sahneye çıktık. Salonda büyük bir alkış sesi bizi oldukça yüreklendirmişti. Oyunumuzu oynadık. Mumlarımızı tabaklar içinde, sahnenin önünde yere bıraktık. O sırada ışıklar yandı. İkinci oyun için sahnede düzenimizi aldık. Davul zurna "Delilo"yu çaldı. Oyuna başladık. Henüz ikinci figürü yapıyorduk ki şalvarın üzerine bağladığım ve cepken ile şalvar arasında ahengi sağlayan ve aynı zamanda şalvarın uçkur bölümünü gizleyen kuşak çözülüp yere düştü. O anda biraz bocaladım. Ön sırada oturan misafirlere bir göz attım.Vali Bayram Turan Çetin oturduğu yerden kocaman gözleriyle bana bakıyordu. Vali beyin gözleri gerçekten kocamandı ve projektör gibi beni izliyordu. Oyunu bozuntuya vermeden tamamladım. Üçüncü oyuna başlamadan önce davulcuya işaretle beklemesini söyledim. Eğilip yerden kuşağımı aldım. Tam bağlayacaktım ki; davulcu üçüncü oyunun müziğini çalmaya başladı. Ama benim kıyafetim dağılmış, gömleğin bir parçası da şalvarın üstüne çıkmıştı. Çaresiz durumdaydım. Bağlama fırsatı kalmayınca kuşağı yere attım ve bir tekmeyle sahnenin gerisine doğru fırlattım. Üçüncü oyuna başladık. Vali beyin yüzü gülüyordu. Sahnede kaldığımız sürece bakışları üzerimdeydi. Gösteriyi öyle perişan kıyafetle tamamladım. Çaydaçırayla yerdeki mum tabaklarımızı aldık ve sahneden çıktık. Yerdeki kuşağımı da almayı unutmadım tabi.
Sahne arkasında oynadığımız oyunları ve benim kuşağımı konuşuyorduk ki; Cemal öğretmen yanımıza geldi. Beni alnımdan öptü ve;
-Oyunu bozuntuya vermeden tamamladığın için seni kutluyorum. Bu çok büyük bir özgüven örneği, dedi.
Cemal öğretmenin bu babacan davranışı beni çok sevindirmiş, kendime olan özgüvenimi bir kat daha arttırmıştı..
Cemal Turan'ın öğrencisi olmak, onunla tanışmış olmak benim için büyük bir şanstı diye düşünüyorum.
Ali Akdoğan
1973 yılı 16 Mart kutlamaları hazırlıkları tamamlanmış ve kutlama törenleri başlamak üzereydi. Okulumuzun Halk oyunları rehber öğretmeni Cemal Turan, halk oyunları ekip başkanlarını sabahın erken saatinde spor salonunda toplantıya çağırdı. Okulumuzda on dört yörenin oyunlarını oynayan "Halk oyunları Ekibi" vardı. Ekip başkanları hemen spor salonunda toplandık. Cemal öğretmen;
- Çocuklar; bütün ekipler oyun kıyafetlerini giyinip hazır bekleyecekler. Okula gelecek misafirleri sizler karşılayacaksınız, dedi.
Biz hemen oyun ekiplerinde oynayan arkadaşlarımıza söylenenleri ilettik ve kısa sürede elbiselerimizi giydik. Okulun tören yerinde beklemeye başladık. Saat 10.00 da misafirler gelmeye başladı. Mersin valisi ve milli eğitim müdürü okulun bahçesine girdiklerinde okulumuzun bandosu ve oyun ekipleri tören düzeni içinde misafirleri karşıladı. Misafirler törenin yapılacağı spor ve toplantı salonuna geçip oturdular. Törenler başladı.
Günün anlamına uygun konuşmalar yapıldı. Şiirler okundu. Sıra halk oyunları ekiplerinin gösterisine gelmişti. Ben Elazığ ekibinin başında oynuyordum. İkinci veya üçüncü sırada bizim ekibimiz çıkacaktı.
Hazırlıklarımızı yaptık. Davul zurna "Çaydaçıra"yı çalmaya başladı. Salonda ışıklar söndü. Yaktığımız mumların ışıgında oynayarak sahneye çıktık. Salonda büyük bir alkış sesi bizi oldukça yüreklendirmişti. Oyunumuzu oynadık. Mumlarımızı tabaklar içinde, sahnenin önünde yere bıraktık. O sırada ışıklar yandı. İkinci oyun için sahnede düzenimizi aldık. Davul zurna "Delilo"yu çaldı. Oyuna başladık. Henüz ikinci figürü yapıyorduk ki şalvarın üzerine bağladığım ve cepken ile şalvar arasında ahengi sağlayan ve aynı zamanda şalvarın uçkur bölümünü gizleyen kuşak çözülüp yere düştü. O anda biraz bocaladım. Ön sırada oturan misafirlere bir göz attım.Vali Bayram Turan Çetin oturduğu yerden kocaman gözleriyle bana bakıyordu. Vali beyin gözleri gerçekten kocamandı ve projektör gibi beni izliyordu. Oyunu bozuntuya vermeden tamamladım. Üçüncü oyuna başlamadan önce davulcuya işaretle beklemesini söyledim. Eğilip yerden kuşağımı aldım. Tam bağlayacaktım ki; davulcu üçüncü oyunun müziğini çalmaya başladı. Ama benim kıyafetim dağılmış, gömleğin bir parçası da şalvarın üstüne çıkmıştı. Çaresiz durumdaydım. Bağlama fırsatı kalmayınca kuşağı yere attım ve bir tekmeyle sahnenin gerisine doğru fırlattım. Üçüncü oyuna başladık. Vali beyin yüzü gülüyordu. Sahnede kaldığımız sürece bakışları üzerimdeydi. Gösteriyi öyle perişan kıyafetle tamamladım. Çaydaçırayla yerdeki mum tabaklarımızı aldık ve sahneden çıktık. Yerdeki kuşağımı da almayı unutmadım tabi.
Sahne arkasında oynadığımız oyunları ve benim kuşağımı konuşuyorduk ki; Cemal öğretmen yanımıza geldi. Beni alnımdan öptü ve;
-Oyunu bozuntuya vermeden tamamladığın için seni kutluyorum. Bu çok büyük bir özgüven örneği, dedi.
Cemal öğretmenin bu babacan davranışı beni çok sevindirmiş, kendime olan özgüvenimi bir kat daha arttırmıştı..
Cemal Turan'ın öğrencisi olmak, onunla tanışmış olmak benim için büyük bir şanstı diye düşünüyorum.
Ali Akdoğan
30 Kasım 2011 Çarşamba
Halil Erkan'n Ardından
Halil Erkan; l972 -1973 öğretim yılı başında Isparta öğretmen okulundan okulumuza atanmıştı. Yada ben öyle hatırlıyorum. Mersin Öğretmen okulu ikinci sınıf öğrencisiydim. Teşkilat ve İdare dersimize o yıl girdiği için tanımıştık onu. İyi ki de tanımışız.
Ders anlatırken kendi anılarından örnek verirdi. Bizim okulumuza atanmadan önceki yıllarda, daha çok ülkemizin ücra yörelerinde çalıştığı için, genelde yoksulluk ve imkansızlıklara dikkat çekerdi. O yörelerde insanların hizmete aç olduklarını ve memleketin her köşesinde hizmet etmenin çok değerli olduğunu anlatırdı. Bizim dönemimizde ve inanıyorum ki Halil Erkan'ın okuttuğu bütün öğrenciler yurdumuzun her köşesine üşenmeden ve çekinmeden hizmete koştular. Çünkü o; öğrencilerine memleket sevgisinden başka hiç bir şey anlatmazdı.
Okulu bitirdikten sonra değişik yerlerde görev yaptım. 1986 yılında Aslanköy ilkokuluna okul müdürü olarak atandım. Tek öğretmenli küçük bir köy okulundan, yirmi öğretmeni ve yardımcı personeli olan bir okula atanmıştım. Okuldaki öğretmenlerin büyük bir bölümü benden kıdemliydi. İlk göreve başladığımda beceremem diye endişelenmiştim. Fakat öğretmen okulundaki öğretmenlerimiz bizi öyle donanımlı yetiştirmişlerdi ki; hiç zorluk çekmedim. Halil öğretmenimin Teşkilat ve İdare dersindeki bilgilerinin bana kazandırdığı öz güvenle işin üstesinden gelmiş olmanın gururunu yaşadım. Başka yere atananlar gitti. Gidenlerin yerine yeni atamalar gelmedi. Yedi yıla yakın süreyle aynı kadro birlikte çalıştık. Hala o öğretmenlerle ailece görüşüyoruz. İşte tam o yıllarda Halil öğretmenin Aslanköylü olması bizi orada bir kez daha karşılaştırdı. Ailece görüştük. Okulda ziyaretlerime geldiğinde hep önerilerde bulunur ve daha iyiyi yakalamam konusunda tavsiyelerini sıralardı.
Mersi'ne atamam olduktan sonra da dostluğumuz sürdü. Ailece görüşmelerimiz devam etti. En son bu yıl
09.11.2011 tarihinde, "Kurban Bayramı"nın dördüncü günü eşimle birlikte evlerinde ziyaret ettik. Bayramdan önce rahatsızlanmış, hastaneye yatmış, biraz düzelince bayram bahanesiyle taburcu olmuştu. Hastaneden iki gün önce çıktığını söyledi Nihal yenge.
Yatağından kalkıp salona yanımıza geldi. Bizimle sohbet etti. Hastalıklarından söz etti. Bitkin görünüyordu.
- Biz yabancı değiliz rahatsız olma yatağına yat dinlen dedim.
Sohbet etmeyi seviyordu, birazda bizi özlemiş olacak ki;
-Yok iyiyim, dostları görünce daha da iyi oldum, dedi.
Birlikte çay içtik. Ziyaretimizden çok mutlu olduğu yüzünden belli oluyordu. Sohbet sırasında bazı şakalar da yaptık. O sırada bir kadın ile bir erkek misafirleri geldi. Onlar da tanıdıklarıymış. Biz biraz daha oturduktan sonra müsaade istedik. Ayağa kalktı. Bizi kapıya kadar geçirmek istedi. Engel oldum. O sırada omuzuna elimi attım ve gülerek;
-Öğretmenim benden genç görünüyorsunuz, dedim.
O da gülümseyerek;
-O!.. sağ ol yahu bana moral verdin, dedi.
Çok mutlu olmuştu. Arkamızdan uzun uzun baktı. Nihal yenge bizi kapıya kadar yolculadı.
Yokluğun bize zor geliyor öğretmenim. Ama ölüm de hayatın bir gerçeği. Yokluğuna katlanmak için bütün arkadaşlar birbirimize sizin anılarınızı anlatacağız.
Işıklar içinde yat sevgili öğretmenim.
Ali Akdoğan
Ders anlatırken kendi anılarından örnek verirdi. Bizim okulumuza atanmadan önceki yıllarda, daha çok ülkemizin ücra yörelerinde çalıştığı için, genelde yoksulluk ve imkansızlıklara dikkat çekerdi. O yörelerde insanların hizmete aç olduklarını ve memleketin her köşesinde hizmet etmenin çok değerli olduğunu anlatırdı. Bizim dönemimizde ve inanıyorum ki Halil Erkan'ın okuttuğu bütün öğrenciler yurdumuzun her köşesine üşenmeden ve çekinmeden hizmete koştular. Çünkü o; öğrencilerine memleket sevgisinden başka hiç bir şey anlatmazdı.
Okulu bitirdikten sonra değişik yerlerde görev yaptım. 1986 yılında Aslanköy ilkokuluna okul müdürü olarak atandım. Tek öğretmenli küçük bir köy okulundan, yirmi öğretmeni ve yardımcı personeli olan bir okula atanmıştım. Okuldaki öğretmenlerin büyük bir bölümü benden kıdemliydi. İlk göreve başladığımda beceremem diye endişelenmiştim. Fakat öğretmen okulundaki öğretmenlerimiz bizi öyle donanımlı yetiştirmişlerdi ki; hiç zorluk çekmedim. Halil öğretmenimin Teşkilat ve İdare dersindeki bilgilerinin bana kazandırdığı öz güvenle işin üstesinden gelmiş olmanın gururunu yaşadım. Başka yere atananlar gitti. Gidenlerin yerine yeni atamalar gelmedi. Yedi yıla yakın süreyle aynı kadro birlikte çalıştık. Hala o öğretmenlerle ailece görüşüyoruz. İşte tam o yıllarda Halil öğretmenin Aslanköylü olması bizi orada bir kez daha karşılaştırdı. Ailece görüştük. Okulda ziyaretlerime geldiğinde hep önerilerde bulunur ve daha iyiyi yakalamam konusunda tavsiyelerini sıralardı.
Mersi'ne atamam olduktan sonra da dostluğumuz sürdü. Ailece görüşmelerimiz devam etti. En son bu yıl
09.11.2011 tarihinde, "Kurban Bayramı"nın dördüncü günü eşimle birlikte evlerinde ziyaret ettik. Bayramdan önce rahatsızlanmış, hastaneye yatmış, biraz düzelince bayram bahanesiyle taburcu olmuştu. Hastaneden iki gün önce çıktığını söyledi Nihal yenge.
Yatağından kalkıp salona yanımıza geldi. Bizimle sohbet etti. Hastalıklarından söz etti. Bitkin görünüyordu.
- Biz yabancı değiliz rahatsız olma yatağına yat dinlen dedim.
Sohbet etmeyi seviyordu, birazda bizi özlemiş olacak ki;
-Yok iyiyim, dostları görünce daha da iyi oldum, dedi.
Birlikte çay içtik. Ziyaretimizden çok mutlu olduğu yüzünden belli oluyordu. Sohbet sırasında bazı şakalar da yaptık. O sırada bir kadın ile bir erkek misafirleri geldi. Onlar da tanıdıklarıymış. Biz biraz daha oturduktan sonra müsaade istedik. Ayağa kalktı. Bizi kapıya kadar geçirmek istedi. Engel oldum. O sırada omuzuna elimi attım ve gülerek;
-Öğretmenim benden genç görünüyorsunuz, dedim.
O da gülümseyerek;
-O!.. sağ ol yahu bana moral verdin, dedi.
Çok mutlu olmuştu. Arkamızdan uzun uzun baktı. Nihal yenge bizi kapıya kadar yolculadı.
Yokluğun bize zor geliyor öğretmenim. Ama ölüm de hayatın bir gerçeği. Yokluğuna katlanmak için bütün arkadaşlar birbirimize sizin anılarınızı anlatacağız.
Işıklar içinde yat sevgili öğretmenim.
Ali Akdoğan
15 Ekim 2011 Cumartesi
Senin Öğretmenin Kim?
Bizim yetişmemizde ve belli mesleklere sahip olmamızda, elbette birçok öğretmenin emeği olduğu inkar edilemez. Ancak öğretmenin kim sorusunun cevabında gizli olan öğretmen kişiliği, ilkokul öğretmenimizdir.
Başarılı bir hareketimiz ya da iyi bir davranışımız görüldüğünde, bütün övgüler ve güzel sözler ona gider. Eğer yanlış bir hareket yada davranışta bulunursak da bütün eleştiriler ve kötü sözler yine ona gider. Onun içindir ki; bizim mesleğimizin çok zor ve sorumluluk isteyen bir meslek olduğu herkes tarafından kabul görmüş ve "KUTSAL" sözcüğü ile taçlandırılarak onaylanmıştır.
Ülkeyi yönetecek olanları da, geleceği kuracak olanları da, herkesin derdine çözüm bulacak olanları da biz yetiştiriyoruz. Kendimizle ve mesleğimizle ne kadar gurur duysak azdır.
Bizim çabalarımız; anne ve babaların desteği ve çevrenin olumlu katkısı olursa, olumlu ve topluma yararlı bireyler yetişir. Aksi halde bizim çabamız tek başına yeterli olmaz. Asıl unutulmaması gereken temel ilke; insanların ilgi ve ihtiyaç duyduğu şeyleri öğrendikleri. Öğretmenin çabası; iyi şeylere ilgiyi artırmak ve onu ihtiyaç haline getirmek. Öğrencisinin dikkatini, iyi şeylerde yoğunlaştırmasını sağlamak. Bunu becerebildiğimiz ölçüde başarımız artar.
Hiç bir öğretmen okulda öğrencisine hırsızlık yapmayı, yalan söylemeyi, dolandırıcılığı, fitneyi, fesadı öğretmez. Aksine kötü olduğunu, suç olup sonucunda ceza alınacağını hepimiz söylemişizdir zamanında. Ama çevrenin ve ailenin davranışları suça teşvik edici olursa, çocuk hırsızlığı en ince detaylarına kadar öğrenir. Yalanın en osturuklusunu söyler. Babasını bille dolandırır. Bütün köyü, mahalleyi, hatta memleketin tamamını birbirine düşürüp uzaktan izlerken sevinçle ellerini ovuşturur. İşte tam da burada mesleğimiz hak etmediği eleştirilere maruz kalır.
Aile yada çevre, çocuğun en küçük olumsuz davranışında suçu öğretmende ya da okulda bulur ve;
-Öğretmenin kim senin?
-Ne biçim öğretmen?
-Gözü kör olsun öğretmeninin.
-Okulda size bunu mu öğretiyorlar? gibi hiç de hak etmediğimiz sözler.
Çocuk iyi bir davranışta bulunmuşsa bütün başarı kendilerinin olur ve hemen;
- Kimin oğlu yada kızı?
- Babasına yada annesine çekmiş.
-Biz ona az emek vermedik, sözleriyle bütün başarıyı kendilerine mal ederler.
Çocuğun olumlu yada olumsuz davranışlarında, okul kadar kendilerinin de sorumlu olduğunu ve çocuğun; okul, çevre ve ailenin ortak malı olduğunu unutuyorlar. Aslında unutmak değil kolaya kaçmaktır bunun adı.
Ali Akdoğan
Başarılı bir hareketimiz ya da iyi bir davranışımız görüldüğünde, bütün övgüler ve güzel sözler ona gider. Eğer yanlış bir hareket yada davranışta bulunursak da bütün eleştiriler ve kötü sözler yine ona gider. Onun içindir ki; bizim mesleğimizin çok zor ve sorumluluk isteyen bir meslek olduğu herkes tarafından kabul görmüş ve "KUTSAL" sözcüğü ile taçlandırılarak onaylanmıştır.
Ülkeyi yönetecek olanları da, geleceği kuracak olanları da, herkesin derdine çözüm bulacak olanları da biz yetiştiriyoruz. Kendimizle ve mesleğimizle ne kadar gurur duysak azdır.
Bizim çabalarımız; anne ve babaların desteği ve çevrenin olumlu katkısı olursa, olumlu ve topluma yararlı bireyler yetişir. Aksi halde bizim çabamız tek başına yeterli olmaz. Asıl unutulmaması gereken temel ilke; insanların ilgi ve ihtiyaç duyduğu şeyleri öğrendikleri. Öğretmenin çabası; iyi şeylere ilgiyi artırmak ve onu ihtiyaç haline getirmek. Öğrencisinin dikkatini, iyi şeylerde yoğunlaştırmasını sağlamak. Bunu becerebildiğimiz ölçüde başarımız artar.
Hiç bir öğretmen okulda öğrencisine hırsızlık yapmayı, yalan söylemeyi, dolandırıcılığı, fitneyi, fesadı öğretmez. Aksine kötü olduğunu, suç olup sonucunda ceza alınacağını hepimiz söylemişizdir zamanında. Ama çevrenin ve ailenin davranışları suça teşvik edici olursa, çocuk hırsızlığı en ince detaylarına kadar öğrenir. Yalanın en osturuklusunu söyler. Babasını bille dolandırır. Bütün köyü, mahalleyi, hatta memleketin tamamını birbirine düşürüp uzaktan izlerken sevinçle ellerini ovuşturur. İşte tam da burada mesleğimiz hak etmediği eleştirilere maruz kalır.
Aile yada çevre, çocuğun en küçük olumsuz davranışında suçu öğretmende ya da okulda bulur ve;
-Öğretmenin kim senin?
-Ne biçim öğretmen?
-Gözü kör olsun öğretmeninin.
-Okulda size bunu mu öğretiyorlar? gibi hiç de hak etmediğimiz sözler.
Çocuk iyi bir davranışta bulunmuşsa bütün başarı kendilerinin olur ve hemen;
- Kimin oğlu yada kızı?
- Babasına yada annesine çekmiş.
-Biz ona az emek vermedik, sözleriyle bütün başarıyı kendilerine mal ederler.
Çocuğun olumlu yada olumsuz davranışlarında, okul kadar kendilerinin de sorumlu olduğunu ve çocuğun; okul, çevre ve ailenin ortak malı olduğunu unutuyorlar. Aslında unutmak değil kolaya kaçmaktır bunun adı.
Ali Akdoğan
30 Mayıs 2011 Pazartesi
Yolunacak Kaz Alamancılar
Almanya' ya ilk işçiler gönderildiğinde henüz ilkokul üçüncü sınıftaydım. Köyde oturan Haskar halamın kocası Hamit İlbay da yurt dışına gitmek için yapılan duyuru üzerine başvurusunu yapmış, ona da yurt dışına gitme şansı verilmişti. Adam ilkokul mezunu bile değildi. Okuma - yazmayı askerde öğrenmişti. Halam da okuma yazma bilmiyordu. İki çocuğu ilkokul öğrencisiydi. Kızı bir yıl sonra ilkokulu bitirecek, üçüncü çocuğu okula gelecek yıl başlayacaktı. Aileyi yönetme ve geçindirme sorunları halamın boynuna kalmıştı. Kadıncağız üstüne üstlük bir de hastaydı. Hamit enişte bütün bu saydığım dramatik durumları arkasında bırakıp para kazanmak için, daha önce adını hiç duymadığı ve iş başvurusunu yapınca devlet büyüklerinden duyduğu, dilini bilmediği uzak bir ülkeye gitmek zorundaydı. Başka da çaresi yoktu.
Hamit enişte ve onun gibi yaban ellerinde geçim arayan binlerce kişi avrupa ülkelerine işçi olarak gitti. Bir süre sonra mektuplar gelip gitmeye başladı. Bozuk bir yazıyla yazılan mektuplarda hep memleket özlemi ve çocuk hasreti vardı. Geride kalan eş ve çocukların gözleri yollarda kalmıştı. Gitmek isteseler, gidilecek kadar yakında değildi; eşleri, babaları...
Bir yıl sonra yaz aylarıydı. Hamit enişte izin alıp köye gelmiş, herkese hediyeler getirmişti. Kendi giyimi de oldukça iyiydi. Almanya'daki çalışma ortamını anlatıyor ve çevresindekilere yaşadığı güçlüklerden söz ediyordu. Bu anlatım sırasında; bazen sevinçten yüzü aydınlanıyor, bir şeyi başarmış olmanın gururunu yaşıyor, kimi zaman da hüzünden ve özlemden yüz hatları geriliyor, gözleri çukura kaçıyor ve dokunsan ağlayacakmış gibi duygusallaşıyordu. İzin süresince çok mutluydu. Geriye dönüş günü yaklaştıkça tedirginliğinin arttığı yüzünden okunuyordu. Geri dönmeden önce getirdiği parayla bir şeyler yapmak istiyordu. Ama çevresinde parasını olumlu kullanmasına yol gösterecek bilgi birikimine sahip kimse yoktu.
Kazandığı parayla ne yapacağını bilmiyordu. İzin bitmeden bir şeyler yapmak istiyordu. Çocuklarına giyim kuşam aldı. Gelip ilçe merkezinden bir arsa aldı. İzin bitince Almanya'ya geri döndü. Bu gidişinde daha rahat görünüyordu. Çünkü nereye gittiğini biliyordu artık.
İki yıl aradan sonra yine izine geldi. Ava meraklı olduğu için Almanya'dan bir alman çiftesi av tüfeği getirmişti. O tüfekle çocuğu gibi ilgileniyor, siliyor temizleyip kılıfına koyuyor, sonra ziyarete gelenlere göstermek için, tekrar kılıftan itinayla çıkarıyordu. Yanındakilere tüfeğin özelliklerini öyle bir bilgiçce anlatıyordu ki sormayın. O tüfeği icat eden kendisiymiş kadar seviniyordu.
Ava gidip geldi birkaç kez. Avladığı keklikleri karşılaştıklarına gösterip yine tüfekten söz ediyordu. Avdaki başarının kendisine değil silaha ait olduğunu söyleyecek kadar çok sevmişti o tüfeği.
Sayılı günler tez geçmiş ve dönüş günü gelip çatmıştı. Kardeşi Elazığ'da oturuyordu Hamit eniştenin. Eşi ve çocuklarıyla Elazığ'a gitti. Tüfekte yanındaydı. Orada vedalaşıp yola çıkarken çok sevdiği silahını da kardeşine teslim etmişti. Babanın ayrılışından sonra çocuklar çok duygusallaşmıştı. Kızı Türkan; onyedi yaşında çok güzel bir genç kız olmuştu. Onyedisindeki Türkan, aile arasında kesilen sözle, amcasının oğlu Ali Rıza ile sözlenmişti. Ortanca çocuk Şükrü; oniki yaşında, uysal biraz da şaşkın bir çocuktu. Cemal ise en küçük kardeş, dokuz yaşında afacan bir çocuktu. Babaları gittikten iki gün sonra köye döneceklerdi. Fakat hiç beklemedikleri bir olayla dünyaları değişti.
Türkan babasının silahıyla oynarken kazayla vuruldu. Güzel Türkan, babasının çocuğu gibi sevdiği silahtan çıkan kurşunla oracıkta can vermişti. Aile ve akrabalar, anlatımı imkansız bir acıyla kavruldu. Halam günlerce kendine gelemedi. Şükrü ile Cemal rüyada gibiydiler. Bir gün bu rüyadan uyanmak ve her şeyin yalan olduğuna inanmak istiyorlardı. Halam kendine geldikten sonra, günlerce mezarlığa gidip mezara kapanarak bayılıncaya kadar ağladığı ve baygın halde eve getirildiği günleri hiç unutamam. Hamit enişte Almanya'ya yeni döndüğü için iş yerinden izin alıp cenazeye gelebildi mi, hatırlamıyorum. Halam için köyde yaşamak, artık mezarlık ile ev arasında gidip gelmelere endekslenmişti. Sağlığı gün geçtikçe bozuluyordu. O köyden taşınmaları gerektiğine, aksi takdirde halamın da sonunun hiç iyi olmayacağına karar verildi.
O olaydan iki yıl sonra Hamit Enişte izine geldiğinde Elazığ'da bir arsa aldı. İnşaata başlayamadan izin bitti. Ailesini; Elazığ'da oturan kardeşi Mahmut'un evine taşıdı. İki aile birlikte oturacaktı. Hamit enişte Almanya'ya döndü. Mahmut inşaata başladı. Ağabeyine bir daire ev yaparken, bitişiğinde bir daire ev de kendisine yaptırdı.
Hamit enişte yaklaşık yirmi yıl Almanya'da kaldı. Kesin dönüş yapmadan önce küçük kardeşi Hüseyin'i istek üzerine Almanya'ya götürüp işçi statüsüne geçirdikten sonra kesin dönüş yaptı.
Geri döndükten sonra kazandığı parayla bir konfeksiyon dükkanı açtı. Ticaretin inceliklerini bilmeden bodoslama dalmıştı işin içine. Bir yıl sonra beceremeyeceğini anlamış olacak ki vazgeçti. Gözü korktuğu için başka hiç bir yatırım yapmadan hazırdaki parayı yemeye başladı. Büyük oğlu Şükrü okuyup öğretmen olmuştu. Bir yıl sonra kız kaçırdı ve evlendi. Küçük oğlu Cemal liseyi bitirdikten sonra askere gitti. Döndükten bir yıl sonra bir akraba kızıyla evlendi. Daha sonra bir özel bankada işe başladı. Hamit enişte çocuklarını evlendirdikten sonra küçük oğluyla oturmaya başladı. Bir süre sonra Şükrü Denizli'ye tayin isteyip oraya yerleşti. Bir kaç yıl sonra Cemal de İzmir'e tayın istedi gitti. Hamit eniştenin Elazığ'dan taşınması bir zorunluluktan oldu. Çocuklarına yakın olmak için o da Aydın'a taşındı. On yıl kadar sonra Haskar halam öldü. Cemal İzmir'den Adana'ya tayin istedi ve Adana'ya taşındı. Hamit enişte yalnız kalınca çok üzüldü. Kendisine bakabilecek bir yapıda değildi. Çocukları; babalarına baksın diye, orta yaşlı bir kadınla evlendirdiler. Kadının psikolojik sorunları olduğu sonradan anlaşılınca Hamit enişte bir kat daha üzüldü. Çok geçmeden öldü koca çınar. Koca çınar dediysem gerçekten koca çınar. İri yapılıydı. Bilgiliydi. Toplum içinde bir saygınlığı vardı.
Yaban ellerde geçen onca emeğe ve hasrete rağmen sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürdürülememişti. Ne devlet ne de çevresinden aklı başında bir kişi ona iş kurma aşamasında yardımcı olmadı. Herkes onu yolunacak bir kaz gibi gördü. Oysa o ve onun gibilerin kazançları doğru kanalize edilebilseydi belkide ülkemiz bugün işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalmayacaktı.
Ali Akdoğan
Hamit enişte ve onun gibi yaban ellerinde geçim arayan binlerce kişi avrupa ülkelerine işçi olarak gitti. Bir süre sonra mektuplar gelip gitmeye başladı. Bozuk bir yazıyla yazılan mektuplarda hep memleket özlemi ve çocuk hasreti vardı. Geride kalan eş ve çocukların gözleri yollarda kalmıştı. Gitmek isteseler, gidilecek kadar yakında değildi; eşleri, babaları...
Bir yıl sonra yaz aylarıydı. Hamit enişte izin alıp köye gelmiş, herkese hediyeler getirmişti. Kendi giyimi de oldukça iyiydi. Almanya'daki çalışma ortamını anlatıyor ve çevresindekilere yaşadığı güçlüklerden söz ediyordu. Bu anlatım sırasında; bazen sevinçten yüzü aydınlanıyor, bir şeyi başarmış olmanın gururunu yaşıyor, kimi zaman da hüzünden ve özlemden yüz hatları geriliyor, gözleri çukura kaçıyor ve dokunsan ağlayacakmış gibi duygusallaşıyordu. İzin süresince çok mutluydu. Geriye dönüş günü yaklaştıkça tedirginliğinin arttığı yüzünden okunuyordu. Geri dönmeden önce getirdiği parayla bir şeyler yapmak istiyordu. Ama çevresinde parasını olumlu kullanmasına yol gösterecek bilgi birikimine sahip kimse yoktu.
Kazandığı parayla ne yapacağını bilmiyordu. İzin bitmeden bir şeyler yapmak istiyordu. Çocuklarına giyim kuşam aldı. Gelip ilçe merkezinden bir arsa aldı. İzin bitince Almanya'ya geri döndü. Bu gidişinde daha rahat görünüyordu. Çünkü nereye gittiğini biliyordu artık.
İki yıl aradan sonra yine izine geldi. Ava meraklı olduğu için Almanya'dan bir alman çiftesi av tüfeği getirmişti. O tüfekle çocuğu gibi ilgileniyor, siliyor temizleyip kılıfına koyuyor, sonra ziyarete gelenlere göstermek için, tekrar kılıftan itinayla çıkarıyordu. Yanındakilere tüfeğin özelliklerini öyle bir bilgiçce anlatıyordu ki sormayın. O tüfeği icat eden kendisiymiş kadar seviniyordu.
Ava gidip geldi birkaç kez. Avladığı keklikleri karşılaştıklarına gösterip yine tüfekten söz ediyordu. Avdaki başarının kendisine değil silaha ait olduğunu söyleyecek kadar çok sevmişti o tüfeği.
Sayılı günler tez geçmiş ve dönüş günü gelip çatmıştı. Kardeşi Elazığ'da oturuyordu Hamit eniştenin. Eşi ve çocuklarıyla Elazığ'a gitti. Tüfekte yanındaydı. Orada vedalaşıp yola çıkarken çok sevdiği silahını da kardeşine teslim etmişti. Babanın ayrılışından sonra çocuklar çok duygusallaşmıştı. Kızı Türkan; onyedi yaşında çok güzel bir genç kız olmuştu. Onyedisindeki Türkan, aile arasında kesilen sözle, amcasının oğlu Ali Rıza ile sözlenmişti. Ortanca çocuk Şükrü; oniki yaşında, uysal biraz da şaşkın bir çocuktu. Cemal ise en küçük kardeş, dokuz yaşında afacan bir çocuktu. Babaları gittikten iki gün sonra köye döneceklerdi. Fakat hiç beklemedikleri bir olayla dünyaları değişti.
Türkan babasının silahıyla oynarken kazayla vuruldu. Güzel Türkan, babasının çocuğu gibi sevdiği silahtan çıkan kurşunla oracıkta can vermişti. Aile ve akrabalar, anlatımı imkansız bir acıyla kavruldu. Halam günlerce kendine gelemedi. Şükrü ile Cemal rüyada gibiydiler. Bir gün bu rüyadan uyanmak ve her şeyin yalan olduğuna inanmak istiyorlardı. Halam kendine geldikten sonra, günlerce mezarlığa gidip mezara kapanarak bayılıncaya kadar ağladığı ve baygın halde eve getirildiği günleri hiç unutamam. Hamit enişte Almanya'ya yeni döndüğü için iş yerinden izin alıp cenazeye gelebildi mi, hatırlamıyorum. Halam için köyde yaşamak, artık mezarlık ile ev arasında gidip gelmelere endekslenmişti. Sağlığı gün geçtikçe bozuluyordu. O köyden taşınmaları gerektiğine, aksi takdirde halamın da sonunun hiç iyi olmayacağına karar verildi.
O olaydan iki yıl sonra Hamit Enişte izine geldiğinde Elazığ'da bir arsa aldı. İnşaata başlayamadan izin bitti. Ailesini; Elazığ'da oturan kardeşi Mahmut'un evine taşıdı. İki aile birlikte oturacaktı. Hamit enişte Almanya'ya döndü. Mahmut inşaata başladı. Ağabeyine bir daire ev yaparken, bitişiğinde bir daire ev de kendisine yaptırdı.
Hamit enişte yaklaşık yirmi yıl Almanya'da kaldı. Kesin dönüş yapmadan önce küçük kardeşi Hüseyin'i istek üzerine Almanya'ya götürüp işçi statüsüne geçirdikten sonra kesin dönüş yaptı.
Geri döndükten sonra kazandığı parayla bir konfeksiyon dükkanı açtı. Ticaretin inceliklerini bilmeden bodoslama dalmıştı işin içine. Bir yıl sonra beceremeyeceğini anlamış olacak ki vazgeçti. Gözü korktuğu için başka hiç bir yatırım yapmadan hazırdaki parayı yemeye başladı. Büyük oğlu Şükrü okuyup öğretmen olmuştu. Bir yıl sonra kız kaçırdı ve evlendi. Küçük oğlu Cemal liseyi bitirdikten sonra askere gitti. Döndükten bir yıl sonra bir akraba kızıyla evlendi. Daha sonra bir özel bankada işe başladı. Hamit enişte çocuklarını evlendirdikten sonra küçük oğluyla oturmaya başladı. Bir süre sonra Şükrü Denizli'ye tayin isteyip oraya yerleşti. Bir kaç yıl sonra Cemal de İzmir'e tayın istedi gitti. Hamit eniştenin Elazığ'dan taşınması bir zorunluluktan oldu. Çocuklarına yakın olmak için o da Aydın'a taşındı. On yıl kadar sonra Haskar halam öldü. Cemal İzmir'den Adana'ya tayin istedi ve Adana'ya taşındı. Hamit enişte yalnız kalınca çok üzüldü. Kendisine bakabilecek bir yapıda değildi. Çocukları; babalarına baksın diye, orta yaşlı bir kadınla evlendirdiler. Kadının psikolojik sorunları olduğu sonradan anlaşılınca Hamit enişte bir kat daha üzüldü. Çok geçmeden öldü koca çınar. Koca çınar dediysem gerçekten koca çınar. İri yapılıydı. Bilgiliydi. Toplum içinde bir saygınlığı vardı.
Yaban ellerde geçen onca emeğe ve hasrete rağmen sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürdürülememişti. Ne devlet ne de çevresinden aklı başında bir kişi ona iş kurma aşamasında yardımcı olmadı. Herkes onu yolunacak bir kaz gibi gördü. Oysa o ve onun gibilerin kazançları doğru kanalize edilebilseydi belkide ülkemiz bugün işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalmayacaktı.
Ali Akdoğan
22 Şubat 2011 Salı
Bir Mendilin İki Sahibi
Hani öğrenciler; okulun bahçesinde veya sınıfın içinde, yerde buldukları sahipsiz eşyaları sahibine ulaştırılsın diye öğretmene verirler ya, İşte bu da o türden bir öykü.
Bingöl merkez Yaygınçayır köyüne bağlı Uğurova mezrasında öğretmen olarak görev yapıyordum. Bir gün derse verilen aradan sonra öğrenciler sınıfa girerken Nurettin Barut adındaki öğrenci öğretmen masasına yaklaşıp elinde tuttuğu büyük boy bir erkek mendilini bana uzatarak;
-Öğretmenim bu mendili dışarıda buldum, dedi.
Mendili aldım. Nuretti'ni sınıfın önünde onore ederek yerine gönderdim ve sınıfa dönerek;
-Arkadaşınız örnek bir davranış gösterdi. Kendisine ait olmayan bir eşyayı getirip bana verdi. Bu dürüstlüğü hepiniz gösterirsiniz inanıyorum, dedim.
Hepsi birden;
-Evet öğretmenim, bulduğumuz her şeyi size getiriyoruz, dediler.
Elimdeki mendili kaldırarak;
-Bu mendilin sahibi kim ise gelsin alsın, dedim.
İki öğrenci yerinden kalkıp yanıma gelerek, mendilin kendilerine ait olduğunu söyleyince şaşırdım. Çünkü bu öğrencilerin aileleri arasında husumet vardı. Böyle küçük olaylardan sıkıntı doğabilirdi. Böyle bir şeye meydan vermemek için daha titiz davranmam gerektiğini biliyordum. Mendilin bir sahibi olmalıydı. İkisinden biri yalan söylüyordu. Bunu bulup ortaya çıkarmak için küçük sorular sormaya başladım.
Önümde duran öğrenciye dönerek;
-Cengiz mendili nereden aldın? dedim.
Çocuk çok rahat bir biçimde;
-Öğretmenim babam Bingöl'den getirdi, dedi.
Diğer öğrenciye;
-Bedri sen nereden aldın? diye sordum.
O da;
-Öğretmenim köye çerçi gelmişti. Annem çerçiden aldı, dedi.
İçinden çıkılmaz karmaşık bir olayla karşı karşıya olduğumu anladım. Şok olmuştum. Sorunu nasıl çözeceğimi bilemiyordum. Acele bir karar vermeliydim. Çocuklara dönerek;
-Bu mendil birinize ait olmalı. Biriniz yalan söylüyorsunuz. Bu size yakışmıyor. Son defa soruyorum. Bu mendil kimin? dedim.
İkisi bir ağızdan; mendilin kendilerine ait olduğunu söyleyince, aniden kafamın içinde bir çözüm belirdi. Hemen uygulamaya koydum. Sınıf dolabından makası alıp mendili ortadan ikiye kestim. Bir parçasını Cengiz'e, diğer yarısını da Bedri'ye verdim. Mendil parçalarını alıp gülümseyerek yerlerine geçip oturdular. Kesilen mendil ikisinin de işine yaramaz hale gelmişti. Eğitimde bu tür olaylar fırsat eğitimine olanak sağlar. İyi kullanılırsa kişilik gelişimi üzerinde çok önemli etkiler bırakır. Bu konuda biraz daha konuşmam gerektiğini düşünerek;
-Bakın çocuklar; Nurettin güzel bir davranış gösterdi. Kendisine ait olmayan eşyayı getirdi öğretmenine teslim etti. Arkadaşınızı kutluyorum. Ama diğer iki arkadaşınız yanlış davrandılar. Sonuçta o mendil bir kişiye aitti. Fakat biz bunun kime ait olduğunu kesin olarak bilemediğimiz için ikiye kestik. Mendil işe yaramaz hale geldi. Keşke böyle olmasaydı. Umarım yanlış davranan arkadaşınız hatasını anlar ve bir daha böyle bir davranışta bulunmaz. Çünkü yapılan çok yanlış bir davranıştır. Sahtekarlıktır, dedim.
Bu olaydan sonra iki yıl daha o okulda görev yaptım ama mendilin kime ait olduğunu öğrenemedim. Öğretmenler bazen böyle sürpriz olaylarla karşılaşabilir. Pratik çözüm üretmek gerçekten çok önemli.
Ali Akdoğan
Bingöl merkez Yaygınçayır köyüne bağlı Uğurova mezrasında öğretmen olarak görev yapıyordum. Bir gün derse verilen aradan sonra öğrenciler sınıfa girerken Nurettin Barut adındaki öğrenci öğretmen masasına yaklaşıp elinde tuttuğu büyük boy bir erkek mendilini bana uzatarak;
-Öğretmenim bu mendili dışarıda buldum, dedi.
Mendili aldım. Nuretti'ni sınıfın önünde onore ederek yerine gönderdim ve sınıfa dönerek;
-Arkadaşınız örnek bir davranış gösterdi. Kendisine ait olmayan bir eşyayı getirip bana verdi. Bu dürüstlüğü hepiniz gösterirsiniz inanıyorum, dedim.
Hepsi birden;
-Evet öğretmenim, bulduğumuz her şeyi size getiriyoruz, dediler.
Elimdeki mendili kaldırarak;
-Bu mendilin sahibi kim ise gelsin alsın, dedim.
İki öğrenci yerinden kalkıp yanıma gelerek, mendilin kendilerine ait olduğunu söyleyince şaşırdım. Çünkü bu öğrencilerin aileleri arasında husumet vardı. Böyle küçük olaylardan sıkıntı doğabilirdi. Böyle bir şeye meydan vermemek için daha titiz davranmam gerektiğini biliyordum. Mendilin bir sahibi olmalıydı. İkisinden biri yalan söylüyordu. Bunu bulup ortaya çıkarmak için küçük sorular sormaya başladım.
Önümde duran öğrenciye dönerek;
-Cengiz mendili nereden aldın? dedim.
Çocuk çok rahat bir biçimde;
-Öğretmenim babam Bingöl'den getirdi, dedi.
Diğer öğrenciye;
-Bedri sen nereden aldın? diye sordum.
O da;
-Öğretmenim köye çerçi gelmişti. Annem çerçiden aldı, dedi.
İçinden çıkılmaz karmaşık bir olayla karşı karşıya olduğumu anladım. Şok olmuştum. Sorunu nasıl çözeceğimi bilemiyordum. Acele bir karar vermeliydim. Çocuklara dönerek;
-Bu mendil birinize ait olmalı. Biriniz yalan söylüyorsunuz. Bu size yakışmıyor. Son defa soruyorum. Bu mendil kimin? dedim.
İkisi bir ağızdan; mendilin kendilerine ait olduğunu söyleyince, aniden kafamın içinde bir çözüm belirdi. Hemen uygulamaya koydum. Sınıf dolabından makası alıp mendili ortadan ikiye kestim. Bir parçasını Cengiz'e, diğer yarısını da Bedri'ye verdim. Mendil parçalarını alıp gülümseyerek yerlerine geçip oturdular. Kesilen mendil ikisinin de işine yaramaz hale gelmişti. Eğitimde bu tür olaylar fırsat eğitimine olanak sağlar. İyi kullanılırsa kişilik gelişimi üzerinde çok önemli etkiler bırakır. Bu konuda biraz daha konuşmam gerektiğini düşünerek;
-Bakın çocuklar; Nurettin güzel bir davranış gösterdi. Kendisine ait olmayan eşyayı getirdi öğretmenine teslim etti. Arkadaşınızı kutluyorum. Ama diğer iki arkadaşınız yanlış davrandılar. Sonuçta o mendil bir kişiye aitti. Fakat biz bunun kime ait olduğunu kesin olarak bilemediğimiz için ikiye kestik. Mendil işe yaramaz hale geldi. Keşke böyle olmasaydı. Umarım yanlış davranan arkadaşınız hatasını anlar ve bir daha böyle bir davranışta bulunmaz. Çünkü yapılan çok yanlış bir davranıştır. Sahtekarlıktır, dedim.
Bu olaydan sonra iki yıl daha o okulda görev yaptım ama mendilin kime ait olduğunu öğrenemedim. Öğretmenler bazen böyle sürpriz olaylarla karşılaşabilir. Pratik çözüm üretmek gerçekten çok önemli.
Ali Akdoğan
18 Şubat 2011 Cuma
Gözlük
Yıl 1973. Mehmet ağabeyim Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde ziraat teknisyeni olarak görev yapıyordu. Bana gönderdiği mektupta; elli lira para yolladığını, askere gitmek üzere ev eşyasını toplamakta olduğunu, yarıyıl tatilinde memlekete giderken Pazarcık'ta inmemi ve kendilerine eşyaları kamyona yüklerken yardım etmemi istediğini yazmıştı.
Mersin Öğretmen okulu ikinci sınıf öğrencisiydim. Gençliğin en deli çağı. Gösteriş merakının ağır bastığı yıllar. Yarıyıl tatilinde memlekete gitmek için hazırlık yapıyordum. Ağabeyimin mektubunu okuyunca parayı nasıl harcayacağımı planladım.
Pazarcık'ta ineceğim için otobüs biletine yirmiiki lira ayırdım. Çarşıya çıktım. Önce otobüs biletimi aldım. Dolaşırken işporta tezgahında gözüme çarpan ve çok hoşuma giden metal çerçeveli bir güneş gözlüğü aldım. Memleketteki arkadaşlarıma hava atmak için en fiyakalısıydı. Gözlüğü takıp yolda yürümeye başladım. Caddede yanımdan geçen insanları göz ucuyla süzerken, içimden müthiş bir kendini beğenmişlik duygusu yükseliyordu. Dükkanların içine girerken, gözlüğün kararttığı ortamdan etrafımı zor gördüğüm halde, gözlüğü çıkarmak yerine, gençliğin verdiği aldırmazlık duygusuyla dükkanda dolaşmaya devam edip içerdeki eşyalara çarptım. Bereket bir şeyler düşüp kırılmadı. Çünkü herhangi bir şey kırılsaydı cebimde ödeyecek para bile yoktu.
Kalan parayla kendime çorap, kardeşlerim için portakal-limon aldım. Yol parası dışında onbeş lira param kaldı. Okula döndüm. Valizimi hazırladım. Akşam altıda otobüsle yola çıktım. Yol boyunca; memlekette beni gözlüklü görecek arkadaşlarımın yüz ifadelerini hayal ediyordum.
Pazrcık'a geldik. İnen varsa acele etsin diye yükselen muavinin sesiyle irkildim. Aceleyle yerimden kalkıp arabadan indim. Valizimi aldım. Gece yarısı olmuş. Mevsim kış Şubat ayının başları. Yerde otuz-kırk santim kar var. Hava çok soğuk. Yürüyerek abimin oturduğu eve gittim. Bahçe kapısı demirden yapılmış, kale kapısı gibi sağlam. Kapıya elimle vurdum. Eve uzak, duyan olmadı. Yumruklamaya başladım. İçerden bir kadın sesi;
- Kim o, dedi.
Çok üşümüştüm. titreyen bir sesle;
-Benim teyze, kiracınız Mehmet beyin kardeşiyim, Mersin'den geliyorum, dedim.
Kadın üzgün biraz da şaşırmış bir sesle;
-Onlar dün evini yükleyip memlekete gittiler, dedi.
Kadına cevap bile veremedim. Gerisin geriye arabadan indiğim yere gittim. Yol kenarında bir kahve açık ve içerde insanlar görünüyordu. Kahveye girdim. Sobanın kenarına oturup kara kara düşünmeye başladım. Cebimdeki para Elazığ'a kadar otobüs biletine yetmiyor, yirmiiki liraya ihtiyacım var, cebimdeki para onbeş lira. Ağabeyimin evinde yerim diye, yolda yemek bile yemedim. Karnım açlıktan zil çalıyordu. Tanıdık birisi var mı acaba? Bu düşünce içinde, minnet duygusu yüklü gözlerle kahvenin içindekilere göz gezdirdim. Yan masada oyun oynayanlardan birisi, ağabeyimin ev sahibi Mustafa amcaydı. İnsan çok yakın akrabasını görünce nasıl sevinirse, ben de öyle sevindim. Yanına yaklaşıp kulağına alçak bir ses tonuyla;
- Mustafa amca merhaba, ben kiracınız Mehmet beyin kardeşiyim. Mersin'den gelirken burada indim. Ama abim evini yükleyip gitmiş. Yol param yetersiz. Varsa bana yirmi lira verin, memleketten dönerken size öderim, dedim.
Adam yüzüme baktı. Beni tanıyordu. Yumuşak bir sesle;
-O yeğenim hoş geldin. Otur hele bir çay iç, dedi.
Elini cebine sokup çıkardı. Parasının içinden beş lira çekip verdi, ve;
-Benim de harçlığım az, kusura bakma, dedi.
Parayı aldım ve;
-Sağ ol Mustafa amca dönüşte paranı getiririm, dedim.
Mustafa amca;
-Boş ver evladım getirmene gerek yok, dedi.
O zamana kadar hiç kimseden borç para istememiştim. Bu kadar cesareti kendimde nasıl bulduğuma hala çok şaşırıyorum.
Kahveden çıktım. Yol kenarında beklerken Elazığ'a giden başka bir otobüs gelip durdu. Yolcular inerken ben bindim. Önlerde boş yer olmadığı için en arka koltukta muavinin yanına oturdum. Biraz yol gittikten sonra yol parası istendi. Çıkarıp onbeşlira verdim. Beş lirayı da her ihtimale karşı harçlık olarak bıraktım. Muavin sert bir sesle azarlar gibi;
-Bu yetmez, yedi lira daha vereceksin, dedi.
Yetmediğini biliyordum. Allah kahretsin olan parayı gözlüğe vermiştim. Bir pişmanlık duyuyordum ki sormayın. O havalı yürüyüşler, hava atacağım hayalleri fitil fitil burnumdan geliyordu. Uygun ve yalvarır bir sesle;
-Öğrenciyim, Mersin'den gelirken burada indim. Ağabeyim beni bekliyor olacaktı. Ama evini yükleyip memlekete gitmiş. Oyuna geldim. Param bitti, dedim.
Adam umursamaz bir tavırla;
-Bana ne kardeşim yol paranı tam vereceksin, dedi.
Durumun vahametini anlatan bir tavırla;
-Bak kardeşim; Gölbaşı - Pazarcık arasında ıssız bir yerdeyiz. İstersen arabadan indir. Bu gece vakti kurda kuşa yem olayım. Vicdanına kalmış. Param yok, dedim.
Muavin ikna olmuş olacak ki sesini kesti. Arabanın kaloriferleri yanmıyor, içerisi buz gibi. Camlar içerden buz kaplamış, dışarısı gözükmüyordu. Karnım çok aç ve çok üşüyordum. Sabaha karşı saat beşte Elazığ'a vardık. İzzet Paşa camisinin önünde indirdiler bizi.
Arabadan indim, kütürüm gibi soğuktan her yanım tutulmuştu. Bir elime valizimi, diğer elime de narenciye dolu el çantasını aldım. Ellerimde eldiven yoktu. Yürümeye başladım. Yollar hep buz, yerde yarım metre kar vardı. Aksaray mahallesinde oturan dedemin evine yürüyerek gidecektim. Yaklaşık yarım saatlik yol. Sokaklara girdim. Saçaklardan düşen kar, sokağı kapatmış. Yolumu değiştire, değiştire Aksaray mahallesinin girişinde, çimento fabrikasının yol ayrımındaki köprüden mahalleye döndüm. Hafif baş aşagı bir meyil vardı. Elimdeki valizin kulpu koptu ve yere düştü. Yol buz olunca epeyde kayarak ileriye doğru gitti. Diğer çantanın ipleri elimi kesmiş ama soğuktan farkına bile varmamıştım. Dedemin evine geldim. Kapıyı çaldım. Dedem kapıyı açınca gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi şaşırdı. Beni beklemiyormuş. Hemen içeri girdik. Sobayı yaktı. Sobanın kenarına oturdum. Parmaklarım gerçekten donmuştu. Sıcağa gelince müthiş bir sancı ile parmaklarımın acısını hissediyordum. Ellerimi ovuştururken, sızıdan ve acıdan ağlamaya başladım. Dedem bazı konularda tecrübeliydi. Hemen yerden yün bir çorap alıp ellerimi o çorapla üfelemeye başladı. Üfeledikce canım gidiyordu. Epey sonra yavaş yavaş parmaklarıma can gelmeye ve acısı , sızısı azalmaya başladı.
Hazırda mercimek çorbası varmış. Isıtıp getirdiler. Çorbayı içerken içim ısındı, can gelmeye başladı bacaklarıma. zaten sabah ta olmuştu. Uyumadan oturduk. Başımdan geçenleri anlattım. Dedem çok üzüldü.
Karakoçan'a gitmek için otobüs bilet ücreti oniki buçuk lira, cebimdeki para beş lira, daha yedi buçuk liraya ihtiyacım vardı. Dedem bana iki buçuk lira verdi. Saat dokuza doğru Dursun dayımın evine gittim. Biraz oturup sohbet ettik. Laf arasında
-Dayı gel pişti oynayalım dedim.
Dayım;
-Tamam oynayalım, ama ben boş oynamam, dedi.
Ben de;
-Tamam beş lirasına oynayalım öyleyse, dedim.
Oyuna başladık. Çok çekişmeli bir oyundan sonra oyunu kazandım. Paramı istedim. Dayım biraz karşı çıktı ama nafile alırım dedim. Parayı aldıktan sonra durumu anlattım. Çok şaşırdı.
Öğleden sonra Karakoçan'a gitmek üzere oradan ayrıldım. İki saatlik bir yolculuktan sonra ilçeye vardım. Otobüsten indim. Çarşı; doğu-batı istikametinde yüzelli metre uzunluğunda bir caddeden ibaret. Yürürken babam ile abim beni uzaktan görmüşler. Karşılamaya gelirken Mehmet abim gülümseyerek bana yaklaştı. Kendisine çok kırılmıştım. Aynı sıcaklığı göremeyince bozuldu. Başımdan geçenleri anlatınca çok şaşırdılar.
Tabi gözlük aldığımı, o nedenle parasız kaldığımı çok sonra anlattım.
Gösteriş merakının nasıl sıkıntılara mal olduğunu, bu yaşananlardan sonra, en iyi ben anladım.
Ali Akdoğan
Mersin Öğretmen okulu ikinci sınıf öğrencisiydim. Gençliğin en deli çağı. Gösteriş merakının ağır bastığı yıllar. Yarıyıl tatilinde memlekete gitmek için hazırlık yapıyordum. Ağabeyimin mektubunu okuyunca parayı nasıl harcayacağımı planladım.
Pazarcık'ta ineceğim için otobüs biletine yirmiiki lira ayırdım. Çarşıya çıktım. Önce otobüs biletimi aldım. Dolaşırken işporta tezgahında gözüme çarpan ve çok hoşuma giden metal çerçeveli bir güneş gözlüğü aldım. Memleketteki arkadaşlarıma hava atmak için en fiyakalısıydı. Gözlüğü takıp yolda yürümeye başladım. Caddede yanımdan geçen insanları göz ucuyla süzerken, içimden müthiş bir kendini beğenmişlik duygusu yükseliyordu. Dükkanların içine girerken, gözlüğün kararttığı ortamdan etrafımı zor gördüğüm halde, gözlüğü çıkarmak yerine, gençliğin verdiği aldırmazlık duygusuyla dükkanda dolaşmaya devam edip içerdeki eşyalara çarptım. Bereket bir şeyler düşüp kırılmadı. Çünkü herhangi bir şey kırılsaydı cebimde ödeyecek para bile yoktu.
Kalan parayla kendime çorap, kardeşlerim için portakal-limon aldım. Yol parası dışında onbeş lira param kaldı. Okula döndüm. Valizimi hazırladım. Akşam altıda otobüsle yola çıktım. Yol boyunca; memlekette beni gözlüklü görecek arkadaşlarımın yüz ifadelerini hayal ediyordum.
Pazrcık'a geldik. İnen varsa acele etsin diye yükselen muavinin sesiyle irkildim. Aceleyle yerimden kalkıp arabadan indim. Valizimi aldım. Gece yarısı olmuş. Mevsim kış Şubat ayının başları. Yerde otuz-kırk santim kar var. Hava çok soğuk. Yürüyerek abimin oturduğu eve gittim. Bahçe kapısı demirden yapılmış, kale kapısı gibi sağlam. Kapıya elimle vurdum. Eve uzak, duyan olmadı. Yumruklamaya başladım. İçerden bir kadın sesi;
- Kim o, dedi.
Çok üşümüştüm. titreyen bir sesle;
-Benim teyze, kiracınız Mehmet beyin kardeşiyim, Mersin'den geliyorum, dedim.
Kadın üzgün biraz da şaşırmış bir sesle;
-Onlar dün evini yükleyip memlekete gittiler, dedi.
Kadına cevap bile veremedim. Gerisin geriye arabadan indiğim yere gittim. Yol kenarında bir kahve açık ve içerde insanlar görünüyordu. Kahveye girdim. Sobanın kenarına oturup kara kara düşünmeye başladım. Cebimdeki para Elazığ'a kadar otobüs biletine yetmiyor, yirmiiki liraya ihtiyacım var, cebimdeki para onbeş lira. Ağabeyimin evinde yerim diye, yolda yemek bile yemedim. Karnım açlıktan zil çalıyordu. Tanıdık birisi var mı acaba? Bu düşünce içinde, minnet duygusu yüklü gözlerle kahvenin içindekilere göz gezdirdim. Yan masada oyun oynayanlardan birisi, ağabeyimin ev sahibi Mustafa amcaydı. İnsan çok yakın akrabasını görünce nasıl sevinirse, ben de öyle sevindim. Yanına yaklaşıp kulağına alçak bir ses tonuyla;
- Mustafa amca merhaba, ben kiracınız Mehmet beyin kardeşiyim. Mersin'den gelirken burada indim. Ama abim evini yükleyip gitmiş. Yol param yetersiz. Varsa bana yirmi lira verin, memleketten dönerken size öderim, dedim.
Adam yüzüme baktı. Beni tanıyordu. Yumuşak bir sesle;
-O yeğenim hoş geldin. Otur hele bir çay iç, dedi.
Elini cebine sokup çıkardı. Parasının içinden beş lira çekip verdi, ve;
-Benim de harçlığım az, kusura bakma, dedi.
Parayı aldım ve;
-Sağ ol Mustafa amca dönüşte paranı getiririm, dedim.
Mustafa amca;
-Boş ver evladım getirmene gerek yok, dedi.
O zamana kadar hiç kimseden borç para istememiştim. Bu kadar cesareti kendimde nasıl bulduğuma hala çok şaşırıyorum.
Kahveden çıktım. Yol kenarında beklerken Elazığ'a giden başka bir otobüs gelip durdu. Yolcular inerken ben bindim. Önlerde boş yer olmadığı için en arka koltukta muavinin yanına oturdum. Biraz yol gittikten sonra yol parası istendi. Çıkarıp onbeşlira verdim. Beş lirayı da her ihtimale karşı harçlık olarak bıraktım. Muavin sert bir sesle azarlar gibi;
-Bu yetmez, yedi lira daha vereceksin, dedi.
Yetmediğini biliyordum. Allah kahretsin olan parayı gözlüğe vermiştim. Bir pişmanlık duyuyordum ki sormayın. O havalı yürüyüşler, hava atacağım hayalleri fitil fitil burnumdan geliyordu. Uygun ve yalvarır bir sesle;
-Öğrenciyim, Mersin'den gelirken burada indim. Ağabeyim beni bekliyor olacaktı. Ama evini yükleyip memlekete gitmiş. Oyuna geldim. Param bitti, dedim.
Adam umursamaz bir tavırla;
-Bana ne kardeşim yol paranı tam vereceksin, dedi.
Durumun vahametini anlatan bir tavırla;
-Bak kardeşim; Gölbaşı - Pazarcık arasında ıssız bir yerdeyiz. İstersen arabadan indir. Bu gece vakti kurda kuşa yem olayım. Vicdanına kalmış. Param yok, dedim.
Muavin ikna olmuş olacak ki sesini kesti. Arabanın kaloriferleri yanmıyor, içerisi buz gibi. Camlar içerden buz kaplamış, dışarısı gözükmüyordu. Karnım çok aç ve çok üşüyordum. Sabaha karşı saat beşte Elazığ'a vardık. İzzet Paşa camisinin önünde indirdiler bizi.
Arabadan indim, kütürüm gibi soğuktan her yanım tutulmuştu. Bir elime valizimi, diğer elime de narenciye dolu el çantasını aldım. Ellerimde eldiven yoktu. Yürümeye başladım. Yollar hep buz, yerde yarım metre kar vardı. Aksaray mahallesinde oturan dedemin evine yürüyerek gidecektim. Yaklaşık yarım saatlik yol. Sokaklara girdim. Saçaklardan düşen kar, sokağı kapatmış. Yolumu değiştire, değiştire Aksaray mahallesinin girişinde, çimento fabrikasının yol ayrımındaki köprüden mahalleye döndüm. Hafif baş aşagı bir meyil vardı. Elimdeki valizin kulpu koptu ve yere düştü. Yol buz olunca epeyde kayarak ileriye doğru gitti. Diğer çantanın ipleri elimi kesmiş ama soğuktan farkına bile varmamıştım. Dedemin evine geldim. Kapıyı çaldım. Dedem kapıyı açınca gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi şaşırdı. Beni beklemiyormuş. Hemen içeri girdik. Sobayı yaktı. Sobanın kenarına oturdum. Parmaklarım gerçekten donmuştu. Sıcağa gelince müthiş bir sancı ile parmaklarımın acısını hissediyordum. Ellerimi ovuştururken, sızıdan ve acıdan ağlamaya başladım. Dedem bazı konularda tecrübeliydi. Hemen yerden yün bir çorap alıp ellerimi o çorapla üfelemeye başladı. Üfeledikce canım gidiyordu. Epey sonra yavaş yavaş parmaklarıma can gelmeye ve acısı , sızısı azalmaya başladı.
Hazırda mercimek çorbası varmış. Isıtıp getirdiler. Çorbayı içerken içim ısındı, can gelmeye başladı bacaklarıma. zaten sabah ta olmuştu. Uyumadan oturduk. Başımdan geçenleri anlattım. Dedem çok üzüldü.
Karakoçan'a gitmek için otobüs bilet ücreti oniki buçuk lira, cebimdeki para beş lira, daha yedi buçuk liraya ihtiyacım vardı. Dedem bana iki buçuk lira verdi. Saat dokuza doğru Dursun dayımın evine gittim. Biraz oturup sohbet ettik. Laf arasında
-Dayı gel pişti oynayalım dedim.
Dayım;
-Tamam oynayalım, ama ben boş oynamam, dedi.
Ben de;
-Tamam beş lirasına oynayalım öyleyse, dedim.
Oyuna başladık. Çok çekişmeli bir oyundan sonra oyunu kazandım. Paramı istedim. Dayım biraz karşı çıktı ama nafile alırım dedim. Parayı aldıktan sonra durumu anlattım. Çok şaşırdı.
Öğleden sonra Karakoçan'a gitmek üzere oradan ayrıldım. İki saatlik bir yolculuktan sonra ilçeye vardım. Otobüsten indim. Çarşı; doğu-batı istikametinde yüzelli metre uzunluğunda bir caddeden ibaret. Yürürken babam ile abim beni uzaktan görmüşler. Karşılamaya gelirken Mehmet abim gülümseyerek bana yaklaştı. Kendisine çok kırılmıştım. Aynı sıcaklığı göremeyince bozuldu. Başımdan geçenleri anlatınca çok şaşırdılar.
Tabi gözlük aldığımı, o nedenle parasız kaldığımı çok sonra anlattım.
Gösteriş merakının nasıl sıkıntılara mal olduğunu, bu yaşananlardan sonra, en iyi ben anladım.
Ali Akdoğan
8 Şubat 2011 Salı
Kızak Yolda Kaldı
1983 yılında Bingöl merkez ilçeye bağlı Yaygınçayır köyü Uğurova mezrasında öğretmen olarak görev yapıyordum. O yıl kışın çok kar yağmıştı. Hele bulunduğumuz yer o yörenin en yüksek mevkisine kurulmuş bir mezraydı. Oraya daha çok kar yağıyordu. Mezra yol kenarı olmadığı için, yaklaşık bir buçuk saat yürüyerek arabanın geçtiği yola gidip, oradan minibüsle şehire gidiyorduk. İhtiyaçlarımızı aylık alıp köye döndüğümüzde esas eziyet o zaman başlıyordu. Çünkü aldığımız erzaklar ve diğer ihtiyaçlarımızı omuzumuzda taşıyarak evimize götürüyorduk.
Mutfak ihtiyaçlarımız olduğu için şehire gitmek gerekiyordu. Nisan ayının maaş alma günü gelmişti. İlk hafta, Cuma günü sabah erkenden kalktım. Kahvaltımı yaptım. Eşim ve çocuklarımla vedalaşıp dışarı çıktığımda içimi tatlı bir sevinç kapladı. Hava hafif soğuk ama çok güzeldi. Masmavi gök yüzünde doğmak üzere olan güneş, duvağı açılmış bir gelin gibi parlayarak etrafı aydınlatıyor ama henüz ısıtmaya gücü yetmiyordu. Bingöl'e gitmek üzere yola çıktım. Gece ayaz olduğu için kar kütük gibi donmuştu. Donan karın üzerinde hoplaya zıplaya yürüyerek arabanın geçtiği yola kadar gittim. Çok beklemeden minibüs geldi, bindim. Arabanın içinde, başka köylerde çalışan öğretmen arkadaşlar da vardı. Köy öğretmenleri; maaşımızı almak üzere şehire gidiyorduk. Ayda bir görüşme imkanımız olduğu için birbirimizi epey özlemiştik. Yol boyunca sohbet ederek özlem giderdik. Yolculuk iyi geçti. Mutemedin bulunduğu ilköğretim müdürlüğüne gittik. Maaşımızı aldıktan sonra herkes evinin ihtiyaçlarını almak üzere dağıldık. İhtiyaç listemi tamamlayıp köyün durağına gittim. Minibüs hazırda bekliyordu. Eşyalarımı yerleştirdikten sonra uygun bir yere geçip oturdum. Köye doğru geri dönüş başladı.
Araba yol alırken içime bir sıkıntı çöktü. Köy durağında indikten sonra, bu kadar ağırlığı nasıl taşıyacağımın sıkıntısıydı bu. Çaresi yok, omuzlayıp gidecektim ama ineceğim yeri seçmekte tereddüt ediyordum. Dere ağzında inersem; dik bir rampa tırmanmam gerekiyordu ve yukarı çıkarıncaya kadar çok yorulacaktım. Tepede inersem; yol düz daha kolay giderim düşüncesiyle tepede inmeye karar verdim.
Tepeye geldik arabadan indim. Yalnız başımaydım. Eşyaların bulunduğu çuvalları heybe biçiminde bağlayıp omuzuma aldım. Sabah geldiğim yoldan geri dönüş yoluna başladım. Gündüzün sıcağında donan karın çözülüp yumuşayacağını ve batacağını düşünememiştim. Yoldan ayrıldıktan kısa bir süre sonra bunu anladım ama artık çok geç kalmıştım. Kar yumuşamış su haline gelmişti. Bastığım her yer çatala kadar batıyordu. İki üç adımda bir bekleyip soluklanmak zorunda kalıyordum. Önümde yaklaşık dört kilometreye yakın yürünecek yol vardı. Bata çıka bir kilometreye yakın gittim. Baktım olmuyor. Köyden kızak getirip eşyaları kızakla götürmeye karar verdim. Eşyaları yol kenarına bırakıp yürümeye devam ettim. Bata çıka köye gittim. Akşam olmak üzereydi. Bir kızak bulup eşyaları bir an önce eve getirmeliydim.
Komşu evden bir kızak buldum. Bir ip bağlayıp arkamdan sürüyerek eşyaya doğru yola çıktım. Kar sulanmış, kızak kaymıyordu. Hafif bir rampadan yukarı çıktıktan sonra kızağı bırakıp eşyayı kızağa taşımaya karar verdim. Bulunduğumuz yer ile eşyaların bulunduğu yer arasındaki mesafe yaklaşık bir kilometreden fazlaydı. Yorgunluktan dermanım kesilmiş, gözlerim kararmaya başlamıştı. Ama başka yolu yoktu. Yürümeye başladım. Biraz yürüdükten sonra, keçilerini; karın eridiği güneyli yamaçlara otlatmaya götüren Sıddık Barut ile karşılaştım. Beni görünce şaşırdı ve;
-Hocam; hayırdır bu akşam üzeri nereye gidiyorsun? dedi.
Yorgun bir sesle;
-Bingöl'den gelirken biraz ihtiyaç getirmiştim. Yorulunca ilerde yolun kenarına bıraktım. O eşyayı almaya gidiyorum, dedim.
Adam yorgunluğumu yüzümden okumuş olacak ki;
-Sen çok yorulmuşsun. Keçilerin önünde yürü. Onlar peşinden gelir. Ben eşyayı alır getiririm, dedi.
Bu bana verilebilecek en büyük ödüldü. Hayvanların önünde yürümeye başladım. Köye kadar gittik. Çok geçmeden Sıddık eşyaları omuzlayıp geldi. Ama bu sefer de kızak yolda kaldı. Karanlık olmadan onun da köye getirilmesi gerekiyordu.
Biraz dinlendikten sonra kızağı almaya gittim. Güneş batmış, hava soğumaya başlamıştı. Kızağı çekmeye başladım. Kar hafiften donmuş, kızak kolay kayıyordu. Baş aşağı olunca, kızağı arkamdan sürüyeceğime, bindim köye kadar kayarak geldim.
Kararsızlık, hele bazen de yanlış verilen kararlar, insanı olduğundan fazla yorarmış.
Ali Akdoğan
Mutfak ihtiyaçlarımız olduğu için şehire gitmek gerekiyordu. Nisan ayının maaş alma günü gelmişti. İlk hafta, Cuma günü sabah erkenden kalktım. Kahvaltımı yaptım. Eşim ve çocuklarımla vedalaşıp dışarı çıktığımda içimi tatlı bir sevinç kapladı. Hava hafif soğuk ama çok güzeldi. Masmavi gök yüzünde doğmak üzere olan güneş, duvağı açılmış bir gelin gibi parlayarak etrafı aydınlatıyor ama henüz ısıtmaya gücü yetmiyordu. Bingöl'e gitmek üzere yola çıktım. Gece ayaz olduğu için kar kütük gibi donmuştu. Donan karın üzerinde hoplaya zıplaya yürüyerek arabanın geçtiği yola kadar gittim. Çok beklemeden minibüs geldi, bindim. Arabanın içinde, başka köylerde çalışan öğretmen arkadaşlar da vardı. Köy öğretmenleri; maaşımızı almak üzere şehire gidiyorduk. Ayda bir görüşme imkanımız olduğu için birbirimizi epey özlemiştik. Yol boyunca sohbet ederek özlem giderdik. Yolculuk iyi geçti. Mutemedin bulunduğu ilköğretim müdürlüğüne gittik. Maaşımızı aldıktan sonra herkes evinin ihtiyaçlarını almak üzere dağıldık. İhtiyaç listemi tamamlayıp köyün durağına gittim. Minibüs hazırda bekliyordu. Eşyalarımı yerleştirdikten sonra uygun bir yere geçip oturdum. Köye doğru geri dönüş başladı.
Araba yol alırken içime bir sıkıntı çöktü. Köy durağında indikten sonra, bu kadar ağırlığı nasıl taşıyacağımın sıkıntısıydı bu. Çaresi yok, omuzlayıp gidecektim ama ineceğim yeri seçmekte tereddüt ediyordum. Dere ağzında inersem; dik bir rampa tırmanmam gerekiyordu ve yukarı çıkarıncaya kadar çok yorulacaktım. Tepede inersem; yol düz daha kolay giderim düşüncesiyle tepede inmeye karar verdim.
Tepeye geldik arabadan indim. Yalnız başımaydım. Eşyaların bulunduğu çuvalları heybe biçiminde bağlayıp omuzuma aldım. Sabah geldiğim yoldan geri dönüş yoluna başladım. Gündüzün sıcağında donan karın çözülüp yumuşayacağını ve batacağını düşünememiştim. Yoldan ayrıldıktan kısa bir süre sonra bunu anladım ama artık çok geç kalmıştım. Kar yumuşamış su haline gelmişti. Bastığım her yer çatala kadar batıyordu. İki üç adımda bir bekleyip soluklanmak zorunda kalıyordum. Önümde yaklaşık dört kilometreye yakın yürünecek yol vardı. Bata çıka bir kilometreye yakın gittim. Baktım olmuyor. Köyden kızak getirip eşyaları kızakla götürmeye karar verdim. Eşyaları yol kenarına bırakıp yürümeye devam ettim. Bata çıka köye gittim. Akşam olmak üzereydi. Bir kızak bulup eşyaları bir an önce eve getirmeliydim.
Komşu evden bir kızak buldum. Bir ip bağlayıp arkamdan sürüyerek eşyaya doğru yola çıktım. Kar sulanmış, kızak kaymıyordu. Hafif bir rampadan yukarı çıktıktan sonra kızağı bırakıp eşyayı kızağa taşımaya karar verdim. Bulunduğumuz yer ile eşyaların bulunduğu yer arasındaki mesafe yaklaşık bir kilometreden fazlaydı. Yorgunluktan dermanım kesilmiş, gözlerim kararmaya başlamıştı. Ama başka yolu yoktu. Yürümeye başladım. Biraz yürüdükten sonra, keçilerini; karın eridiği güneyli yamaçlara otlatmaya götüren Sıddık Barut ile karşılaştım. Beni görünce şaşırdı ve;
-Hocam; hayırdır bu akşam üzeri nereye gidiyorsun? dedi.
Yorgun bir sesle;
-Bingöl'den gelirken biraz ihtiyaç getirmiştim. Yorulunca ilerde yolun kenarına bıraktım. O eşyayı almaya gidiyorum, dedim.
Adam yorgunluğumu yüzümden okumuş olacak ki;
-Sen çok yorulmuşsun. Keçilerin önünde yürü. Onlar peşinden gelir. Ben eşyayı alır getiririm, dedi.
Bu bana verilebilecek en büyük ödüldü. Hayvanların önünde yürümeye başladım. Köye kadar gittik. Çok geçmeden Sıddık eşyaları omuzlayıp geldi. Ama bu sefer de kızak yolda kaldı. Karanlık olmadan onun da köye getirilmesi gerekiyordu.
Biraz dinlendikten sonra kızağı almaya gittim. Güneş batmış, hava soğumaya başlamıştı. Kızağı çekmeye başladım. Kar hafiften donmuş, kızak kolay kayıyordu. Baş aşağı olunca, kızağı arkamdan sürüyeceğime, bindim köye kadar kayarak geldim.
Kararsızlık, hele bazen de yanlış verilen kararlar, insanı olduğundan fazla yorarmış.
Ali Akdoğan
5 Şubat 2011 Cumartesi
Çocuğumuz Nekadar Önemli?
Bu soru sorulduğunda akan sular durur. Çocuklarımız mutlaka çok önemlidir. Bundan şüphelenmeye kimsenin hakkı yok. Ama kuru bir ifadeyle bunu kanıtlayamazsınız. Davranışlarınız ve konuşmalarınız bu düşüncenizi destekliyor mu? Bu sorunun cevabı evet ise işte o zaman inandırıcı olursunuz.
Çocuğun kendini değerli hissetmesi için ne yapıyoruz? Kendini güvende hissetmesi için hangi çabalar içindeyiz? Düşüncelerini ne kadar önemsiyoruz? Kararlarını uygulamak istediklerinde, sabır gösterebiliyor muyuz? Kararlarımıza bir itirazları olduğunda, onları sonuna kadar dinleme olgunluğunda mıyız? Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Cevaplarını ararken kaçına evet dediğimiz önemli.
Çocuğumuz okuldan gelirken kendisini kapıda güleryüzlü karşılıyorsak, çantasını sırtından alıp içeriye hafiflemiş bir biçimde girmesine yardımcı oluyorsak, herhangi bir zamanda, soru sorduğunda; ne kadar önemli işimiz olursa olsun, ertelemeden anında cevaplıyorsak, çocuğumuzun kendini değerli hissetmesi için üzerimize düşen sorumluluğun büyük bölümünü yerine getirmiş oluruz.
Karşılaştıkları güçlükleri aşmalarında kendilerine fırsat vermeliyiz. Çözümsüzlüklerde, desteğimizi arkalarında görmeleri, kendilerini güvende hissetmelerini sağlar. Ama bu destek korumacılıkla karıştırılmamalıdır. Kişiliğinin oluşmasında, korumacılığın olumsuz etkilerini asla unutmamalıyız.
Düşüncelerini önemsemeli, aile içinde alınan karalara onları da ortak etmeliyiz. Eve alınan bir eşyada, onların fikrine de başvurulmalı, doğru bulunduğuna karar verilirse, onların düşüncesi doğrultusunda davranılarak aile içinde önemsendikleri fikri aşılanmalıdır.
Herhangi bir konuda kararlarını açıkladıklarında, olumsuz davranış içine girip, peşinen karşı çıkmak yerine, tartışarak kararın anlaşılmasına ve olgunlaşmasına yardımcı olmalı, eğer uygun bulunuyorsa, yüreklendirerek lider kişiliklerinin gelişmesine olanak hazırlamalıyız.
Verdiğimiz bir karara itiraz ettiklerinde; hemen saygısızlık yapıyor gibi algılayarak kestirip atmamalı, düşüncesini sonuna kadar dinleme sabrını mutlaka göstermeliyiz. Kararımıza neden karşı çıktığını anladıktan sonra, uygun bir anlatımla ikna etme yolunu seçerek olabilecek kırgınlıkların önüne geçmeliyiz.
Bu yazılanların, aile bütünlüğünün devamında olduğu kadar, çocuklarımızın gelecekteki başarılarının ve sağlam kişiliklerinin oluşmasında da çok önemli olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
Sağlıklı bir toplum yaratmak için, sağlam kişilikli bireyler yetiştirmemiz gerektiğini unutmayalım.
Ali Akdoğan
Çocuğun kendini değerli hissetmesi için ne yapıyoruz? Kendini güvende hissetmesi için hangi çabalar içindeyiz? Düşüncelerini ne kadar önemsiyoruz? Kararlarını uygulamak istediklerinde, sabır gösterebiliyor muyuz? Kararlarımıza bir itirazları olduğunda, onları sonuna kadar dinleme olgunluğunda mıyız? Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Cevaplarını ararken kaçına evet dediğimiz önemli.
Çocuğumuz okuldan gelirken kendisini kapıda güleryüzlü karşılıyorsak, çantasını sırtından alıp içeriye hafiflemiş bir biçimde girmesine yardımcı oluyorsak, herhangi bir zamanda, soru sorduğunda; ne kadar önemli işimiz olursa olsun, ertelemeden anında cevaplıyorsak, çocuğumuzun kendini değerli hissetmesi için üzerimize düşen sorumluluğun büyük bölümünü yerine getirmiş oluruz.
Karşılaştıkları güçlükleri aşmalarında kendilerine fırsat vermeliyiz. Çözümsüzlüklerde, desteğimizi arkalarında görmeleri, kendilerini güvende hissetmelerini sağlar. Ama bu destek korumacılıkla karıştırılmamalıdır. Kişiliğinin oluşmasında, korumacılığın olumsuz etkilerini asla unutmamalıyız.
Düşüncelerini önemsemeli, aile içinde alınan karalara onları da ortak etmeliyiz. Eve alınan bir eşyada, onların fikrine de başvurulmalı, doğru bulunduğuna karar verilirse, onların düşüncesi doğrultusunda davranılarak aile içinde önemsendikleri fikri aşılanmalıdır.
Herhangi bir konuda kararlarını açıkladıklarında, olumsuz davranış içine girip, peşinen karşı çıkmak yerine, tartışarak kararın anlaşılmasına ve olgunlaşmasına yardımcı olmalı, eğer uygun bulunuyorsa, yüreklendirerek lider kişiliklerinin gelişmesine olanak hazırlamalıyız.
Verdiğimiz bir karara itiraz ettiklerinde; hemen saygısızlık yapıyor gibi algılayarak kestirip atmamalı, düşüncesini sonuna kadar dinleme sabrını mutlaka göstermeliyiz. Kararımıza neden karşı çıktığını anladıktan sonra, uygun bir anlatımla ikna etme yolunu seçerek olabilecek kırgınlıkların önüne geçmeliyiz.
Bu yazılanların, aile bütünlüğünün devamında olduğu kadar, çocuklarımızın gelecekteki başarılarının ve sağlam kişiliklerinin oluşmasında da çok önemli olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
Sağlıklı bir toplum yaratmak için, sağlam kişilikli bireyler yetiştirmemiz gerektiğini unutmayalım.
Ali Akdoğan
1 Şubat 2011 Salı
Kekemelik Kader Değil
Çocuklar genellikle kurallı uzun cümle kurma döneminde kekelemeye başlarlar. Üç ile dört yaş arası bu döneme denk gelmektedir. Aile büyüklerinin bu yaş döneminde konuşmalarında çok dikkatli olması gerekir.
Aslında bu dönemde çocuklar daha güzel ve anlamlı cümle kurmak için çabalarken, düşünme sırasında geçen sürede, farkında olmadan, ünlü seslerin başa geldiği sözcüklerde kekelemeye başlarlar. Böyle bir ortam oluştuğunda, yanında bulunanları göz ucuyla izleyen çocuk, bütün dikkatlerin üzerinde toplandığını hissederse heyecanlanır. Kekeleme süresi ve kekelediği ünlü ses sayısı artmaya başlar. Çevresindeki insanların; işin farkına varıp gülüşmesi, durumun vahametini arttırır. Zamanla, çocuk konuşmaya başlayıp kekelediği sözcüklerin sonunu getirmeye çalışırken, yanındaki büyükleri, sözcüğü çocuğun ağzından kapıp tamamlarsa, iş çıkmaza doğru gider. Gelen misafirin yanında kekeleyen çocuk daha çok konuşmak ister. Bu, kendini ispat çabasıdır. Fakat büyükler; çocuğun daha çok yorulmasını önlemek amacıyla konuşmalara müdahale ederek farkında olmadan küçük düşürürler. Kendine güvenini yitiren kimi çocuklar, böyle durumlarda içine kapanarak kekemeliği bir kader gibi kabullenmeye başlar. Bazı zeki çocuklar ise, bu duruma kendi çabalarıyla çözüm bulmaya çalışarak mücadelesine devam eder.
Çocuk ünlü sesle başlayan sözcüğün başına bir ünsüz ses getirerek sözcüğü daha kolay çıkarmaya başlar. Örneğin "anne" sözcüğünün başına "v" sesi getirerek sözcüğü "vanne" haline getirdiğinde kekelemeden söylemeye başlar. İşte tam burada büyüklere büyük görevler düşer. Çocuğu yüreklendirmeli ve bu tür sözcükleri çoğaltarak konuşma alıştırmalarında yardımcı olmalıyız. Ünlü seslerin başa geldiği sözcükleri heceleyerek ve türkü formatında çocukla birlikte söylemeli ve buna uzun zaman ayırmalıyız. Çocuğun kekeleyerek başladığı sözcüğü tamamlamasını beklemeli ve sıkıldığımızı ona sezdirmemeliyiz. Onu olduğu gibi kabullenmeli ve ailece görüştüğümüz kişilere bunu anlatarak onların da bu durumu kabullenmelerini sağlamalıyız. Okulda öğretmenine durumu anlatıp sınıf içindeki arkadaşlarının arasında alay konusu olmasına engel olmalıyız. Bunları yaparken çocuğumuzun geleceğini kurtardığımızı unutmayalım.
İlkokul öğrencisiydim. Sınıfımızda Sultan Güvercin adında bir arkadaşımız vardı. Çok zekiydi. Dersleri bizden daha iyiydi. Ama kekeme olduğu için ilkokuldan sonra okulu bırakmak zorunda kaldı. Bu beni çok derinden etkilemişti.
Bu tür sorunları olan aile büyüklerinin profesyonel destek almaları mutlaka gereklidir. Bu konuda yazılmış eserleri okumaları gerekir. Ben Mersin'in Mut ilçesi Ilıca köyüne bağlı Çatakbağ mahallesinde öğretmen olarak görev yaparken, büyük oğlum tam kurallı cümle dönemindeydi. Atamamızın çıkması ve geldiğimiz köydeki insanların yöresel dil ile konuşmaları ve konuşmadaki şive farkından dolayı kekelemeye başladı. İlk başlarda ne yapacağımızı bilemedik. Mehmet Okuturlar'ın bu konuda yazdığı bir kitabı olduğunu öğrenip kendisinden istedim. Mehmet bey elinde yeterli kitap olmadığı için ilgili bölümün fotokopisini çektirip postayla bana gönderdi. Mehmet beyin bu özverili davranışı beni çok duygulandırdı. Bana göre bu çok büyük bir insani davranıştı. Kendisine buradan minnettarlığımı bildirmek istiyorum.
Gelen fotokopileri okuduktan sonra ne büyük yanlışlıklar yaptığımı gördüm ve öğretmen olarak bunları bilmediğim için utandım. Çocuğumla doğru ilgilendikten sonra sorunu daha kolay çözdük. Kekelemeyle ilgili hiç bir sorunumuz kalmadı. Oğlum başarılı bir öğrencilik döneminden sonra; Ortadoğu Teknik Üniversitesinde çift ana dal okudu. Fizik ve Fizik öğretmenliği bölümünü bitirdi. Eğitim alanında doktorasını yaptı.
İşte yukarıda verdiğim Sultan örneği ve bizim örneğimiz canlı birer hayat dersi. Bu tür sorunu olan aileleri uyarmak amacıyla böyle bir yazı yazma ihtiyacı duydum. Uyarılarımla onların ufuklarında küçük de olsa bir pencere açmış olmayı umut ediyorum.
Her bilgi insanın ufkunu genişletir. Yaşamına anlam katar.
Ali Akdoğan
Aslında bu dönemde çocuklar daha güzel ve anlamlı cümle kurmak için çabalarken, düşünme sırasında geçen sürede, farkında olmadan, ünlü seslerin başa geldiği sözcüklerde kekelemeye başlarlar. Böyle bir ortam oluştuğunda, yanında bulunanları göz ucuyla izleyen çocuk, bütün dikkatlerin üzerinde toplandığını hissederse heyecanlanır. Kekeleme süresi ve kekelediği ünlü ses sayısı artmaya başlar. Çevresindeki insanların; işin farkına varıp gülüşmesi, durumun vahametini arttırır. Zamanla, çocuk konuşmaya başlayıp kekelediği sözcüklerin sonunu getirmeye çalışırken, yanındaki büyükleri, sözcüğü çocuğun ağzından kapıp tamamlarsa, iş çıkmaza doğru gider. Gelen misafirin yanında kekeleyen çocuk daha çok konuşmak ister. Bu, kendini ispat çabasıdır. Fakat büyükler; çocuğun daha çok yorulmasını önlemek amacıyla konuşmalara müdahale ederek farkında olmadan küçük düşürürler. Kendine güvenini yitiren kimi çocuklar, böyle durumlarda içine kapanarak kekemeliği bir kader gibi kabullenmeye başlar. Bazı zeki çocuklar ise, bu duruma kendi çabalarıyla çözüm bulmaya çalışarak mücadelesine devam eder.
Çocuk ünlü sesle başlayan sözcüğün başına bir ünsüz ses getirerek sözcüğü daha kolay çıkarmaya başlar. Örneğin "anne" sözcüğünün başına "v" sesi getirerek sözcüğü "vanne" haline getirdiğinde kekelemeden söylemeye başlar. İşte tam burada büyüklere büyük görevler düşer. Çocuğu yüreklendirmeli ve bu tür sözcükleri çoğaltarak konuşma alıştırmalarında yardımcı olmalıyız. Ünlü seslerin başa geldiği sözcükleri heceleyerek ve türkü formatında çocukla birlikte söylemeli ve buna uzun zaman ayırmalıyız. Çocuğun kekeleyerek başladığı sözcüğü tamamlamasını beklemeli ve sıkıldığımızı ona sezdirmemeliyiz. Onu olduğu gibi kabullenmeli ve ailece görüştüğümüz kişilere bunu anlatarak onların da bu durumu kabullenmelerini sağlamalıyız. Okulda öğretmenine durumu anlatıp sınıf içindeki arkadaşlarının arasında alay konusu olmasına engel olmalıyız. Bunları yaparken çocuğumuzun geleceğini kurtardığımızı unutmayalım.
İlkokul öğrencisiydim. Sınıfımızda Sultan Güvercin adında bir arkadaşımız vardı. Çok zekiydi. Dersleri bizden daha iyiydi. Ama kekeme olduğu için ilkokuldan sonra okulu bırakmak zorunda kaldı. Bu beni çok derinden etkilemişti.
Bu tür sorunları olan aile büyüklerinin profesyonel destek almaları mutlaka gereklidir. Bu konuda yazılmış eserleri okumaları gerekir. Ben Mersin'in Mut ilçesi Ilıca köyüne bağlı Çatakbağ mahallesinde öğretmen olarak görev yaparken, büyük oğlum tam kurallı cümle dönemindeydi. Atamamızın çıkması ve geldiğimiz köydeki insanların yöresel dil ile konuşmaları ve konuşmadaki şive farkından dolayı kekelemeye başladı. İlk başlarda ne yapacağımızı bilemedik. Mehmet Okuturlar'ın bu konuda yazdığı bir kitabı olduğunu öğrenip kendisinden istedim. Mehmet bey elinde yeterli kitap olmadığı için ilgili bölümün fotokopisini çektirip postayla bana gönderdi. Mehmet beyin bu özverili davranışı beni çok duygulandırdı. Bana göre bu çok büyük bir insani davranıştı. Kendisine buradan minnettarlığımı bildirmek istiyorum.
Gelen fotokopileri okuduktan sonra ne büyük yanlışlıklar yaptığımı gördüm ve öğretmen olarak bunları bilmediğim için utandım. Çocuğumla doğru ilgilendikten sonra sorunu daha kolay çözdük. Kekelemeyle ilgili hiç bir sorunumuz kalmadı. Oğlum başarılı bir öğrencilik döneminden sonra; Ortadoğu Teknik Üniversitesinde çift ana dal okudu. Fizik ve Fizik öğretmenliği bölümünü bitirdi. Eğitim alanında doktorasını yaptı.
İşte yukarıda verdiğim Sultan örneği ve bizim örneğimiz canlı birer hayat dersi. Bu tür sorunu olan aileleri uyarmak amacıyla böyle bir yazı yazma ihtiyacı duydum. Uyarılarımla onların ufuklarında küçük de olsa bir pencere açmış olmayı umut ediyorum.
Her bilgi insanın ufkunu genişletir. Yaşamına anlam katar.
Ali Akdoğan
25 Ocak 2011 Salı
Olamadığımız Yerde Çocuğumuzu Görme İsteğimiz
Herkesin gözü en yükseklerde. En çok aranan kişi olmayı, saygın bir meslek sahibi olarak varlık içinde ve daha iyi yaşamayı, başkaları tarafından kıskanılmayı, hepimiz isteriz. Ancak bu sayılan özelliklere ve olanaklara bir çoğumuz ulaşamayız. Çünkü bu sayılanların bir kısmı doğuştan gelen özellikler, diğer bir kısmı da çalışarak ve emek harcayarak kazanılan yeteneklerdir.
Hepimiz gençliğimizde değişik meslekler hayal edip, çeşitli nedenlerle bu mesleklere sahip olamamış olabiliriz. Bu normaldir. Ancak normal olmayan şey; olmak isteyip olamadığımız bu mesleklerde çocuğumuzu görme isteğimizdir. Bazı kişilerde bu istek öyle seviyelere çıkar ki; çocuğunun bütün geleceğini kendisi planlamaya çalışır. Bu tip insanlar için çocukların farklı yaradılış özelliklerinin hiç bir önemi yoktur. Gençliğinde gelmek isteyip gelemediği yere çocuğunu oturtmuştur bir kere. Artık farklı alanlardaki başarı, onlar için başarı değildir. Komşunun, akrabanın çocuklarıyla kıyaslama yapılır. Başarı o şekilde ölçülür.
Bu davranışların çocuklar üzerinde çok korkunç bir baskı oluşturduğunun farkına bile varamazlar. Çocuk; anne ve babasının istediğini yerine getiremediği zaman bunalıma düşer. Onlara derdini anlatma şansı da bulamaz. Çünkü anne ve babanın kafasında oluşturduğu kalıp, çocuk için yabancıdır. Onun hayalleri farklıdır. İstediği meslek farklıdır. Aradaki bu uçurum büyüdükçe büyür. Sonunda farkında olmadan, çocuğuna hak etmediği bunalımlı bir son hazırlamış, belki de yaptığı yanlışlıklar nedeniyle çocuğu canına kıyacak, Ama anne ve babanın bundan haberi bile yok. Çünkü onlar olmak istedikleri yerde çocuklarını görmek istiyorlar. Böyle bir yanlışın içine düştüklerinin farkına varamayacak kadar hırs bürümüş benliklerini. Birilerinin onları bu uykudan uyandırması gerek. Bu görevi biz neden yapmayalım.
Anne- babaların hiç unutmaması gereken tek şey; insanların farklı özelliklerde yaratıldıklarını kabul etmeleri ve bu farklılıklardan kaynaklanan yetenek ve becerilerin; insanların geleceğinin ve mesleğinin belirlenmesinde önemli rol oynadığına inanmalarıdır. Aileler; çocuklarını olduğu gibi kabul edebilme şansını o zaman yakalayabilirler. İşte o zaman çocuklar ile aileleri arasındaki buzlar erir. Çocuklarıyla karşılıklı iletişim kurabilme şansını yakalayabilirler. Herkesin farklı mesleklerle hayatını sürdürmekte olduğunu, kimi daha yüksek mevkilerde görev yaparken, kimisinin de onların yönetiminde ve denetiminde diğer işleri yapmakta olduğunu, toplumun ihtiyaçlarının bu şekilde planlanıp yürütülmekte olduğunu daha kolay kabullenebilirler. Çocuklarını başkalarıyla kıyaslamadan, onların başarısıyla övünmeyi öğrenirler. İşte o zaman herkesin hayatı kendisi için daha yaşanır olur.
Çocuğumuzu; kendisi olduğu, hayatımıza güzellik kattığı için sevelim ve onlara cesaret verelim. Her şey çok daha güzel olacak.
Ali Akdoğan
Hepimiz gençliğimizde değişik meslekler hayal edip, çeşitli nedenlerle bu mesleklere sahip olamamış olabiliriz. Bu normaldir. Ancak normal olmayan şey; olmak isteyip olamadığımız bu mesleklerde çocuğumuzu görme isteğimizdir. Bazı kişilerde bu istek öyle seviyelere çıkar ki; çocuğunun bütün geleceğini kendisi planlamaya çalışır. Bu tip insanlar için çocukların farklı yaradılış özelliklerinin hiç bir önemi yoktur. Gençliğinde gelmek isteyip gelemediği yere çocuğunu oturtmuştur bir kere. Artık farklı alanlardaki başarı, onlar için başarı değildir. Komşunun, akrabanın çocuklarıyla kıyaslama yapılır. Başarı o şekilde ölçülür.
Bu davranışların çocuklar üzerinde çok korkunç bir baskı oluşturduğunun farkına bile varamazlar. Çocuk; anne ve babasının istediğini yerine getiremediği zaman bunalıma düşer. Onlara derdini anlatma şansı da bulamaz. Çünkü anne ve babanın kafasında oluşturduğu kalıp, çocuk için yabancıdır. Onun hayalleri farklıdır. İstediği meslek farklıdır. Aradaki bu uçurum büyüdükçe büyür. Sonunda farkında olmadan, çocuğuna hak etmediği bunalımlı bir son hazırlamış, belki de yaptığı yanlışlıklar nedeniyle çocuğu canına kıyacak, Ama anne ve babanın bundan haberi bile yok. Çünkü onlar olmak istedikleri yerde çocuklarını görmek istiyorlar. Böyle bir yanlışın içine düştüklerinin farkına varamayacak kadar hırs bürümüş benliklerini. Birilerinin onları bu uykudan uyandırması gerek. Bu görevi biz neden yapmayalım.
Anne- babaların hiç unutmaması gereken tek şey; insanların farklı özelliklerde yaratıldıklarını kabul etmeleri ve bu farklılıklardan kaynaklanan yetenek ve becerilerin; insanların geleceğinin ve mesleğinin belirlenmesinde önemli rol oynadığına inanmalarıdır. Aileler; çocuklarını olduğu gibi kabul edebilme şansını o zaman yakalayabilirler. İşte o zaman çocuklar ile aileleri arasındaki buzlar erir. Çocuklarıyla karşılıklı iletişim kurabilme şansını yakalayabilirler. Herkesin farklı mesleklerle hayatını sürdürmekte olduğunu, kimi daha yüksek mevkilerde görev yaparken, kimisinin de onların yönetiminde ve denetiminde diğer işleri yapmakta olduğunu, toplumun ihtiyaçlarının bu şekilde planlanıp yürütülmekte olduğunu daha kolay kabullenebilirler. Çocuklarını başkalarıyla kıyaslamadan, onların başarısıyla övünmeyi öğrenirler. İşte o zaman herkesin hayatı kendisi için daha yaşanır olur.
Çocuğumuzu; kendisi olduğu, hayatımıza güzellik kattığı için sevelim ve onlara cesaret verelim. Her şey çok daha güzel olacak.
Ali Akdoğan
23 Ocak 2011 Pazar
Öğrenmede Üç İnsan Tipi
Öğrenme gerçekleşirken kişiden kişiye değişiklik gösterir. Her kişinin anlama ve kavrama yöntemi farklıdır. Kimi görerek öğrenir. Bazı tipler duyduğunu öğrenir. Kimi tipler de hem gördüğünü hem de duyduğunu öğrenir. O nedenle ben insanlardaki bu değişik anlama ve öğrenme biçimini günlük kullandığımız bazı teknolojik aletlere benzetirim.
Görerek öğrenenler fotoğraf makinası gibi gördüğünü kaydeder ve unutmaz. Duyduğunu erken unutur. Çünkü beyin yeterli kaydı yapamaz. Bu tip insanlar sessiz okumadan veya görsel ve yazılı basından izlediklerinden yeterli derecede yararlanırlar. Kendilerine anlatılan hikaye ve masalları dinleseler de beyinleri yeterli kaydı yapamaz. Eğitimciler bunları "Görsel Tipler" olarak tanımlar.Bu tipler, derslerini kitaptan okuyarak öğrenirler. Okumayı severler. Ders çalışma konusunda aileleriyle fazla sorun yaşamazlar.
Duyarak öğrenenler; ses kayıt cihazı gibi duyduğunu kaydeder ve unutmaz. Bu tipler; gördüğünü erken unutur. Sessiz okumadan yeterince yararlanamazlar. Görsel basının sesli anlatımı sayesinde yeterli kaydı yaparlar. Ancak yazılı basından yeterince yararlanamazlar. Dinledikleri masal ve öyküleri; beyin ileri derecede kaydettiği için unutmazlar. Bu guruptakiler "İşitsel Tipler" olarak tanımlanır. Derslerinin çoğunu öğretmenlerini dinleyerek veya sınıf içindeki anlatımlardan öğrenirler. Canları kitap okumak istemez. Ders çalışırken sesli okumayı tercih ederler. Bu nedenle, bu tip çocuklar için evde rahat sesli okuma yapabileceği ortam sağlanmalıdır. Bu tip kişiler, aile büyükleri tarafından, ders çalışmaları konusunda sürekli uyarılırlar. Çocukla iyi diyalog kurulmazsa, bu tip uyarılar çocukta tepkilere neden olabilir. Dikkatli yaklaşarak ve anlayışlı davranarak sorunun daha kolay çözüleceği inancındayım.
Görerek ve işiterek öğrenenler; video kamera gibi hem gördüğünü, hem de duyduğunu kaydeder. Bu tipler öğrenmede ve günlük yaşamda en başarılı tiplerdir. Görsel ve yazılı basından müthiş yararlanırlar. Sesli ve sessiz okuma öğrenmede etkilidir. Sınıftaki dinlediklerinin üstüne kitaplardan okudukları bilgileri de koyarak kaydederler. Kelime dağarcıkları daha geniştir. Güçlü bir anlama ve anlatma kapasitesine sahiptirler. Bu tipleri bilim adamları; "Görsel ve İşitsel Tipler" olarak tanımlar. Ders çalışmayı, anlatılanı dinlemeyi ve kitap okumayı çok severler. Aile büyükleri tarafından bu tip kişilere, ders çalışmaları konusunda uyarı yapmaya gerek duyulmaz.
Yarıyıl tatilinin yaklaştığı şu günlerde, çocuklarımızı değerlendirirken yukarda anlattığım insan tiplerini göz önünde bulundurarak çocuklarımıza yaklaşmalıyız. Onların bireysel farklılıklarını önemsemeliyiz. Çocuğumuzun mutlaka başarılı olduğu bir alan vardır. Onu bulup ortaya çıkarmalı ve çocuğumuzu o alanda onore etmeliyiz.
Yapacağımız en küçük hata, onların hayatını karartmaya yeter.
Çocukların en değerli varlığımız ve geleceğimiz olduğunu asla unutmayalım.
Ali Akdoğan
Görerek öğrenenler fotoğraf makinası gibi gördüğünü kaydeder ve unutmaz. Duyduğunu erken unutur. Çünkü beyin yeterli kaydı yapamaz. Bu tip insanlar sessiz okumadan veya görsel ve yazılı basından izlediklerinden yeterli derecede yararlanırlar. Kendilerine anlatılan hikaye ve masalları dinleseler de beyinleri yeterli kaydı yapamaz. Eğitimciler bunları "Görsel Tipler" olarak tanımlar.Bu tipler, derslerini kitaptan okuyarak öğrenirler. Okumayı severler. Ders çalışma konusunda aileleriyle fazla sorun yaşamazlar.
Duyarak öğrenenler; ses kayıt cihazı gibi duyduğunu kaydeder ve unutmaz. Bu tipler; gördüğünü erken unutur. Sessiz okumadan yeterince yararlanamazlar. Görsel basının sesli anlatımı sayesinde yeterli kaydı yaparlar. Ancak yazılı basından yeterince yararlanamazlar. Dinledikleri masal ve öyküleri; beyin ileri derecede kaydettiği için unutmazlar. Bu guruptakiler "İşitsel Tipler" olarak tanımlanır. Derslerinin çoğunu öğretmenlerini dinleyerek veya sınıf içindeki anlatımlardan öğrenirler. Canları kitap okumak istemez. Ders çalışırken sesli okumayı tercih ederler. Bu nedenle, bu tip çocuklar için evde rahat sesli okuma yapabileceği ortam sağlanmalıdır. Bu tip kişiler, aile büyükleri tarafından, ders çalışmaları konusunda sürekli uyarılırlar. Çocukla iyi diyalog kurulmazsa, bu tip uyarılar çocukta tepkilere neden olabilir. Dikkatli yaklaşarak ve anlayışlı davranarak sorunun daha kolay çözüleceği inancındayım.
Görerek ve işiterek öğrenenler; video kamera gibi hem gördüğünü, hem de duyduğunu kaydeder. Bu tipler öğrenmede ve günlük yaşamda en başarılı tiplerdir. Görsel ve yazılı basından müthiş yararlanırlar. Sesli ve sessiz okuma öğrenmede etkilidir. Sınıftaki dinlediklerinin üstüne kitaplardan okudukları bilgileri de koyarak kaydederler. Kelime dağarcıkları daha geniştir. Güçlü bir anlama ve anlatma kapasitesine sahiptirler. Bu tipleri bilim adamları; "Görsel ve İşitsel Tipler" olarak tanımlar. Ders çalışmayı, anlatılanı dinlemeyi ve kitap okumayı çok severler. Aile büyükleri tarafından bu tip kişilere, ders çalışmaları konusunda uyarı yapmaya gerek duyulmaz.
Yarıyıl tatilinin yaklaştığı şu günlerde, çocuklarımızı değerlendirirken yukarda anlattığım insan tiplerini göz önünde bulundurarak çocuklarımıza yaklaşmalıyız. Onların bireysel farklılıklarını önemsemeliyiz. Çocuğumuzun mutlaka başarılı olduğu bir alan vardır. Onu bulup ortaya çıkarmalı ve çocuğumuzu o alanda onore etmeliyiz.
Yapacağımız en küçük hata, onların hayatını karartmaya yeter.
Çocukların en değerli varlığımız ve geleceğimiz olduğunu asla unutmayalım.
Ali Akdoğan
20 Ocak 2011 Perşembe
Heybe Cırtladıkca
1983-1986 yılları arasında, Mersin'in Mut ilçesine bağlı Ilıca köyü Çatakbağ mahallesinde öğretmen olarak görev yaparken zor şartlarda yaşantımızı sürdürüyorduk. Eve içme ve kullanma suyu getirmek te bu zorluklardan biriydi.
Her gün akşama doğru, güneş batmak üzereyken, köyün güneyinde, bir vadinin içinde, derinlerde bulunan Koca Pınara suya gitmek, artık sıradan bir görev olmuştu benim için. Köylüler suya gidip geldikten sonra, eşekle suya gitme sırası bana geliyordu. Komşudan eşeğini ve heybesini istiyorduk. Hayvanı vermeye olumlu bakıyorlardı. Ancak heybeyi pek vermek istemiyorlardı. Kıldan heybemiz yoktu. Satın almayı da hiç düşünemedik. Evde eski bir kilimimiz vardı. Eşim ortadan ikiye kesti kilimi. Heybe olacak biçimde kıvırıp dikti. Çok da güzel oldu. Evde ne kadar naylon bidon varsa hepsini heybeye doldurup eşeğin üstüne atıyordum. Ben önde, eşek arkamdan yürüyerek aşağıya doğru kıvrılarak inen patikadan çeşmeye gidiyorduk. Yol çok dar ve taşlıklıydı. Bazı yerlerde, yolun kenarında büyük kayalar vardı. Siz çeşmeye giderken, çeşmeden gelen başka bir su yüklü hayvanla karşılaşırsanız, yolun geniş bir yerinde, arabaların birbirine yol vermek için beklediği gibi, bekleyip yol vermek gerekiyordu. Yanyana geçişlerde heybeler birbirine, bazen de yolun kenarındaki büyük kayalara sürtünüyordu.
Bir gün sudan gelirken heybenin tam ortasından bir bölüm hafiften yırtıldı. Yırtılan yeri eşime gösterip, onarmasını, aksi halde çeşmeden gelirken yırtılırsa zorluk yaşayabileceğimi söyledim. Ertesi gün çeşmeye doğru yola koyuldum. Alışmıştım artık. Bu şekilde su taşımak pek zoruma gitmiyordu. Koca pınara vardık. Göletin ortasında bulunan büyükçe taşın üstüne çıktım. Bidonları daldırarak doldurduktan sonra heybeye yerleştirdim. Eve doğru geri dönüşe başladık. Eşek önde ben arkada rampa tırmanıyorduk. Heybeden bir cırt sesi geldi. Sesin geldiği yere eğilip baktım. Unutulmuş, cırtlayan yer onarılmamıştı. İçimi bir sıkıntı kapladı. Eşek her adım attığında bir cırt sesi geldikçe nefesim daralıyordu. Hayvanı durdurup bidonları heybeden çıkardım. Yırtılan yerdeki iki ucu birbirine bağlamaya çalıştım. Pek sağlam olmadı ama biraz idare eder gibiydi. Dura yürüye epey zaman geçmiş, ortalık iyice kararmıştı. Neyse ki gecenin karanlığını aydınlatan dolunay vardı. Epey gecikmiş olmalıydım ki; eşim merak edip, beni karşılamaya gelirken yolda Hüseyin Uğur'la karşılaşmış. Hüseyin amca sağ olsun;
-Sen geri dön ben giderim, demiş.
Eşim eve geri dönmüş. Beni karşılamaya gelen Hüseyin amcayı görünce sıkıntılarım hafifledi. Yırtılmayı az da olsa önlemek için, heybenin bir tarafından ben, bir tarafından Hüseyin amca, alttan tutup kaldırarak hayvanın iki yanından kardeş kardeş yürüyorduk. Geç de olsa eve kadar geldik. Adam çok kızdığımı ve yorulduğumu anlamış olacak ki; hiç beklemeden evine geri döndü. Eşimle birlikte bidonları heybeden çıkardık. Bizim heybenin ortası neredeyse kopmak üzereymiş. Eşim;
-Çocuklarla uğraşırken unuttum, olanlardan ötürü özür diliyorum, dedi.
Benim de sinirim geçmişti. Yorgun bir sesle;
-Yapacak bir şey yok, ama yarına yeni bir heybeye ihtiyacımız var dedim.
Kilimin geriye kalan diğer yarısından yeniden heybe dikildi. Bir süre onunla su getirdim. Kafamda ağaçtan heybe gibi bir şey planlıyordum. Mut'a gittim. Marangoz atölyesinde ustayla konuşarak, istediğim şeyi tarif ettim. Çok ağır olmaması için kavak ağacı seçildi. Kesilip delikler açıldı. İskelet kurulup provası yapıldıktan sonra parçaları toplayıp demet şeklinde bağladım ve ihtiyaçlarımı aldıktan sonra köye döndüm. Ertesi gün evin önünde parçaları birleştirip çivilerle sağlam bir biçimde heybeyi yaptım. Daha çok çatmaya benziyordu. Yaptığım şeyi gören köylüler;
-Hayırdır hocam bununla ne yapacaksın? dediler.
-Bununla su taşıyacağım, dedim.
Gülüp geçtiler. Benim derdim onların hoşuna giden bir şey yapmak değil, ihtiyacımı giderebilecek bir şey yapmaktı. Onlara aldırmadan işimi tamamladım. Çeşmeden su taşımaya başladıktan sonra onların da hoşuna gitti. Orada kaldığım iki yıl boyunca yaptığım o ağaç çatmayla su taşıdım. Çok kullanışlıydı. Oraya, buraya çarpsa da içindeki bidonlar zarar görmüyordu.
Çeşmeye gidip gelirken yol boyunca sürekli; evin içinde su akacak bir yere, atamamızın bir gün mutlaka yapılabileceğinin hayalini kurup mutlu olmaya çalışıyordum. Yoksa buna katlanmanın başka bir yolunun olmadığını biliyordum. Önemli olan zorlukların içinden mutlu olabilecek pencereyi bulup açmaktı. Bunu başarmıştım.
Mersin merkezde oturanlara bunlar masal gibi gelebilir. Bu yaşananlar, belki bu gün değil ama, o günkü ülkemin gerçekleriydi.
. Ali Akdoğan
Her gün akşama doğru, güneş batmak üzereyken, köyün güneyinde, bir vadinin içinde, derinlerde bulunan Koca Pınara suya gitmek, artık sıradan bir görev olmuştu benim için. Köylüler suya gidip geldikten sonra, eşekle suya gitme sırası bana geliyordu. Komşudan eşeğini ve heybesini istiyorduk. Hayvanı vermeye olumlu bakıyorlardı. Ancak heybeyi pek vermek istemiyorlardı. Kıldan heybemiz yoktu. Satın almayı da hiç düşünemedik. Evde eski bir kilimimiz vardı. Eşim ortadan ikiye kesti kilimi. Heybe olacak biçimde kıvırıp dikti. Çok da güzel oldu. Evde ne kadar naylon bidon varsa hepsini heybeye doldurup eşeğin üstüne atıyordum. Ben önde, eşek arkamdan yürüyerek aşağıya doğru kıvrılarak inen patikadan çeşmeye gidiyorduk. Yol çok dar ve taşlıklıydı. Bazı yerlerde, yolun kenarında büyük kayalar vardı. Siz çeşmeye giderken, çeşmeden gelen başka bir su yüklü hayvanla karşılaşırsanız, yolun geniş bir yerinde, arabaların birbirine yol vermek için beklediği gibi, bekleyip yol vermek gerekiyordu. Yanyana geçişlerde heybeler birbirine, bazen de yolun kenarındaki büyük kayalara sürtünüyordu.
Bir gün sudan gelirken heybenin tam ortasından bir bölüm hafiften yırtıldı. Yırtılan yeri eşime gösterip, onarmasını, aksi halde çeşmeden gelirken yırtılırsa zorluk yaşayabileceğimi söyledim. Ertesi gün çeşmeye doğru yola koyuldum. Alışmıştım artık. Bu şekilde su taşımak pek zoruma gitmiyordu. Koca pınara vardık. Göletin ortasında bulunan büyükçe taşın üstüne çıktım. Bidonları daldırarak doldurduktan sonra heybeye yerleştirdim. Eve doğru geri dönüşe başladık. Eşek önde ben arkada rampa tırmanıyorduk. Heybeden bir cırt sesi geldi. Sesin geldiği yere eğilip baktım. Unutulmuş, cırtlayan yer onarılmamıştı. İçimi bir sıkıntı kapladı. Eşek her adım attığında bir cırt sesi geldikçe nefesim daralıyordu. Hayvanı durdurup bidonları heybeden çıkardım. Yırtılan yerdeki iki ucu birbirine bağlamaya çalıştım. Pek sağlam olmadı ama biraz idare eder gibiydi. Dura yürüye epey zaman geçmiş, ortalık iyice kararmıştı. Neyse ki gecenin karanlığını aydınlatan dolunay vardı. Epey gecikmiş olmalıydım ki; eşim merak edip, beni karşılamaya gelirken yolda Hüseyin Uğur'la karşılaşmış. Hüseyin amca sağ olsun;
-Sen geri dön ben giderim, demiş.
Eşim eve geri dönmüş. Beni karşılamaya gelen Hüseyin amcayı görünce sıkıntılarım hafifledi. Yırtılmayı az da olsa önlemek için, heybenin bir tarafından ben, bir tarafından Hüseyin amca, alttan tutup kaldırarak hayvanın iki yanından kardeş kardeş yürüyorduk. Geç de olsa eve kadar geldik. Adam çok kızdığımı ve yorulduğumu anlamış olacak ki; hiç beklemeden evine geri döndü. Eşimle birlikte bidonları heybeden çıkardık. Bizim heybenin ortası neredeyse kopmak üzereymiş. Eşim;
-Çocuklarla uğraşırken unuttum, olanlardan ötürü özür diliyorum, dedi.
Benim de sinirim geçmişti. Yorgun bir sesle;
-Yapacak bir şey yok, ama yarına yeni bir heybeye ihtiyacımız var dedim.
Kilimin geriye kalan diğer yarısından yeniden heybe dikildi. Bir süre onunla su getirdim. Kafamda ağaçtan heybe gibi bir şey planlıyordum. Mut'a gittim. Marangoz atölyesinde ustayla konuşarak, istediğim şeyi tarif ettim. Çok ağır olmaması için kavak ağacı seçildi. Kesilip delikler açıldı. İskelet kurulup provası yapıldıktan sonra parçaları toplayıp demet şeklinde bağladım ve ihtiyaçlarımı aldıktan sonra köye döndüm. Ertesi gün evin önünde parçaları birleştirip çivilerle sağlam bir biçimde heybeyi yaptım. Daha çok çatmaya benziyordu. Yaptığım şeyi gören köylüler;
-Hayırdır hocam bununla ne yapacaksın? dediler.
-Bununla su taşıyacağım, dedim.
Gülüp geçtiler. Benim derdim onların hoşuna giden bir şey yapmak değil, ihtiyacımı giderebilecek bir şey yapmaktı. Onlara aldırmadan işimi tamamladım. Çeşmeden su taşımaya başladıktan sonra onların da hoşuna gitti. Orada kaldığım iki yıl boyunca yaptığım o ağaç çatmayla su taşıdım. Çok kullanışlıydı. Oraya, buraya çarpsa da içindeki bidonlar zarar görmüyordu.
Çeşmeye gidip gelirken yol boyunca sürekli; evin içinde su akacak bir yere, atamamızın bir gün mutlaka yapılabileceğinin hayalini kurup mutlu olmaya çalışıyordum. Yoksa buna katlanmanın başka bir yolunun olmadığını biliyordum. Önemli olan zorlukların içinden mutlu olabilecek pencereyi bulup açmaktı. Bunu başarmıştım.
Mersin merkezde oturanlara bunlar masal gibi gelebilir. Bu yaşananlar, belki bu gün değil ama, o günkü ülkemin gerçekleriydi.
. Ali Akdoğan
16 Ocak 2011 Pazar
Koca Pınarın İçilmez Suyu
l983 yılının Ekim ayında Mersin'in Mut ilçesi Ilıca köyü Çatakbağ mahallesinde öğretmen olarak göreve başladım. Okul yok. Lojman yok. Bin bir zorlukla toprak dam bir ev ve geçici bir okul yeri ayarlayıp ev eşyamı, eşimi ve çocuklarımı köye getirdim. Eşyayı taşıyıp yerleştirdik. Artık yemek ve bulaşık için su gerekliydi.
İlk gün eve su getirecek çareler ararken komşu evden eşek ve heybe aldım. Evde ne kadar naylon bidon varsa heybenin içine doldurup, çeşmeye doğru yola çıktım. Kıvrılarak aşağıya doğru inen dar bir patikadan koca pınar dedikleri ve köylülerin içme suyu aldıkları çeşmeye geldim. Çeşme dediysem öyle yapılmış demir oluklu ve oluklarından su akan bir çeşme olarak düşünmeyin. Yerden güçlü bir şekilde fokurdayarak çıkan bir kaynak gözü. Çeşmeden aşağıda sulanacak arazi var ama biraz yüksekte bulunan tarlalara da su çıksın diye bentle şişirip iyice göl haline getirmişler. Suya götürdükleri eşekler göletin içine girer girmez önce işiyor, sonrada sıçıyorlar. Suya giden kişi de aynı göletin içinden bidonlarını daldırarak suyunu dolduruyordu. Bazen su hafiften dalgalanır veya oynarsa, dibe tortuşmuş hayvan gübreleri suyun içinde sallanıp duruyordu. Böyle bir durumla karşılaşınca şok oldum. Önce suyu nereden dolduracağıma karar veremedim. Göletin etrafında bir tur döndüm. En temiz neresi olabilirdi? Sonunda zorunlu olarak suyun kaynadığı yerden doldurdum bidonları. Ama içime sinmiyordu. Çünkü su kimya laboratuvarlarında hazırlanan kültür suyundan farksızdı. Yola çıktık. Bir rampa tırmanıyoruz ki; bırakın elinizde su bidonu taşımayı, insan kendini bile zor taşıyor öyle bir rampada. Eşek önde ben arkada tepeye çıktık. Evlerin arasından geçerek eve kadar geldik. Yolda karşılaştığım köylüler;
-O hocam, sen de su getirmeyi öğrendin. Yakında tam köylü olursun, dediler.
Onların bu sözlerine ancak tebessüm edebiliyordum. Eve geldiğimde saate baktım, gidiş gelişimin üzerinden bir saate yakın bir zaman geçmiş.Heybeden bidonları çıkarıp kapının önünde yere dizdim. Hayvanı sahibine teslim edip geri geldiğimde sular içeri taşınmıştı. Suyun alındığı yerin durumunu eşime anlatamadım. Çünkü tiksinip içmekten ve yemek yapmaktan vaz geçer diye çekindim. Köyde başka nerede daha temiz su var onu da bilmiyordum. Ertesi gün okulda öğrencilere başka bir içme suyunun olup olmadığını sordum. Çok uzakta başka bir su olduğunu, ancak oradan her gün su getirmenin imkansız olduğunu söylediler. Tam bir çaresizlik içindeydim. Çok geçmeden köylüleri okula çağırıp bir toplantı yaptım. İçme suyunun kirli olduğunu, bu sudan insanlara hastalıklar bulaşabileceğini, en kısa zamanda buna bir çare bulmamız gerektiğini anlattım. Köylüler benim söylediklerime pek inanmadı. Mehmet Uğur söz istedi ve;
-Hocam bizim su yer altından çok güçlü kaynıyor ve biz suyun kaynak gözünden dolduruyoruz kaplarımızı. Sen de kaynaktan doldur. Hiç bir şey olmaz allahın izniyle, dedi.
Ben işin bilimsel tarafını anlatmaya başladım. Suyun içinde gözle göremediğimiz bazı canlıların olduğunu, bu canlıların balık gibi suyun içinde hareket ettiğini ve her tarafa gidebildiklerini, dolayısıyla kaynağın gözünde de bu canlıların olabileceğini ve bu canlıların hastalık yapabileceğini söyleyince, hepsi bir ağızdan;
-Yok artık hocam sen de söyleyecek başka bir şey bulamıyorsun suyumuzu kötülüyorsun. Köyü beğenmediğin için bahaneler uyduruyorsun, dediler.
Söylediklerimin hepsi doğruydu ama inandıramamıştım hiç birini. Ailem için önlem almalıydım. Bir hafta sonra ilçe merkezindeki sağlık ocağına gittim. Doktorla görüşüp durumu anlattım. Oradaki görevliler, poşet içinde kireç kaymağı ve bir enjektör verdiler. Eriyik hazırlayıp o eriyikten enjektörle bidonların içine ölçülü olarak karıştırıp dinlendirdikten sonra içebileceğimizi söylediler. Söylenenleri yapmaya başladım. Ama köylülerin kirli su içmesini önlemenin köy öğretmeni olarak sorumluluğum olduğunu düşünüyordum. Analiz için çevre sağlıktan yardım istedim. Köye aşı için gelen ekipten sağlık memuruna bu görev de verilmişti. Birlikte kocapınara gidip örnek alacaktık. Ekiple dolaşan ve yakın köylü olan bir sıhhiye karşı çıkarak;
-Yahu ne yapacaksınız tahlili. Bırakın eski köye yeni adet getirmeyi, dedi.
O anda çok sinirlendiğimi anımsıyorum. Adama bağırarak;
-Sen ne diyorsun be adam? Madem bu düşüncedesin, niçin köyleri dolaşıp aşı yapıyorsunuz? Bırakın herkesi kendi haline. Kim nasıl ve ne zaman ölürse ölsün, dedim.
Sağlık memuru;
-Boş ver öğretmenim, sen onun dediklerine aldırma. Gidelim örnekleri alalım, dedi.
Kaynağın gözünden kurallara uygun olarak alınan su örnekleri Anamur'a analize gönderildi. Sonuç; "%0,272 mikroorganizmalı, kesin içilmez, kaynağın üstünün çalılarla örtülerek kapatılması" olarak geldi. Haklı çıkmıştım Ama köylüler yine içmeye devam etti. Hatta bir gün suya gidiyordum. Koca pınar göletinin ortasında büyükçe bir taş vardı. Suya gidenler o taşın üstüne çıkıp bidonlarını kaynağın gözüne daldırarak doldururlardı. Köylülerden Mehmet Uğur o taşın üstüne çömelmiş, avuçlayarak su içerken, beni fark edememişti. Söylenmeye başladı;
-Yahu arkadaş şu mübarek suya bak. Bu öğretmen nereden geldi bilmiyorum. Baş belası herif suya kirli diye diye bizi tiksindirdi. Ağız tadıyla kanan kana içiyorduk, içemez olduk, dedi.
Çeşmeye yaklaştığımı görünce, taşın üstünden kalktı. Hafif tebessüm ederek, mahcup bir biçimde yanımdan geçip gitti. köylüler rapor falan dinlemediler. İçmeye devam ettiler. Ben evimin suyunu hep kendim taşıdım. Akşam kireç kaymağı ile ilaçladım. Dinlendirdikten sonra içtik.
O köyde kaldığımız üç yıl boyunca, ne kadar içilebilir evsafta olduğunu bilmeyerek ve hep şüphe ile, Koca Pınardan su içtik. Köye içme suyu getirilmesi yönünde yazışmalarım oldu. İlçe kaymakamıyla yüz yüze görüşmelerim oldu. Fakat başaramadan o köyden ayrıldım.
Ali Akdoğan
İlk gün eve su getirecek çareler ararken komşu evden eşek ve heybe aldım. Evde ne kadar naylon bidon varsa heybenin içine doldurup, çeşmeye doğru yola çıktım. Kıvrılarak aşağıya doğru inen dar bir patikadan koca pınar dedikleri ve köylülerin içme suyu aldıkları çeşmeye geldim. Çeşme dediysem öyle yapılmış demir oluklu ve oluklarından su akan bir çeşme olarak düşünmeyin. Yerden güçlü bir şekilde fokurdayarak çıkan bir kaynak gözü. Çeşmeden aşağıda sulanacak arazi var ama biraz yüksekte bulunan tarlalara da su çıksın diye bentle şişirip iyice göl haline getirmişler. Suya götürdükleri eşekler göletin içine girer girmez önce işiyor, sonrada sıçıyorlar. Suya giden kişi de aynı göletin içinden bidonlarını daldırarak suyunu dolduruyordu. Bazen su hafiften dalgalanır veya oynarsa, dibe tortuşmuş hayvan gübreleri suyun içinde sallanıp duruyordu. Böyle bir durumla karşılaşınca şok oldum. Önce suyu nereden dolduracağıma karar veremedim. Göletin etrafında bir tur döndüm. En temiz neresi olabilirdi? Sonunda zorunlu olarak suyun kaynadığı yerden doldurdum bidonları. Ama içime sinmiyordu. Çünkü su kimya laboratuvarlarında hazırlanan kültür suyundan farksızdı. Yola çıktık. Bir rampa tırmanıyoruz ki; bırakın elinizde su bidonu taşımayı, insan kendini bile zor taşıyor öyle bir rampada. Eşek önde ben arkada tepeye çıktık. Evlerin arasından geçerek eve kadar geldik. Yolda karşılaştığım köylüler;
-O hocam, sen de su getirmeyi öğrendin. Yakında tam köylü olursun, dediler.
Onların bu sözlerine ancak tebessüm edebiliyordum. Eve geldiğimde saate baktım, gidiş gelişimin üzerinden bir saate yakın bir zaman geçmiş.Heybeden bidonları çıkarıp kapının önünde yere dizdim. Hayvanı sahibine teslim edip geri geldiğimde sular içeri taşınmıştı. Suyun alındığı yerin durumunu eşime anlatamadım. Çünkü tiksinip içmekten ve yemek yapmaktan vaz geçer diye çekindim. Köyde başka nerede daha temiz su var onu da bilmiyordum. Ertesi gün okulda öğrencilere başka bir içme suyunun olup olmadığını sordum. Çok uzakta başka bir su olduğunu, ancak oradan her gün su getirmenin imkansız olduğunu söylediler. Tam bir çaresizlik içindeydim. Çok geçmeden köylüleri okula çağırıp bir toplantı yaptım. İçme suyunun kirli olduğunu, bu sudan insanlara hastalıklar bulaşabileceğini, en kısa zamanda buna bir çare bulmamız gerektiğini anlattım. Köylüler benim söylediklerime pek inanmadı. Mehmet Uğur söz istedi ve;
-Hocam bizim su yer altından çok güçlü kaynıyor ve biz suyun kaynak gözünden dolduruyoruz kaplarımızı. Sen de kaynaktan doldur. Hiç bir şey olmaz allahın izniyle, dedi.
Ben işin bilimsel tarafını anlatmaya başladım. Suyun içinde gözle göremediğimiz bazı canlıların olduğunu, bu canlıların balık gibi suyun içinde hareket ettiğini ve her tarafa gidebildiklerini, dolayısıyla kaynağın gözünde de bu canlıların olabileceğini ve bu canlıların hastalık yapabileceğini söyleyince, hepsi bir ağızdan;
-Yok artık hocam sen de söyleyecek başka bir şey bulamıyorsun suyumuzu kötülüyorsun. Köyü beğenmediğin için bahaneler uyduruyorsun, dediler.
Söylediklerimin hepsi doğruydu ama inandıramamıştım hiç birini. Ailem için önlem almalıydım. Bir hafta sonra ilçe merkezindeki sağlık ocağına gittim. Doktorla görüşüp durumu anlattım. Oradaki görevliler, poşet içinde kireç kaymağı ve bir enjektör verdiler. Eriyik hazırlayıp o eriyikten enjektörle bidonların içine ölçülü olarak karıştırıp dinlendirdikten sonra içebileceğimizi söylediler. Söylenenleri yapmaya başladım. Ama köylülerin kirli su içmesini önlemenin köy öğretmeni olarak sorumluluğum olduğunu düşünüyordum. Analiz için çevre sağlıktan yardım istedim. Köye aşı için gelen ekipten sağlık memuruna bu görev de verilmişti. Birlikte kocapınara gidip örnek alacaktık. Ekiple dolaşan ve yakın köylü olan bir sıhhiye karşı çıkarak;
-Yahu ne yapacaksınız tahlili. Bırakın eski köye yeni adet getirmeyi, dedi.
O anda çok sinirlendiğimi anımsıyorum. Adama bağırarak;
-Sen ne diyorsun be adam? Madem bu düşüncedesin, niçin köyleri dolaşıp aşı yapıyorsunuz? Bırakın herkesi kendi haline. Kim nasıl ve ne zaman ölürse ölsün, dedim.
Sağlık memuru;
-Boş ver öğretmenim, sen onun dediklerine aldırma. Gidelim örnekleri alalım, dedi.
Kaynağın gözünden kurallara uygun olarak alınan su örnekleri Anamur'a analize gönderildi. Sonuç; "%0,272 mikroorganizmalı, kesin içilmez, kaynağın üstünün çalılarla örtülerek kapatılması" olarak geldi. Haklı çıkmıştım Ama köylüler yine içmeye devam etti. Hatta bir gün suya gidiyordum. Koca pınar göletinin ortasında büyükçe bir taş vardı. Suya gidenler o taşın üstüne çıkıp bidonlarını kaynağın gözüne daldırarak doldururlardı. Köylülerden Mehmet Uğur o taşın üstüne çömelmiş, avuçlayarak su içerken, beni fark edememişti. Söylenmeye başladı;
-Yahu arkadaş şu mübarek suya bak. Bu öğretmen nereden geldi bilmiyorum. Baş belası herif suya kirli diye diye bizi tiksindirdi. Ağız tadıyla kanan kana içiyorduk, içemez olduk, dedi.
Çeşmeye yaklaştığımı görünce, taşın üstünden kalktı. Hafif tebessüm ederek, mahcup bir biçimde yanımdan geçip gitti. köylüler rapor falan dinlemediler. İçmeye devam ettiler. Ben evimin suyunu hep kendim taşıdım. Akşam kireç kaymağı ile ilaçladım. Dinlendirdikten sonra içtik.
O köyde kaldığımız üç yıl boyunca, ne kadar içilebilir evsafta olduğunu bilmeyerek ve hep şüphe ile, Koca Pınardan su içtik. Köye içme suyu getirilmesi yönünde yazışmalarım oldu. İlçe kaymakamıyla yüz yüze görüşmelerim oldu. Fakat başaramadan o köyden ayrıldım.
Ali Akdoğan
14 Ocak 2011 Cuma
Ne Acelen Vardı Be Ali
"Kıvırcık Ali'nin Anısına"
Toprak mı çağırdı? Yoksa sen mi gitmek için acele ettin? Yemyeşil bir vadinin içinde, iki metrelik mezar çukurunda yatmayı koca dünyada gezip dolaşmaya tercih etmenin acelesi neydi be Ali.
Her randevuna böyle dakik mi giderdin? Yoksa bu sefer randevu mu sana erken geldi? Şimdi artık o yeşil vadi senin mekanın. Çam ağaçlarının arasında uzanmış, rüzgarın sesini dinliyorsun. Rüzgarda titreyen ağaç dallarının çıkardığı nameler, sazının ezgilerine karışarak, tadına doyulmaz bir senfoninin tınılarını yayıyor çevreye. Gülümseyince yüzüne çöken o cezbedici aydınlık vadiyi aydınlatırken, gözlüklerinin ardından aşağıdaki ovayı seyrediyorsun gülümseyerek. Gitmek için ne acelen vardı be Ali.
Ama artık çok geç. Ne söylesek boş. Ayrılık vakti geldi. Dönüşü olmayan bir ayrılık. Düşündükçe nefesim daralıyor. Ama biliyorum ki katlanmaktan başka çaresi yok. Gittiğin yerdeki ozanlar; Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Veysel baba, Muhlis Akarsu, Mahsuni, Aliekber, Mahmut Erdal, Köroğlu, Dadaloğlu, Karaca Oğlan ve yolunu bekleyen bütün ozanlara selam götür. Onlar sana kavuştuğu için seviniyorlar biliyorum. Ama bizim kahredici üzüntümüzü görmüyor musun be Ali.
Saçı olmayana kıvırcık adı bu kadar mı yakışır. Kim koymuşsa kutlamak gerek. Senden bir isteğim daha var. Gittiğin yerde gözlüklere ihtiyacın yok biliyorum. Ama hayalimizdeki görüntünü korumak için orada da gözlüklerini tak. Gözlükler sana çok yakışıyordu be Ali.
Yolun aydınlık olsun. Yokluğun çok dokunuyor sevenlerine. Katlanmak gerektiğini bildiğim halde yine de zor be Ali.
Ali Akdoğan
Toprak mı çağırdı? Yoksa sen mi gitmek için acele ettin? Yemyeşil bir vadinin içinde, iki metrelik mezar çukurunda yatmayı koca dünyada gezip dolaşmaya tercih etmenin acelesi neydi be Ali.
Her randevuna böyle dakik mi giderdin? Yoksa bu sefer randevu mu sana erken geldi? Şimdi artık o yeşil vadi senin mekanın. Çam ağaçlarının arasında uzanmış, rüzgarın sesini dinliyorsun. Rüzgarda titreyen ağaç dallarının çıkardığı nameler, sazının ezgilerine karışarak, tadına doyulmaz bir senfoninin tınılarını yayıyor çevreye. Gülümseyince yüzüne çöken o cezbedici aydınlık vadiyi aydınlatırken, gözlüklerinin ardından aşağıdaki ovayı seyrediyorsun gülümseyerek. Gitmek için ne acelen vardı be Ali.
Ama artık çok geç. Ne söylesek boş. Ayrılık vakti geldi. Dönüşü olmayan bir ayrılık. Düşündükçe nefesim daralıyor. Ama biliyorum ki katlanmaktan başka çaresi yok. Gittiğin yerdeki ozanlar; Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Veysel baba, Muhlis Akarsu, Mahsuni, Aliekber, Mahmut Erdal, Köroğlu, Dadaloğlu, Karaca Oğlan ve yolunu bekleyen bütün ozanlara selam götür. Onlar sana kavuştuğu için seviniyorlar biliyorum. Ama bizim kahredici üzüntümüzü görmüyor musun be Ali.
Saçı olmayana kıvırcık adı bu kadar mı yakışır. Kim koymuşsa kutlamak gerek. Senden bir isteğim daha var. Gittiğin yerde gözlüklere ihtiyacın yok biliyorum. Ama hayalimizdeki görüntünü korumak için orada da gözlüklerini tak. Gözlükler sana çok yakışıyordu be Ali.
Yolun aydınlık olsun. Yokluğun çok dokunuyor sevenlerine. Katlanmak gerektiğini bildiğim halde yine de zor be Ali.
Ali Akdoğan
7 Ocak 2011 Cuma
Küpler Ağır Olmuş Kalkmıyor
1983 Yılında Bingöl'den Mersin'in Mut ilçesinin Ilıca köyüne bağlı Çatakbağ mahallesine öğretmen olarak atandım. Köyü ve okulun durumunu görmek için Eylül ayında görev yerime gittim. Ne okul var, ne de oturacak ev.
Köylülerle görüştüm. Muhtarı bulup durum değerlendirmesi yaptık. Topraktan iki göz bir köy evini okul olarak köylüler kendileri yapmışlar. Bir odasında ders yapılmış, bir odasında da öğretmen oturmuş. Ama ben evliydim ve iki çocuğum vardı. Öğretmenler için yapılan odaya sığmamız mümkün görünmüyordu. Oturacak başka bir yer aradık. Köyde herkes kendi ihtiyacı kadar ev yapmış. Kiraya tutulacak Tahsin Acar'a ait bir ev vardı. O da tüm ısrarlara rağmen evi kiraya vermedi. Öyle bir sıkıntıya düştüm ki sormayın. İki çocuğum ile eşim Elazığ'da kalmıştı. Ben burada nasıl görev yaparım. Kafayı tırlatmak üzereydim. İstifa etmeyi bile düşünüyordum. Mut'a geri döndüm. İlköğretim müdürüne gittim, ve;
-Oturacak ev bulamadım. Beni başka bir köye verin. Eşimi çocuklarımı yanıma getiremezsem görevimde başarılı olamam, dedim.
İlköğretim müdürü Mehmet Müezinoğlu yüzüme uzun uzun baktıktan sonra;
-Acele etme, bir çaresi bulunur, dedi.
Tam o sırada ilköğretim müfettişi Müslüm Yıldırım içeri girdi. Bizim düşünceli ve gergin halimizi görünce merakla;
-Hayrola bir şey mi var? diye sordu.
Müdür, durumu anlattı. Birlikte köye gitmemizin iyi olacağını söyledi. Müslüm bey de durumun önemini anlamış olacak ki; birlikte köye gitmeyi kabul etti. İlköğretim müdürlüğünün makam aracıyla köye gittik. Köylüler arabanın etrafına toplandı. Konu açılır açılmaz köylülerden biri.
-İbrahim Acar'ın küçük oğlu Durmuş ali askere gidecek. Hanımı babasının yanında oturacak. Onların evi boşalacak. O evi öğretmene verseler iyi olur, dedi.
Hemen kalabalığın arasından İbrahim'in büyük oğlu Mehmet acar atıldı;
-O evde bekmez güpleri var. Güpler ağır olmuş kalkmıyor, dedi.
Bu sözler Müslüm Yıldırım'ın çok zoruna gitmişti. Mehmet'e ters ters bakıp;
-Güpler okuldan daha önemliyse, o zaman bu okulun burada gereği yok. Rapor tutup okulu kapatalım, öğretmeni de başka köye gönderelim, dedi.
İçimden sevinmeye başlamıştım ki, ilköğretim müdürü Mehmet bey;
-Şurada, yolun kenarında boş duran, içine ot doldurduğunuz bir yer var. Orası kime ait? dedi.
Köy muhtarı Hüseyin Arı;
- Orayı köy camisi olarak yapmıştık, ama imam olmayınca kapalı. İçinde nohut çuvalları ve ot var, dedi.
Mehmet bey;
-Orayı boşaltıp okul yapacağız, öğretmen de eski okulda oturacak, dedi.
Bana dönüp; olup olamayacağını sordular. Yapacak bir şeyin olmadığını, mecburen kabul ettiğimi başımla onayladım. Sorun çözülmüştü. Onlar geldikleri arabayla ilçeye döndüler. Ben de, okulu eğitim öğretime hazırlanmak için çalışmalara başladım.
Çocuklar toplanıp geldiler. Caminin kapısını açtık. İçindeki çuvallar ve ot balyaları sahibi tarafından dışarı çıkarıldı. İki basamakla aşağıya doğru inilerek içeri girilen, küçük iki pencereyle ancak lamba yanınca insanların etrafı rahat görebileceği, elli metrekare büyüklüğünde tek odalı bir yer. Yerler silinip süpürülecekti. Çocuklara;
-Suyu nereden getiriyorsunuz? Köyün çeşmesi nerede? diye sorunca;
Çocuklar hep bir ağızdan;
-Suyu koca pınardan alıyoruz öğretmenim. Bidonları doldurup, atlarla, eşeklerle getiriyoruz, dediler.
-Peki hayvan olmadan su getirmek mümkün değil mi? dedim.
-Öğretmenim çeşme ta aşağıda, hem de çok uzak, dediler.
Köye araba gelmiyor. Bir saatlik yaya yolu var. Ev yok. Okul yok. Su yok. Bakkal yok. Birden gözlerim karardı. Kulaklarımda çocukların söyledikleri uğuldamaya başladı. Kendi kendime;
-Yahu ben ne günah işledim? Kime ne yaptım? Nerede bir mahrumiyet varsa hep bana mı düşecek? Bu çile ne zaman bitecek? Nasıl bir yere geldim? Daha bir çok sorular sormaya başladım kendime.
İsyanlardaydım. Elim kolum soğudu. Bütün şevkim kırıldı. Çocuklar sıraları içeri taşıyıp dizdiler. Sıra dediysem öyle albenili olarak düşünmeyin. Başka bir okulun kullanmayıp eskimiş diye depoya kaldırdığı eski sıralar. Kapıyı kitledik. Çocuklar evlere dağıldılar. Köyün içine doğru yürümeye başladım. Serseri mayın gibiydim. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Osman Uğur'un sesiyle irkilip, kendime geldim. Evine davet etti. Gittim oturdum. Adam konuşmak, sohbet etmek istiyordu. Ama olanlardan çok etkilendiğim için içimden gelmiyordu. Bir an önce uyumak istiyordum. Aslında uyumaktan çok kendimle baş başa kalarak içinde bulunduğum durumun bir analizini yapmak ve bununla nasıl başa çıkabileceğimi planlamak istiyordum. Sabaha kadar uyuyamadım. Sabah kalkıp Mut'a gittim. İzin alıp ev eşyamı eşimi ve çocuklarımı getirmek üzere Elazığ'a gittim.
İstifa etme düşüncemi ailemle de konuştum. Eşim ve babam karşı çıktı. Biraz destek olsalardı anında basacaktım istifayı. İki gün içinde bir kamyon ayarlandı. Eşyaları yükledik. Eşyaların üzerinde kamyonun kasasında çadırın altında kendimize yer yapıp oraya bindik. Küçük kardeşim İdris te bizimle geldi. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sora köy yoluna saptık. Yol stabilize ve virajları dar, dingilli kamyon yola sığmıyordu. Bir rampada araba çekmedi. Şoför bana kızarak;
-Yahu traktörün gitmediği yola dingilli kamyon getirdin, bu senin yaptığın iş mi? dedi
Zaten isteksiz geldiğimiz için canım burnumdaydı. Bu sözler de işin tuzu biberi olmuştu. Şoföre bağırarak;
-Yani ne diyorsun? Elazığ'dan buraya eşyayı traktörlen mi getirseydim be adam? dedim.
Benden böyle bir tepki beklemiyordu sanırım. Hemen çark etti. Biraz çabadan sonra, köye kadar gittik. Kamyon durdu. Arabadan indik. Yol hepimizi çarpmıştı. Köyün imkansızlıklarını yol boyunca eşime anlatmıştım. Çok abarttığımı sanıyordu. Köyün durumunu görünce beni üzmemek için kendini tutan eşimin sinirleri boşaldı. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Zor bela susturduk. Eşyaları aceleyle indirdik. Kamyon geri döndü. Bir taraftan eşyalar içeri taşınıyor, bir taraftan; keşke geri gitseydik diye söyleniyorduk. İki gün sonra sabaha karşı dörtte kalktık. İdris geri dönecekti. Elimizde çıra, bir köylünün rehberliğinde, bir saatlik yaya yolundan sonra, Ilıca'da arabaya bindirdim. Geri döndüğümüzde hava aydınlanmıştı. Öyle bir vadiyi inip çıkmıştık ki duvar tırmanır gibi. Ayağınız kaysa, dereye kadar yuvarlanırsınız. Acemi halimizle o yolu nasıl yürüdüğümüzü düşündükçe ürperiyordum. Bu köyden bir yolunu bulup gitmeliydim, ama nasıl?
Öğretmen okulunu Mersin'de okuduğum için bazı tanıdıklarım vardı. Onlar aracılığıyla tayinim yapılır diyordum. Birileriyle görüştüm. Yardımcı olacaklarını, en fazla bir yıl kalacağımı söylediler. Ama ben o köyde üç yıl kaldım. Koca pınardan eşekle su getirip içtik. Üstelik sağlıklı olmadığı, Anamur'da yapılan tahlil sonucu kesin içilmez raporu ile belgelenen su. Üç yıl süresince, kireç kaymağı ile ilaçlayıp dinlendirdikten sonra içtik. Köye başka yerden su getirmek için çabalarım oldu, fakat başaramadım. Okul ve lojman yapılması için sürekli yazışmalar yaptım. Üçüncü yılda okul ve lojman yapıldı. Yarıyılda tamamlanmasına rağmen kaymakam Erdal Ata; açılış yapılacak, kirlenmesin diye okulda ders yapmamıza müsaade etmedi. O sırada okul müdürü olarak Aslanköy'e atamam yapıldı. Yeni yapılan okulda ders yapmadan, oradan ayrıldım.
Tek sevincim; benden sonra oraya atanacak öğretmenin okul ve lojman sorunu yaşamayacak olmasıydı.
İyi ki de istifa etmemiştim. Zor günler mutlaka geçermiş. Her gecenin sonunda mutlaka güneşin doğacağını unutmamak gerek.
Ali Akdoğan
Köylülerle görüştüm. Muhtarı bulup durum değerlendirmesi yaptık. Topraktan iki göz bir köy evini okul olarak köylüler kendileri yapmışlar. Bir odasında ders yapılmış, bir odasında da öğretmen oturmuş. Ama ben evliydim ve iki çocuğum vardı. Öğretmenler için yapılan odaya sığmamız mümkün görünmüyordu. Oturacak başka bir yer aradık. Köyde herkes kendi ihtiyacı kadar ev yapmış. Kiraya tutulacak Tahsin Acar'a ait bir ev vardı. O da tüm ısrarlara rağmen evi kiraya vermedi. Öyle bir sıkıntıya düştüm ki sormayın. İki çocuğum ile eşim Elazığ'da kalmıştı. Ben burada nasıl görev yaparım. Kafayı tırlatmak üzereydim. İstifa etmeyi bile düşünüyordum. Mut'a geri döndüm. İlköğretim müdürüne gittim, ve;
-Oturacak ev bulamadım. Beni başka bir köye verin. Eşimi çocuklarımı yanıma getiremezsem görevimde başarılı olamam, dedim.
İlköğretim müdürü Mehmet Müezinoğlu yüzüme uzun uzun baktıktan sonra;
-Acele etme, bir çaresi bulunur, dedi.
Tam o sırada ilköğretim müfettişi Müslüm Yıldırım içeri girdi. Bizim düşünceli ve gergin halimizi görünce merakla;
-Hayrola bir şey mi var? diye sordu.
Müdür, durumu anlattı. Birlikte köye gitmemizin iyi olacağını söyledi. Müslüm bey de durumun önemini anlamış olacak ki; birlikte köye gitmeyi kabul etti. İlköğretim müdürlüğünün makam aracıyla köye gittik. Köylüler arabanın etrafına toplandı. Konu açılır açılmaz köylülerden biri.
-İbrahim Acar'ın küçük oğlu Durmuş ali askere gidecek. Hanımı babasının yanında oturacak. Onların evi boşalacak. O evi öğretmene verseler iyi olur, dedi.
Hemen kalabalığın arasından İbrahim'in büyük oğlu Mehmet acar atıldı;
-O evde bekmez güpleri var. Güpler ağır olmuş kalkmıyor, dedi.
Bu sözler Müslüm Yıldırım'ın çok zoruna gitmişti. Mehmet'e ters ters bakıp;
-Güpler okuldan daha önemliyse, o zaman bu okulun burada gereği yok. Rapor tutup okulu kapatalım, öğretmeni de başka köye gönderelim, dedi.
İçimden sevinmeye başlamıştım ki, ilköğretim müdürü Mehmet bey;
-Şurada, yolun kenarında boş duran, içine ot doldurduğunuz bir yer var. Orası kime ait? dedi.
Köy muhtarı Hüseyin Arı;
- Orayı köy camisi olarak yapmıştık, ama imam olmayınca kapalı. İçinde nohut çuvalları ve ot var, dedi.
Mehmet bey;
-Orayı boşaltıp okul yapacağız, öğretmen de eski okulda oturacak, dedi.
Bana dönüp; olup olamayacağını sordular. Yapacak bir şeyin olmadığını, mecburen kabul ettiğimi başımla onayladım. Sorun çözülmüştü. Onlar geldikleri arabayla ilçeye döndüler. Ben de, okulu eğitim öğretime hazırlanmak için çalışmalara başladım.
Çocuklar toplanıp geldiler. Caminin kapısını açtık. İçindeki çuvallar ve ot balyaları sahibi tarafından dışarı çıkarıldı. İki basamakla aşağıya doğru inilerek içeri girilen, küçük iki pencereyle ancak lamba yanınca insanların etrafı rahat görebileceği, elli metrekare büyüklüğünde tek odalı bir yer. Yerler silinip süpürülecekti. Çocuklara;
-Suyu nereden getiriyorsunuz? Köyün çeşmesi nerede? diye sorunca;
Çocuklar hep bir ağızdan;
-Suyu koca pınardan alıyoruz öğretmenim. Bidonları doldurup, atlarla, eşeklerle getiriyoruz, dediler.
-Peki hayvan olmadan su getirmek mümkün değil mi? dedim.
-Öğretmenim çeşme ta aşağıda, hem de çok uzak, dediler.
Köye araba gelmiyor. Bir saatlik yaya yolu var. Ev yok. Okul yok. Su yok. Bakkal yok. Birden gözlerim karardı. Kulaklarımda çocukların söyledikleri uğuldamaya başladı. Kendi kendime;
-Yahu ben ne günah işledim? Kime ne yaptım? Nerede bir mahrumiyet varsa hep bana mı düşecek? Bu çile ne zaman bitecek? Nasıl bir yere geldim? Daha bir çok sorular sormaya başladım kendime.
İsyanlardaydım. Elim kolum soğudu. Bütün şevkim kırıldı. Çocuklar sıraları içeri taşıyıp dizdiler. Sıra dediysem öyle albenili olarak düşünmeyin. Başka bir okulun kullanmayıp eskimiş diye depoya kaldırdığı eski sıralar. Kapıyı kitledik. Çocuklar evlere dağıldılar. Köyün içine doğru yürümeye başladım. Serseri mayın gibiydim. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Osman Uğur'un sesiyle irkilip, kendime geldim. Evine davet etti. Gittim oturdum. Adam konuşmak, sohbet etmek istiyordu. Ama olanlardan çok etkilendiğim için içimden gelmiyordu. Bir an önce uyumak istiyordum. Aslında uyumaktan çok kendimle baş başa kalarak içinde bulunduğum durumun bir analizini yapmak ve bununla nasıl başa çıkabileceğimi planlamak istiyordum. Sabaha kadar uyuyamadım. Sabah kalkıp Mut'a gittim. İzin alıp ev eşyamı eşimi ve çocuklarımı getirmek üzere Elazığ'a gittim.
İstifa etme düşüncemi ailemle de konuştum. Eşim ve babam karşı çıktı. Biraz destek olsalardı anında basacaktım istifayı. İki gün içinde bir kamyon ayarlandı. Eşyaları yükledik. Eşyaların üzerinde kamyonun kasasında çadırın altında kendimize yer yapıp oraya bindik. Küçük kardeşim İdris te bizimle geldi. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sora köy yoluna saptık. Yol stabilize ve virajları dar, dingilli kamyon yola sığmıyordu. Bir rampada araba çekmedi. Şoför bana kızarak;
-Yahu traktörün gitmediği yola dingilli kamyon getirdin, bu senin yaptığın iş mi? dedi
Zaten isteksiz geldiğimiz için canım burnumdaydı. Bu sözler de işin tuzu biberi olmuştu. Şoföre bağırarak;
-Yani ne diyorsun? Elazığ'dan buraya eşyayı traktörlen mi getirseydim be adam? dedim.
Benden böyle bir tepki beklemiyordu sanırım. Hemen çark etti. Biraz çabadan sonra, köye kadar gittik. Kamyon durdu. Arabadan indik. Yol hepimizi çarpmıştı. Köyün imkansızlıklarını yol boyunca eşime anlatmıştım. Çok abarttığımı sanıyordu. Köyün durumunu görünce beni üzmemek için kendini tutan eşimin sinirleri boşaldı. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Zor bela susturduk. Eşyaları aceleyle indirdik. Kamyon geri döndü. Bir taraftan eşyalar içeri taşınıyor, bir taraftan; keşke geri gitseydik diye söyleniyorduk. İki gün sonra sabaha karşı dörtte kalktık. İdris geri dönecekti. Elimizde çıra, bir köylünün rehberliğinde, bir saatlik yaya yolundan sonra, Ilıca'da arabaya bindirdim. Geri döndüğümüzde hava aydınlanmıştı. Öyle bir vadiyi inip çıkmıştık ki duvar tırmanır gibi. Ayağınız kaysa, dereye kadar yuvarlanırsınız. Acemi halimizle o yolu nasıl yürüdüğümüzü düşündükçe ürperiyordum. Bu köyden bir yolunu bulup gitmeliydim, ama nasıl?
Öğretmen okulunu Mersin'de okuduğum için bazı tanıdıklarım vardı. Onlar aracılığıyla tayinim yapılır diyordum. Birileriyle görüştüm. Yardımcı olacaklarını, en fazla bir yıl kalacağımı söylediler. Ama ben o köyde üç yıl kaldım. Koca pınardan eşekle su getirip içtik. Üstelik sağlıklı olmadığı, Anamur'da yapılan tahlil sonucu kesin içilmez raporu ile belgelenen su. Üç yıl süresince, kireç kaymağı ile ilaçlayıp dinlendirdikten sonra içtik. Köye başka yerden su getirmek için çabalarım oldu, fakat başaramadım. Okul ve lojman yapılması için sürekli yazışmalar yaptım. Üçüncü yılda okul ve lojman yapıldı. Yarıyılda tamamlanmasına rağmen kaymakam Erdal Ata; açılış yapılacak, kirlenmesin diye okulda ders yapmamıza müsaade etmedi. O sırada okul müdürü olarak Aslanköy'e atamam yapıldı. Yeni yapılan okulda ders yapmadan, oradan ayrıldım.
Tek sevincim; benden sonra oraya atanacak öğretmenin okul ve lojman sorunu yaşamayacak olmasıydı.
İyi ki de istifa etmemiştim. Zor günler mutlaka geçermiş. Her gecenin sonunda mutlaka güneşin doğacağını unutmamak gerek.
Ali Akdoğan
5 Ocak 2011 Çarşamba
Kamyonla Gelen Yaşam
1982 Yılının Ekim ayının sonlarıydı. Bingöl ili Sancak kasabasına bağlı Yaygınçayır köyünün Ugurova mezrasında öğretmen olarak görev yapıyordum. Mezra olduğuna bakmayın. O da kendi içinde üç mahalleye bölünmüştü. Okulun bulunduğu mahalle onüç ev, karşıda dağınık biçimde birbirine uzak beş ev, çayırlar mıntıkasında da onbir ev vardı. Bu mahallelerin arası yarımşar saatlik yürüyüş mesafesindeydi. Mezra; bulunduğu mıntıkaya göre daha yüksekte kurulu olduğu için, sonbaharın en soğuk günleriydi. Kar yağdı yağacak. Kış hazırlıklarına başlanmıştı. Mezra; arabaların geçtiği kasaba yolundan yaklaşık kırkbeş dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. Yaz, kış yaya yürünüyordu bu mesafe.
Karım ve iki oğlum ile birlikte okulun lojmanında oturuyorduk. Sertaç iki yaşında, Serkan ise henüz altı aylıktı. Akşam olmuştu. Serkan emzirilip yatağına yatırıldı. eşim; gaz lambasının ışığında, salonun ortasına koyduğu plastik leğende, çocukların çamaşırlarını yıkıyordu. Sertaç'ta benim yanımda oyuncaklarıyla onuyordu. Kendi aramızda sohbet ediyorduk. Serkan bir ağlamayla uyandı ve ileri geri gerinerek kaskatı kesildi. Bağırsakları gurulduyor, midesi bulanıyor ama kusmuyordu. Annesi kucağına alır almaz boynu düştü. Eşim heyecanla bağırarak;
-Yetiş çocuk ölüyor, dedi.
Heyecanla yerimden fırlayıp çocuğu annesinin kucağından aldım ve ayaklarından tutup baş aşağı silkeledim. Çocuk yeniden toparlanır gibi oldu. Ağlamaya başladı. Annesine geri verdim ve hemen dışarı çıktım. Köyden bir ailenin kamyonu vardı ve şansımıza o gece kamyon köye gelmişti. Ama karşıdaki beş evin bulunduğu mahalledeydi.
Gece saat onbir. Gökyüzündeki dolunay, kocaman bir tepsi misali, etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Elime bir sopa aldım ve koşmaya başladım. O sırada köylülerden Filit Akbalık'ın oğlu Hüseyin de benden önce yola çıkmıştı. Kamyonun olduğu eve gidiyorduk. Ev sahipleri koyun sürüleri olduğu için dört beş tane çoban köpeği besliyorlardı. Hava soğuduğu için sürü evin yanında yatırılıyordu. Bu nedenle köpeklere karşı tedbirli olmalıydık. Hüseyin benden önce eve yaklaşmış, köpekler onun etrafını sarmıştı. Arkasından yetiştim ve bağırarak;
-Siz hiç insan görmediniz mi be? Ne yapıyorsunuz? dedim.
Resmen köpeklerle konuşuyordum. Can havliyle nasıl bağırdığımı bilmiyorum ama sesleri kesildi. Hepsi çekilip gitti. Kapıyı çaldık. Köyde bir de düşmanlık vardı. Onun için önce yaşlı anneleri ses verdi;
-Kimsiniz? Gecenin bu vaktinde ne istiyorsunuz? dedi.
Kendimi tanıtıp çocuğumun ağır hasta olduğunu ve kamyonla Bingöl'e götürmek istediğimi, İsmail'in bana yardımcı olmasını söyleyince, kadın sesimden tanıdı. Hemen oğluna seslendi. Biz dışarıda beklerken heyecandan ve stresten dizlerim zangır, zangır titriyordu. İsmail kalkıp giyindi ve hemen dışarı çıktı. Kamyona atladık. İki mahalle arasında derin bir vadi olması nedeniyle kestirmeden yol yoktu. Uzun ve dolambaçlı bir yoldan dolanarak okulun yanına geldik. Bir köylü kadın battaniyeye sarınmış dışarıda bizi bekliyormuş. Onu görünce gözlerim karardı. Kesin çocuk öldü dedim kendi kendime. Arabadan inmeye cesaret edemedim. Kadın arabaya yaklaştı ve;
-Korkma hocam çocuk iyi, dedi.
Üzerimden kocaman bir dağ kalkmıştı. Zaten gerekli hazırlıkları yapmışlardı. Hemen kamyona bindik ve Bingöl'e doğru yola çıktık. Kırk kilometrelik yol uzadıkça uzadı. Hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Saat ikide Devlet hasta hanesinin önünde durduk. Kapıyı çalıyoruz, cama vuruyoruz duyan yok. Epey kapı pencere çaldıktan sonra, bir hemşire yarı uykulu merdivenlerden inip geldi. Kapıyı açtı. İçeri girer girmez;
-Doktor nerede? Köyden geliyoruz. Çocuk ölüyor, dedim.
Hemşire yanımızdan ayrılıp merdivenlerden yukarı çıktı. Bir süre sonra geri döndü. Doktor yok. Çok heyecanlanmıştım. Hemşireye bağırarak;
-Git şu doktoru al gel, ben yukarı çıkarsam hiç iyi şeyler olmaz, dedim.
Doktor sesimi duymuş olacak ki; gözlerini ovuşturarak geldi. Hastayı sedyeye yatırdık. Muayene etti. Altının bezini açtık, kirletmişti, Yeşil renkli taneli bir ishal. Doktor tiksinir bir tavırla;
-Kaç aylık? dedi.
-Altı aylık, dedim.
-Bu çocuk diş çıkarıyor, bir şeyi yok, dedi.
O anda kendimi kaybettim ve doktora;
-Diş çıkaran çocuk ölür mü doktor? diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Toparlanıp oradan çıktık. Tatmin olmamıştık. Hemen karşıda Dr. Halit Rıza Ünal'ın muayenehanesi vardı. Kapıyı çaldık. Orta yaşlı bir bey açtı. Durumu anlattık. Adam aceleyle yanımızdan ayrıldı. Doktorla birlikte geri döndü. Hastayı sedyeye koyduk. Muayene ederken bize sorular sormaya başladı.
-Kaç aylık? Ne yedirdiniz? Kustu mu? Daha bir çok soru.
Soruları eşimle ikimiz bir ağızdan cevaplıyorduk.
-Altı aylık. Anne sütü yeterli gelmediğinden inek sütü içirdik. Hayır kusmadı.
Bize dönerek;
-Tıp dilinde biz buna çocuk kolerası diyoruz. İnek sütünden kaynaklanıyor. Kussaydı ölürdü, dedi.
Bunları duyunca şok olduk. Oysa biz de; zehirlenmiş düşüncesiyle kussun diye çabalıyorduk. Eşimle birbirimize bakarak, ne yanlışlıklar yapmışız anlamında dudağımızı kemirip kafa salladık
Bir iğne yapıp ilaçlarını yazdıktan sonra;
-Korkmayın durumu kurtarmışsınız. İlaçlarını ihmal etmeyin. Haydi geçmiş olsun, dedi.
Rahatlamıştık. Teşekkür edip huzurla oradan ayrıldık. İsmail kamyonuyla köye döndü. Biz de kayın biraderim İlyas'ın evine gittik. Saat sabahın dördüydü. Evin içi karıştı. Herkes şaşırmıştı. Hastanın rengi falan düzelmiş sancısı kesilmişti. Onu yatırdık. Oturup yaşadıklarımızı anlattık.
Ya o gece kamyon köye gelmeseydi...
Hala o anı hatırladıkça, kalbim duracakmış gibi oluyor. Boğazım kuruyor. Gözlerim kararıyor. Çok kötü oluyorum. Köyde görev yapan öğretmenlerin bir çoğu bu bizim yaşadıklarımızı yaşamıştır, sanırım.
Ali Akdoğan
Karım ve iki oğlum ile birlikte okulun lojmanında oturuyorduk. Sertaç iki yaşında, Serkan ise henüz altı aylıktı. Akşam olmuştu. Serkan emzirilip yatağına yatırıldı. eşim; gaz lambasının ışığında, salonun ortasına koyduğu plastik leğende, çocukların çamaşırlarını yıkıyordu. Sertaç'ta benim yanımda oyuncaklarıyla onuyordu. Kendi aramızda sohbet ediyorduk. Serkan bir ağlamayla uyandı ve ileri geri gerinerek kaskatı kesildi. Bağırsakları gurulduyor, midesi bulanıyor ama kusmuyordu. Annesi kucağına alır almaz boynu düştü. Eşim heyecanla bağırarak;
-Yetiş çocuk ölüyor, dedi.
Heyecanla yerimden fırlayıp çocuğu annesinin kucağından aldım ve ayaklarından tutup baş aşağı silkeledim. Çocuk yeniden toparlanır gibi oldu. Ağlamaya başladı. Annesine geri verdim ve hemen dışarı çıktım. Köyden bir ailenin kamyonu vardı ve şansımıza o gece kamyon köye gelmişti. Ama karşıdaki beş evin bulunduğu mahalledeydi.
Gece saat onbir. Gökyüzündeki dolunay, kocaman bir tepsi misali, etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Elime bir sopa aldım ve koşmaya başladım. O sırada köylülerden Filit Akbalık'ın oğlu Hüseyin de benden önce yola çıkmıştı. Kamyonun olduğu eve gidiyorduk. Ev sahipleri koyun sürüleri olduğu için dört beş tane çoban köpeği besliyorlardı. Hava soğuduğu için sürü evin yanında yatırılıyordu. Bu nedenle köpeklere karşı tedbirli olmalıydık. Hüseyin benden önce eve yaklaşmış, köpekler onun etrafını sarmıştı. Arkasından yetiştim ve bağırarak;
-Siz hiç insan görmediniz mi be? Ne yapıyorsunuz? dedim.
Resmen köpeklerle konuşuyordum. Can havliyle nasıl bağırdığımı bilmiyorum ama sesleri kesildi. Hepsi çekilip gitti. Kapıyı çaldık. Köyde bir de düşmanlık vardı. Onun için önce yaşlı anneleri ses verdi;
-Kimsiniz? Gecenin bu vaktinde ne istiyorsunuz? dedi.
Kendimi tanıtıp çocuğumun ağır hasta olduğunu ve kamyonla Bingöl'e götürmek istediğimi, İsmail'in bana yardımcı olmasını söyleyince, kadın sesimden tanıdı. Hemen oğluna seslendi. Biz dışarıda beklerken heyecandan ve stresten dizlerim zangır, zangır titriyordu. İsmail kalkıp giyindi ve hemen dışarı çıktı. Kamyona atladık. İki mahalle arasında derin bir vadi olması nedeniyle kestirmeden yol yoktu. Uzun ve dolambaçlı bir yoldan dolanarak okulun yanına geldik. Bir köylü kadın battaniyeye sarınmış dışarıda bizi bekliyormuş. Onu görünce gözlerim karardı. Kesin çocuk öldü dedim kendi kendime. Arabadan inmeye cesaret edemedim. Kadın arabaya yaklaştı ve;
-Korkma hocam çocuk iyi, dedi.
Üzerimden kocaman bir dağ kalkmıştı. Zaten gerekli hazırlıkları yapmışlardı. Hemen kamyona bindik ve Bingöl'e doğru yola çıktık. Kırk kilometrelik yol uzadıkça uzadı. Hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Saat ikide Devlet hasta hanesinin önünde durduk. Kapıyı çalıyoruz, cama vuruyoruz duyan yok. Epey kapı pencere çaldıktan sonra, bir hemşire yarı uykulu merdivenlerden inip geldi. Kapıyı açtı. İçeri girer girmez;
-Doktor nerede? Köyden geliyoruz. Çocuk ölüyor, dedim.
Hemşire yanımızdan ayrılıp merdivenlerden yukarı çıktı. Bir süre sonra geri döndü. Doktor yok. Çok heyecanlanmıştım. Hemşireye bağırarak;
-Git şu doktoru al gel, ben yukarı çıkarsam hiç iyi şeyler olmaz, dedim.
Doktor sesimi duymuş olacak ki; gözlerini ovuşturarak geldi. Hastayı sedyeye yatırdık. Muayene etti. Altının bezini açtık, kirletmişti, Yeşil renkli taneli bir ishal. Doktor tiksinir bir tavırla;
-Kaç aylık? dedi.
-Altı aylık, dedim.
-Bu çocuk diş çıkarıyor, bir şeyi yok, dedi.
O anda kendimi kaybettim ve doktora;
-Diş çıkaran çocuk ölür mü doktor? diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Toparlanıp oradan çıktık. Tatmin olmamıştık. Hemen karşıda Dr. Halit Rıza Ünal'ın muayenehanesi vardı. Kapıyı çaldık. Orta yaşlı bir bey açtı. Durumu anlattık. Adam aceleyle yanımızdan ayrıldı. Doktorla birlikte geri döndü. Hastayı sedyeye koyduk. Muayene ederken bize sorular sormaya başladı.
-Kaç aylık? Ne yedirdiniz? Kustu mu? Daha bir çok soru.
Soruları eşimle ikimiz bir ağızdan cevaplıyorduk.
-Altı aylık. Anne sütü yeterli gelmediğinden inek sütü içirdik. Hayır kusmadı.
Bize dönerek;
-Tıp dilinde biz buna çocuk kolerası diyoruz. İnek sütünden kaynaklanıyor. Kussaydı ölürdü, dedi.
Bunları duyunca şok olduk. Oysa biz de; zehirlenmiş düşüncesiyle kussun diye çabalıyorduk. Eşimle birbirimize bakarak, ne yanlışlıklar yapmışız anlamında dudağımızı kemirip kafa salladık
Bir iğne yapıp ilaçlarını yazdıktan sonra;
-Korkmayın durumu kurtarmışsınız. İlaçlarını ihmal etmeyin. Haydi geçmiş olsun, dedi.
Rahatlamıştık. Teşekkür edip huzurla oradan ayrıldık. İsmail kamyonuyla köye döndü. Biz de kayın biraderim İlyas'ın evine gittik. Saat sabahın dördüydü. Evin içi karıştı. Herkes şaşırmıştı. Hastanın rengi falan düzelmiş sancısı kesilmişti. Onu yatırdık. Oturup yaşadıklarımızı anlattık.
Ya o gece kamyon köye gelmeseydi...
Hala o anı hatırladıkça, kalbim duracakmış gibi oluyor. Boğazım kuruyor. Gözlerim kararıyor. Çok kötü oluyorum. Köyde görev yapan öğretmenlerin bir çoğu bu bizim yaşadıklarımızı yaşamıştır, sanırım.
Ali Akdoğan
4 Ocak 2011 Salı
Otobüste Can Pazarı
1987 Yılının Kasım ayında, Mersin merkeze bağlı Aslanköy kasabasında İlkokul müdürü olarak görev yapıyordum. Elazığ'da oturan kayın biraderim Mehmet Ali'nin düğünü olacaktı. Ailece düğüne gitmek üzere hazırlıklarımızı yaptık ve yola çıktık.
Düğünde eğlendik akrabalarımızla hasret giderdik. Köyden gelin almak için Elazığ ili Palu ilçesi Karabörük köyüne giderken arabanın içinde şarkılar türküler söylendi. Kasetçalardan müzikler çalınıp, oyunlar oynandı. Gelin evinde yemekler yendi. Halaylar çekildi. O gece köyde yattık. Sabah çeyizler çıkarılıp arabaya yüklenirken gelin de hazırlandıktan sonra Elazığ'a geri döndük. Düğüne öğretmen evinin salonunda devam edildi. Atkı törenini ben yaptım. Acelemiz vardı. İzin sürem bitiyordu. Düğün sona ermek üzereyken biz vedalaşıp Mersin'e dönmek üzere otogara gittik. Gece saat on arabasıyla Elazığ'dan ayrıldık.
Yolculuk iyi başladı. Eşimle yanyana oturuyorduk. Çocuklar da kucağımızda. Malatya'ya yaklaştığımızda karnımda müthiş bir sancı başladı. Düğünde yenilen yemekler dokunmuş olacak ki; sancı giderek artıyordu. Yolda otobüsü durdurup ihtiyaç gidermek zorunda kaldım. Yola devam ettik. Kahramanmaraş'ta yolcuların bir kaçı indi. Bazı koltuklar boşalınca Sertaç İle ben arkada boşalan ikili bir yere geçip oturduk. Serkan ile annesi de yanyana oturdular. Nurdağı'nı geçince tekrar sancı başladı. Mersin'e daha çok vardı. Şöförden tekrar arabayı durdurmasını istemeye utanıyordum. Bütün yolcular mışıl mışıl uyurken, ben iki elim böğrümde karnımı bastırıyordum. Öyle daralmıştım ki; bir an önce bu yolculuğun bitmesi için dua ediyordum. Adana'nın Bahçe ilçesinden aşağıya doğru iniş iniyorduk. Sabaha karşı saat altı sularıydı. Ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Ara koridordan yola bakıyordum. Öyle daralmıştım ki, kulaklarım zonkluyordu. Birden içimden; yolculara bir şey olmadan şu arabanın başına bir iş gelse de, ben de ihtiyaç giderip rahatlasam diye bir düşünce geçirdim. Daha ne olduğunu anlamadan, birden araba bir sarsıntıyla yolun sağındaki şarampole düştü ve müthiş bir gürültü ve sarsıntıyla sürüklenmeye başladı. Otobüsün içi kapkaranlık oldu. Her zerresi zangır, zangır sarsılıyordu. İçerdekilerin bağırtısı, çığlıkları kulaklarımda uğuldarken sadece tavana bakabildim. Yanımda oturan çocuğumu bile tutamadım. Hayatım hızla gözlerimin önünden geçti. Kısık ve pişmanlık dolu bir sesle;
-Araba kesin uçtu. Bakalım ilk takla yere nerede vuracak. Daha çok genciz. Ailecek hepimiz arabanın içindeyiz. Evin anahtarını da yeni teslim almıştık. Ölüm geldi ya neden böyle erken geldi, dedim.
Bu düşüncelerle karmakarışık duygular içindeyken tam o sırasında arabanın şoförü arabayı terk etmek için yerinden kalktı ve sağdaki kapıya tekmeyle vurup atlarken araba yan devrildi ve toprakta sürtünmeye başladı. Arabanın içindekiler oraya buraya uçtu. Ortalık karıştı. Ben karşı taraftaki koltukların arasına düştüm. Sertaç ta benim üstüme. Araba toprakta sürünerek iki üç metre sonra durdu. İlk seslenişim, eşimden durumlarını sormak oldu. Onlardan; iyiyiz, bir şeyimiz yok cevabını alınca hemen toparlanıp ayağa fırladım. Açılacak kapıların ikisi de toprağa sıkışmıştı. Ön camı kırıp oradan aşağı atladım. İçerdekileri pencereden dışarıya aldık. Herkes iyiydi. Bir kaç kişide küçük sıyrıklar, bir iki kişide de küçük ezilmeler ve çizikler vardı. herkes şükrediyordu haline. Gerçekten ucuz atlatılmıştı.
Ne oldu? Araba nasıl durdu? soruları ortalıkta dolaşmaya başladı. Durumu görmek için Arabanın arka tarafına gittim. Meğer araba sağa kaçarken şarampole düşmüş. O mıntıkada, toprak yumuşak olduğundan yağmur suyu tahliyesi için yolun kenarına beton kanalet yapmışlar. Arabanın bir tekeri kanalın içinde diğer tekeri asfaltta olunca arka tekerler arasındaki defransiyel bloğu beton kanalın kenarına oturmuş ve oranın üzerinde sürtünürken fren görevi yapmış. O yüzden biz kazayı ucuz atlatmışız. Öyle olmasaymış on metre ileriden uçuruma yuvarlanırmışız ve kurtulan olmazmış. O beton kanal bizim yaşama şansımız olmuş.
Yoldan geçen arabalar durdu. Şoför atlarken arabanın altında kalmıştı. Otobüsü tekerlerinin üzerine doğrulttuk. Şoförü bir taksi ile hasta haneye gönderdik. Küçük oğlum Serkan; ayağında ayakkabı yok, çorapları kirlenmesin diye yere basmıyor ve ağlayarak arabanın içinden ayakkabılarını istiyordu. Kapı açılmıştı. İçerden ayakkabıları ve diğer eşyalarımızı aldım. Bagajı açtırıp valizlerimizi de aldıktan sonra kenarda beklerken birden sancı tekrar bastırdı. O zamana kadar ağrıyı sancıyı unutmuştum. Hemen kuytu bir yer bulup ihtiyaç giderdim. Yolun kenarında bekleyip gelen arabalarla otostop yaparak Adana'ya, oradan da Mersin'e geldik. Yaklaşık bir ay olayın şokundan çıkamadım. Fazladan yaşama şansı yakalamıştık. İnsan; yeniden dünyaya gelmiş gibi oluyor.
Bu olanlara bir anlam veremiyordum. Böyle bir düşünceyi içimden geçirdiğim için kendimi suçlamalı mıydım acaba?
Böyle bir kaza; elbette benim içimden geçirdiğim düşünceden dolayı olmamıştı. Ama yine de insanların başına kötü şeyler gelseydi, bunun bende yaratabileceği psikolojik yıkımı düşünmek bile istemiyorum.
Ali Akdoğan
Düğünde eğlendik akrabalarımızla hasret giderdik. Köyden gelin almak için Elazığ ili Palu ilçesi Karabörük köyüne giderken arabanın içinde şarkılar türküler söylendi. Kasetçalardan müzikler çalınıp, oyunlar oynandı. Gelin evinde yemekler yendi. Halaylar çekildi. O gece köyde yattık. Sabah çeyizler çıkarılıp arabaya yüklenirken gelin de hazırlandıktan sonra Elazığ'a geri döndük. Düğüne öğretmen evinin salonunda devam edildi. Atkı törenini ben yaptım. Acelemiz vardı. İzin sürem bitiyordu. Düğün sona ermek üzereyken biz vedalaşıp Mersin'e dönmek üzere otogara gittik. Gece saat on arabasıyla Elazığ'dan ayrıldık.
Yolculuk iyi başladı. Eşimle yanyana oturuyorduk. Çocuklar da kucağımızda. Malatya'ya yaklaştığımızda karnımda müthiş bir sancı başladı. Düğünde yenilen yemekler dokunmuş olacak ki; sancı giderek artıyordu. Yolda otobüsü durdurup ihtiyaç gidermek zorunda kaldım. Yola devam ettik. Kahramanmaraş'ta yolcuların bir kaçı indi. Bazı koltuklar boşalınca Sertaç İle ben arkada boşalan ikili bir yere geçip oturduk. Serkan ile annesi de yanyana oturdular. Nurdağı'nı geçince tekrar sancı başladı. Mersin'e daha çok vardı. Şöförden tekrar arabayı durdurmasını istemeye utanıyordum. Bütün yolcular mışıl mışıl uyurken, ben iki elim böğrümde karnımı bastırıyordum. Öyle daralmıştım ki; bir an önce bu yolculuğun bitmesi için dua ediyordum. Adana'nın Bahçe ilçesinden aşağıya doğru iniş iniyorduk. Sabaha karşı saat altı sularıydı. Ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Ara koridordan yola bakıyordum. Öyle daralmıştım ki, kulaklarım zonkluyordu. Birden içimden; yolculara bir şey olmadan şu arabanın başına bir iş gelse de, ben de ihtiyaç giderip rahatlasam diye bir düşünce geçirdim. Daha ne olduğunu anlamadan, birden araba bir sarsıntıyla yolun sağındaki şarampole düştü ve müthiş bir gürültü ve sarsıntıyla sürüklenmeye başladı. Otobüsün içi kapkaranlık oldu. Her zerresi zangır, zangır sarsılıyordu. İçerdekilerin bağırtısı, çığlıkları kulaklarımda uğuldarken sadece tavana bakabildim. Yanımda oturan çocuğumu bile tutamadım. Hayatım hızla gözlerimin önünden geçti. Kısık ve pişmanlık dolu bir sesle;
-Araba kesin uçtu. Bakalım ilk takla yere nerede vuracak. Daha çok genciz. Ailecek hepimiz arabanın içindeyiz. Evin anahtarını da yeni teslim almıştık. Ölüm geldi ya neden böyle erken geldi, dedim.
Bu düşüncelerle karmakarışık duygular içindeyken tam o sırasında arabanın şoförü arabayı terk etmek için yerinden kalktı ve sağdaki kapıya tekmeyle vurup atlarken araba yan devrildi ve toprakta sürtünmeye başladı. Arabanın içindekiler oraya buraya uçtu. Ortalık karıştı. Ben karşı taraftaki koltukların arasına düştüm. Sertaç ta benim üstüme. Araba toprakta sürünerek iki üç metre sonra durdu. İlk seslenişim, eşimden durumlarını sormak oldu. Onlardan; iyiyiz, bir şeyimiz yok cevabını alınca hemen toparlanıp ayağa fırladım. Açılacak kapıların ikisi de toprağa sıkışmıştı. Ön camı kırıp oradan aşağı atladım. İçerdekileri pencereden dışarıya aldık. Herkes iyiydi. Bir kaç kişide küçük sıyrıklar, bir iki kişide de küçük ezilmeler ve çizikler vardı. herkes şükrediyordu haline. Gerçekten ucuz atlatılmıştı.
Ne oldu? Araba nasıl durdu? soruları ortalıkta dolaşmaya başladı. Durumu görmek için Arabanın arka tarafına gittim. Meğer araba sağa kaçarken şarampole düşmüş. O mıntıkada, toprak yumuşak olduğundan yağmur suyu tahliyesi için yolun kenarına beton kanalet yapmışlar. Arabanın bir tekeri kanalın içinde diğer tekeri asfaltta olunca arka tekerler arasındaki defransiyel bloğu beton kanalın kenarına oturmuş ve oranın üzerinde sürtünürken fren görevi yapmış. O yüzden biz kazayı ucuz atlatmışız. Öyle olmasaymış on metre ileriden uçuruma yuvarlanırmışız ve kurtulan olmazmış. O beton kanal bizim yaşama şansımız olmuş.
Yoldan geçen arabalar durdu. Şoför atlarken arabanın altında kalmıştı. Otobüsü tekerlerinin üzerine doğrulttuk. Şoförü bir taksi ile hasta haneye gönderdik. Küçük oğlum Serkan; ayağında ayakkabı yok, çorapları kirlenmesin diye yere basmıyor ve ağlayarak arabanın içinden ayakkabılarını istiyordu. Kapı açılmıştı. İçerden ayakkabıları ve diğer eşyalarımızı aldım. Bagajı açtırıp valizlerimizi de aldıktan sonra kenarda beklerken birden sancı tekrar bastırdı. O zamana kadar ağrıyı sancıyı unutmuştum. Hemen kuytu bir yer bulup ihtiyaç giderdim. Yolun kenarında bekleyip gelen arabalarla otostop yaparak Adana'ya, oradan da Mersin'e geldik. Yaklaşık bir ay olayın şokundan çıkamadım. Fazladan yaşama şansı yakalamıştık. İnsan; yeniden dünyaya gelmiş gibi oluyor.
Bu olanlara bir anlam veremiyordum. Böyle bir düşünceyi içimden geçirdiğim için kendimi suçlamalı mıydım acaba?
Böyle bir kaza; elbette benim içimden geçirdiğim düşünceden dolayı olmamıştı. Ama yine de insanların başına kötü şeyler gelseydi, bunun bende yaratabileceği psikolojik yıkımı düşünmek bile istemiyorum.
Ali Akdoğan
3 Ocak 2011 Pazartesi
Sis Bastırınca
1976 yılı, Mart ayının ortalarıydı. O yıl yeni öğretmen olmuştum. Elazığ ili Palu ilçesine bağlı Kayalık köyünde bekar kalıyordum. Aylık ihtiyaçlarımı almak için hafta sonu, Elazığ'ın Karakoçan ilçesine gittim. Bizim evimiz ilçe merkezinde olduğu için gece kalacak yer sorunu yoktu. O geceyi annem, babam ve kardeşlerimle geçirdim. Sabah kalkıp kahvaltı ettikten sonra, ihtiyaçlarımı almak için çarşıya gittim. Öğrenciler benden plastik top istemişti. Onu da aldım. Birlikte çalıştığım öğretmen arkadaş evliydi. Onun da siparişleri vardı. Sipariş listesini tamamladıktan sonra yola çıktım.
Saat onda, ilçeden ayrıldım. Bingöl - Elazığ yol ayrımına kadar minibüsle geldim. Elazığ'dan gelip Bingöl'e giden otobüse bindim ve yarım saatlik yolculuktan sonra Sarıcan tepesi denilen mıntıkada otobüsten indim. Bundan sonrası yaya gidilecekti.
Sırtımda köye götüreceğim eşyanın ağırlığı yaklaşık yirmi kilo kadardı.Yarısını un çuvalına, yarısını da fileye koyup ikisini birbirine bağlayarak heybe gibi omuzuma aldım. Saate baktım, onbir sularıydı. Araba yolundan ayrılıp dağa doğru yürümeye başladım. Ayağımda yarım çizme, üstüm sağlam, üşümüyordum. Biraz yürüdükten sonra bir karar vermem gereken bir noktaya geldim. Dere ağzından gidersem, kar yumuşadığı için çok batacak ve ben çok yorulacaktım. Ayrıca belli noktalarda çığ tehlikesi de vardı. Dağın yamaçlarındaki kar erimiş, öbek öbek olmuş, öbeklerin arasında bazı yerler topraktı. Yamaçtan gidersem, hem topraklı yerlerde daha rahat yürüyecek, hem de çığ tehlikesinden korunmuş olacaktım. Yamaçtan dağı yatay yürümeye ve belli yerlerde de tırmanmaya karar verdim.
Önümde yaklaşık iki saatlik yürünecek yol vardı. Yola devam ederken birden bire bir sis bastırdı. Göz gözü görmüyordu. Yukarı baktım. Dağın belli bir yerinden ötesi görünmüyordu. Bingöl asfaltından geçen arabaların sesi duyuluyor ama kendileri görünmüyordu. Biraz yürüdüm. Kar yumuşamış, fena batıyordu. Bocalamaya başladım. Yalnız olunca daha çok panikledim. Dağdan aşağı dereye doğru baktım. Derenin içinde bir çoban koyunları için karın üstüne yem dökmüş, onların yanında bekliyormuş. Seslenip, mıntıkayı sordum. Çoban beni uzaktan tanımıştı. Kayalık köyünün öğretmeni olduğumu biliyormuş. Bulunduğumuz yerin Mendik yaylası olduğunu söyledi. Aklım daha çok karıştı. Çünkü Bingöl'e on kilometre mesafede Mendo diye bir mıntıka vardı. Mendo'yu duymuştum ama Mendik yaylasını duymamıştım. Çobanın sözünden sonra kendimi Mendo'da hayal etmeye başladım. Arabadan indiğim yerden Mendo mıntıkasına yaklaşık yirmibeş kilometre. Kendime sorular sormaya başladım.
-Bu kadar yolu nasıl yürüdüm? Beni buraya kim getirdi?
Soruların cevabı yok. Korkmaya başladım. Dağın tepesine doğru baktım. Tepesi görünmeyen dağ bana tamamen yabancı gelmeye başladı. Oysa o yoldan defalarca gitmiştim. Aynı yerde daireler çizmeye başladım. İzler birbirine karışınca, geldiğim yoldan araba yoluna dönme umudum da yok oldu. Olduğum yerde oturmaya başladım. Çoban beni izliyormuş, tekrar seslendi.
-Hocam, bak derenin ağzından yukarıya, sizin köyden bir adam köye gidiyor. Ona seslen, seni beklesin, birlikte gidin, dedi.
Bu ses; hani karanlık bir kuyudan ışığa çıkarsınız ya, işte benim için öyle bir anlam kazandı. Avazımın çıktığı kadar yüksek bir sesle köye doğru giden adama;
-Ben köyün öğretmeniyim, köye gidecektim. Yolu şaşırdım, çok yoruldum. Bekle birlikte gidelim, dedim.
Adam sesimden beni tanıdı, ve;
-Tamam hocam gel, ben burda seni bekliyorum, dedi.
Adamın sesinin geldiği noktayı görmüyordum ama tahminen belirledim. O noktaya doğru yürümeye başladım. Kar çok yumuşamış, çatala kadar batıyordu. Çizmelerimin içi su dolmuş, ayaklarım fena üşüyordu. Bazen diz üstü sürünüyor, bazen de iki adımda bir nefesleniyordum. Tam belirlediğim noktaya vardığımda adamı göremedim. Tekrar adama seslenerek;
-Yahu neredesin, ben çok yoruldum. Yürüyecek halim kalmadı. Beni bekle sene, dedim.
Adamın bulunduğu yer yüksekte olduğu için beni görüyormuş, Dingin bir sesle;
-Hocam korkma ben seni burada bekliyorum. Yavaş, yavaş gel. dedi.
Sesin geldiği noktayı kafamda belirledim. Tekrar yürümeye başladım. Ama sesin geldiği noktaya gittiğimde adam yine yoktu. O güne kadar korku nedir bilmezdim. İlk defa tüylerimin diken diken olduğunu ve gerçekten korktuğumu hissettim. Bulunduğum yere yığıldım. Gözlerim karardı. Adım atacak halim kalmamıştı. Adam durumu anlamış olacak ki;
-Hocam oturma, yorgunsun. Hava soğuk. Kanın aniden donar ve olduğun yerde ölürsün. Kalk ve önündeki küçük rampayı tırman . Ben tam tependeyim. Öğrencilerin de seni karşılamaya gelmişler. Şu ileri tepeden seslenip duruyorlar, dedi.
Bu konuşma bana cesaret verdi. Oturduğum yerden kalkıp duvar gibi rampadan, merdiven çıkar gibi tırmandım. Son basamakta köylü vatandaş elini uzatıp beni yukarı çekti. Adamın yanına çıkınca birden takatim kesildi ve olduğum yere oturdum. O sırada öğrenciler de bizim sesimizi duymuş, bulunduğumuz yere gelmişlerdi. Artık köye yaklaşmıştık. Çocuklar beni oturduğum yerden kaldırdılar. Omuzumdaki eşyaları paylaştılar. Yaşça büyük iki öğrenci koltuklarıma girdi. Birlikte yürüyerek köye gittik.
Okulun önünde bulunan çeşmenin başında elimi yüzümü yıkadım. Çizmelerimin içindeki suyu döktüm. Ayaklarımı suya tuttum. Çeşmeden akan su kaynamış gibi sıcak geliyordu. Sabah saat onbirde asfalttan ayrılmıştım. Şimdi saat üç. Dört saat dağda cebelleşirken, açlık falan aklıma bile gelmemişti. Bir an önce uyumak istiyordum. Odama gittim. Yatağa uzandım. Ertesi gün saat onikide uyandırdılar. Yeniden doğmuş gibiydim.
Dağda kaybolmanın yarattığı umutsuzluk anında; yaptıklarım, yapamadıklarım, yapmak istediklerim, hayallerim gözlerimin önünden bir film şeridi gibi hızla geçti. Ama her şeye rağmen, yine de yaşamak çok güzeldi.
1987 yılında Mersin merkeze bağlı Aslanköy kasabasında öğretmen olarak görev yaparken Şubat ayının sonlarına doğru akşam radyodan haberleri dinliyorduk. Elazığ ili Palu ilçesine bağlı Kayalık köyü öğretmeninin köye giderken tipiye yakalandığını ve kaybolduğunu öğrendim. Yaşadığım bu olay yeniden gözlerimde canlandı.Yaklaşık bir ay sonra karın altından cesedinin çıktığını öğrendim. Kendi başıma gelmiş kadar etkilendim. Köy öğretmenlerinin çilesi bu...
Ali Akdoğan
Saat onda, ilçeden ayrıldım. Bingöl - Elazığ yol ayrımına kadar minibüsle geldim. Elazığ'dan gelip Bingöl'e giden otobüse bindim ve yarım saatlik yolculuktan sonra Sarıcan tepesi denilen mıntıkada otobüsten indim. Bundan sonrası yaya gidilecekti.
Sırtımda köye götüreceğim eşyanın ağırlığı yaklaşık yirmi kilo kadardı.Yarısını un çuvalına, yarısını da fileye koyup ikisini birbirine bağlayarak heybe gibi omuzuma aldım. Saate baktım, onbir sularıydı. Araba yolundan ayrılıp dağa doğru yürümeye başladım. Ayağımda yarım çizme, üstüm sağlam, üşümüyordum. Biraz yürüdükten sonra bir karar vermem gereken bir noktaya geldim. Dere ağzından gidersem, kar yumuşadığı için çok batacak ve ben çok yorulacaktım. Ayrıca belli noktalarda çığ tehlikesi de vardı. Dağın yamaçlarındaki kar erimiş, öbek öbek olmuş, öbeklerin arasında bazı yerler topraktı. Yamaçtan gidersem, hem topraklı yerlerde daha rahat yürüyecek, hem de çığ tehlikesinden korunmuş olacaktım. Yamaçtan dağı yatay yürümeye ve belli yerlerde de tırmanmaya karar verdim.
Önümde yaklaşık iki saatlik yürünecek yol vardı. Yola devam ederken birden bire bir sis bastırdı. Göz gözü görmüyordu. Yukarı baktım. Dağın belli bir yerinden ötesi görünmüyordu. Bingöl asfaltından geçen arabaların sesi duyuluyor ama kendileri görünmüyordu. Biraz yürüdüm. Kar yumuşamış, fena batıyordu. Bocalamaya başladım. Yalnız olunca daha çok panikledim. Dağdan aşağı dereye doğru baktım. Derenin içinde bir çoban koyunları için karın üstüne yem dökmüş, onların yanında bekliyormuş. Seslenip, mıntıkayı sordum. Çoban beni uzaktan tanımıştı. Kayalık köyünün öğretmeni olduğumu biliyormuş. Bulunduğumuz yerin Mendik yaylası olduğunu söyledi. Aklım daha çok karıştı. Çünkü Bingöl'e on kilometre mesafede Mendo diye bir mıntıka vardı. Mendo'yu duymuştum ama Mendik yaylasını duymamıştım. Çobanın sözünden sonra kendimi Mendo'da hayal etmeye başladım. Arabadan indiğim yerden Mendo mıntıkasına yaklaşık yirmibeş kilometre. Kendime sorular sormaya başladım.
-Bu kadar yolu nasıl yürüdüm? Beni buraya kim getirdi?
Soruların cevabı yok. Korkmaya başladım. Dağın tepesine doğru baktım. Tepesi görünmeyen dağ bana tamamen yabancı gelmeye başladı. Oysa o yoldan defalarca gitmiştim. Aynı yerde daireler çizmeye başladım. İzler birbirine karışınca, geldiğim yoldan araba yoluna dönme umudum da yok oldu. Olduğum yerde oturmaya başladım. Çoban beni izliyormuş, tekrar seslendi.
-Hocam, bak derenin ağzından yukarıya, sizin köyden bir adam köye gidiyor. Ona seslen, seni beklesin, birlikte gidin, dedi.
Bu ses; hani karanlık bir kuyudan ışığa çıkarsınız ya, işte benim için öyle bir anlam kazandı. Avazımın çıktığı kadar yüksek bir sesle köye doğru giden adama;
-Ben köyün öğretmeniyim, köye gidecektim. Yolu şaşırdım, çok yoruldum. Bekle birlikte gidelim, dedim.
Adam sesimden beni tanıdı, ve;
-Tamam hocam gel, ben burda seni bekliyorum, dedi.
Adamın sesinin geldiği noktayı görmüyordum ama tahminen belirledim. O noktaya doğru yürümeye başladım. Kar çok yumuşamış, çatala kadar batıyordu. Çizmelerimin içi su dolmuş, ayaklarım fena üşüyordu. Bazen diz üstü sürünüyor, bazen de iki adımda bir nefesleniyordum. Tam belirlediğim noktaya vardığımda adamı göremedim. Tekrar adama seslenerek;
-Yahu neredesin, ben çok yoruldum. Yürüyecek halim kalmadı. Beni bekle sene, dedim.
Adamın bulunduğu yer yüksekte olduğu için beni görüyormuş, Dingin bir sesle;
-Hocam korkma ben seni burada bekliyorum. Yavaş, yavaş gel. dedi.
Sesin geldiği noktayı kafamda belirledim. Tekrar yürümeye başladım. Ama sesin geldiği noktaya gittiğimde adam yine yoktu. O güne kadar korku nedir bilmezdim. İlk defa tüylerimin diken diken olduğunu ve gerçekten korktuğumu hissettim. Bulunduğum yere yığıldım. Gözlerim karardı. Adım atacak halim kalmamıştı. Adam durumu anlamış olacak ki;
-Hocam oturma, yorgunsun. Hava soğuk. Kanın aniden donar ve olduğun yerde ölürsün. Kalk ve önündeki küçük rampayı tırman . Ben tam tependeyim. Öğrencilerin de seni karşılamaya gelmişler. Şu ileri tepeden seslenip duruyorlar, dedi.
Bu konuşma bana cesaret verdi. Oturduğum yerden kalkıp duvar gibi rampadan, merdiven çıkar gibi tırmandım. Son basamakta köylü vatandaş elini uzatıp beni yukarı çekti. Adamın yanına çıkınca birden takatim kesildi ve olduğum yere oturdum. O sırada öğrenciler de bizim sesimizi duymuş, bulunduğumuz yere gelmişlerdi. Artık köye yaklaşmıştık. Çocuklar beni oturduğum yerden kaldırdılar. Omuzumdaki eşyaları paylaştılar. Yaşça büyük iki öğrenci koltuklarıma girdi. Birlikte yürüyerek köye gittik.
Okulun önünde bulunan çeşmenin başında elimi yüzümü yıkadım. Çizmelerimin içindeki suyu döktüm. Ayaklarımı suya tuttum. Çeşmeden akan su kaynamış gibi sıcak geliyordu. Sabah saat onbirde asfalttan ayrılmıştım. Şimdi saat üç. Dört saat dağda cebelleşirken, açlık falan aklıma bile gelmemişti. Bir an önce uyumak istiyordum. Odama gittim. Yatağa uzandım. Ertesi gün saat onikide uyandırdılar. Yeniden doğmuş gibiydim.
Dağda kaybolmanın yarattığı umutsuzluk anında; yaptıklarım, yapamadıklarım, yapmak istediklerim, hayallerim gözlerimin önünden bir film şeridi gibi hızla geçti. Ama her şeye rağmen, yine de yaşamak çok güzeldi.
1987 yılında Mersin merkeze bağlı Aslanköy kasabasında öğretmen olarak görev yaparken Şubat ayının sonlarına doğru akşam radyodan haberleri dinliyorduk. Elazığ ili Palu ilçesine bağlı Kayalık köyü öğretmeninin köye giderken tipiye yakalandığını ve kaybolduğunu öğrendim. Yaşadığım bu olay yeniden gözlerimde canlandı.Yaklaşık bir ay sonra karın altından cesedinin çıktığını öğrendim. Kendi başıma gelmiş kadar etkilendim. Köy öğretmenlerinin çilesi bu...
Ali Akdoğan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)