7 Ocak 2011 Cuma

Küpler Ağır Olmuş Kalkmıyor

   1983 Yılında Bingöl'den Mersin'in Mut ilçesinin Ilıca köyüne bağlı Çatakbağ mahallesine öğretmen olarak atandım. Köyü ve okulun durumunu görmek için Eylül ayında görev yerime gittim. Ne okul var, ne de  oturacak ev.
     Köylülerle görüştüm. Muhtarı bulup durum değerlendirmesi yaptık. Topraktan iki göz bir köy evini okul olarak köylüler kendileri yapmışlar. Bir odasında ders yapılmış, bir odasında da öğretmen oturmuş. Ama ben evliydim ve iki çocuğum vardı. Öğretmenler için yapılan odaya sığmamız mümkün görünmüyordu.  Oturacak başka bir yer aradık. Köyde herkes kendi ihtiyacı kadar ev yapmış. Kiraya tutulacak Tahsin Acar'a ait bir ev vardı. O da tüm ısrarlara rağmen  evi kiraya vermedi. Öyle bir sıkıntıya düştüm ki sormayın. İki çocuğum ile eşim Elazığ'da kalmıştı. Ben burada nasıl görev yaparım. Kafayı tırlatmak üzereydim. İstifa etmeyi bile düşünüyordum. Mut'a geri döndüm. İlköğretim müdürüne gittim, ve;
    -Oturacak ev bulamadım. Beni başka bir köye verin. Eşimi çocuklarımı yanıma getiremezsem  görevimde başarılı olamam, dedim.
     İlköğretim müdürü Mehmet Müezinoğlu yüzüme uzun uzun baktıktan sonra;
    -Acele etme, bir çaresi bulunur, dedi.
     Tam o sırada ilköğretim  müfettişi Müslüm Yıldırım içeri girdi. Bizim düşünceli ve gergin halimizi görünce merakla;                
   -Hayrola bir şey mi var? diye sordu.
    Müdür, durumu anlattı. Birlikte köye gitmemizin iyi olacağını  söyledi. Müslüm bey de durumun önemini anlamış olacak ki; birlikte köye gitmeyi kabul etti. İlköğretim müdürlüğünün makam aracıyla köye gittik. Köylüler arabanın etrafına toplandı. Konu  açılır açılmaz köylülerden biri.
    -İbrahim Acar'ın küçük oğlu Durmuş ali  askere gidecek. Hanımı babasının yanında oturacak. Onların evi boşalacak.  O evi öğretmene verseler iyi olur, dedi.
     Hemen kalabalığın arasından İbrahim'in büyük oğlu Mehmet acar atıldı;
    -O evde bekmez güpleri var. Güpler ağır olmuş kalkmıyor, dedi.
     Bu sözler Müslüm Yıldırım'ın çok zoruna gitmişti. Mehmet'e ters ters bakıp;
    -Güpler okuldan daha önemliyse, o zaman bu okulun burada gereği yok. Rapor tutup okulu kapatalım, öğretmeni de başka köye gönderelim, dedi.
     İçimden sevinmeye başlamıştım ki, ilköğretim müdürü Mehmet bey;
     -Şurada, yolun kenarında boş duran, içine ot doldurduğunuz bir yer var. Orası kime ait? dedi.
      Köy muhtarı Hüseyin Arı;
     - Orayı köy camisi olarak yapmıştık, ama imam olmayınca kapalı. İçinde nohut çuvalları ve ot var, dedi.
     Mehmet bey;
     -Orayı boşaltıp okul yapacağız, öğretmen de eski okulda oturacak, dedi.
      Bana dönüp; olup olamayacağını sordular. Yapacak bir şeyin olmadığını, mecburen kabul ettiğimi başımla onayladım. Sorun çözülmüştü. Onlar geldikleri arabayla ilçeye döndüler. Ben de, okulu eğitim öğretime hazırlanmak için çalışmalara başladım.
    Çocuklar toplanıp geldiler. Caminin kapısını açtık. İçindeki çuvallar ve ot balyaları sahibi tarafından dışarı çıkarıldı. İki basamakla aşağıya doğru inilerek içeri girilen, küçük iki pencereyle ancak lamba yanınca insanların etrafı rahat görebileceği, elli metrekare büyüklüğünde tek odalı bir yer. Yerler silinip süpürülecekti. Çocuklara;
   -Suyu nereden getiriyorsunuz? Köyün çeşmesi nerede? diye sorunca;
    Çocuklar hep bir ağızdan;
    -Suyu koca pınardan alıyoruz öğretmenim. Bidonları doldurup, atlarla, eşeklerle  getiriyoruz, dediler.
    -Peki hayvan olmadan su getirmek mümkün değil mi? dedim.
    -Öğretmenim çeşme ta aşağıda, hem de çok uzak, dediler.
     Köye araba gelmiyor. Bir saatlik yaya yolu var. Ev yok. Okul yok. Su yok. Bakkal yok. Birden gözlerim karardı. Kulaklarımda çocukların söyledikleri uğuldamaya başladı. Kendi kendime; 
     -Yahu ben ne günah işledim? Kime ne yaptım? Nerede bir mahrumiyet varsa hep bana mı düşecek? Bu çile ne zaman bitecek? Nasıl bir yere geldim? Daha bir çok sorular sormaya başladım kendime.
     İsyanlardaydım. Elim kolum soğudu. Bütün şevkim kırıldı. Çocuklar sıraları içeri taşıyıp dizdiler. Sıra dediysem öyle albenili olarak düşünmeyin. Başka bir okulun kullanmayıp eskimiş diye depoya kaldırdığı eski sıralar. Kapıyı kitledik. Çocuklar evlere dağıldılar. Köyün içine doğru yürümeye başladım. Serseri mayın gibiydim. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Osman Uğur'un sesiyle irkilip, kendime geldim. Evine davet etti. Gittim oturdum. Adam konuşmak, sohbet etmek istiyordu. Ama olanlardan çok etkilendiğim için içimden gelmiyordu. Bir an önce uyumak istiyordum. Aslında uyumaktan çok kendimle baş başa kalarak içinde bulunduğum durumun bir analizini  yapmak ve bununla nasıl başa çıkabileceğimi planlamak istiyordum. Sabaha kadar uyuyamadım. Sabah kalkıp Mut'a gittim. İzin alıp ev eşyamı eşimi ve çocuklarımı getirmek üzere Elazığ'a gittim.
    İstifa etme düşüncemi ailemle de konuştum. Eşim ve babam karşı çıktı. Biraz destek olsalardı anında basacaktım istifayı. İki gün içinde bir kamyon ayarlandı. Eşyaları yükledik. Eşyaların üzerinde kamyonun kasasında çadırın altında kendimize yer yapıp oraya bindik. Küçük kardeşim İdris te bizimle geldi. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sora köy yoluna saptık. Yol stabilize ve virajları dar, dingilli kamyon yola sığmıyordu. Bir rampada araba çekmedi. Şoför bana kızarak;
    -Yahu traktörün gitmediği yola dingilli kamyon getirdin, bu senin yaptığın iş mi? dedi
    Zaten isteksiz geldiğimiz için canım burnumdaydı. Bu sözler de işin tuzu biberi olmuştu. Şoföre bağırarak;
    -Yani ne diyorsun? Elazığ'dan buraya eşyayı traktörlen mi getirseydim be adam? dedim.
   Benden böyle bir tepki beklemiyordu sanırım. Hemen çark etti. Biraz çabadan sonra, köye kadar gittik. Kamyon durdu. Arabadan indik. Yol hepimizi çarpmıştı. Köyün imkansızlıklarını yol boyunca eşime anlatmıştım. Çok abarttığımı sanıyordu. Köyün durumunu görünce beni üzmemek için kendini tutan eşimin sinirleri boşaldı. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Zor bela susturduk. Eşyaları aceleyle indirdik. Kamyon geri döndü. Bir taraftan eşyalar içeri taşınıyor, bir taraftan; keşke geri gitseydik diye söyleniyorduk. İki gün sonra  sabaha karşı dörtte kalktık. İdris geri dönecekti. Elimizde çıra, bir köylünün rehberliğinde, bir saatlik yaya yolundan sonra, Ilıca'da arabaya bindirdim. Geri döndüğümüzde hava aydınlanmıştı. Öyle bir vadiyi inip çıkmıştık ki duvar tırmanır gibi. Ayağınız kaysa, dereye kadar yuvarlanırsınız. Acemi halimizle o yolu nasıl yürüdüğümüzü düşündükçe ürperiyordum. Bu köyden bir yolunu bulup gitmeliydim, ama nasıl? 
    Öğretmen okulunu Mersin'de okuduğum için bazı tanıdıklarım vardı. Onlar aracılığıyla tayinim yapılır diyordum. Birileriyle görüştüm. Yardımcı olacaklarını, en fazla bir yıl kalacağımı söylediler. Ama ben o köyde üç yıl kaldım. Koca pınardan eşekle su getirip içtik. Üstelik sağlıklı olmadığı,  Anamur'da yapılan tahlil sonucu  kesin içilmez raporu ile belgelenen su. Üç yıl süresince, kireç kaymağı ile ilaçlayıp dinlendirdikten sonra içtik. Köye başka yerden su getirmek için çabalarım oldu, fakat başaramadım. Okul ve lojman yapılması için sürekli yazışmalar yaptım. Üçüncü yılda okul ve lojman yapıldı. Yarıyılda tamamlanmasına rağmen kaymakam Erdal Ata; açılış yapılacak, kirlenmesin diye okulda ders yapmamıza müsaade etmedi. O sırada okul müdürü olarak Aslanköy'e atamam yapıldı. Yeni yapılan okulda ders yapmadan, oradan ayrıldım.
     Tek sevincim; benden sonra oraya atanacak öğretmenin okul ve lojman sorunu yaşamayacak olmasıydı.
     İyi ki de istifa etmemiştim. Zor günler mutlaka geçermiş. Her gecenin sonunda mutlaka güneşin doğacağını unutmamak gerek.
                                                                 Ali Akdoğan
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder