Yıl 1973. Mehmet ağabeyim Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde ziraat teknisyeni olarak görev yapıyordu. Bana gönderdiği mektupta; elli lira para yolladığını, askere gitmek üzere ev eşyasını toplamakta olduğunu, yarıyıl tatilinde memlekete giderken Pazarcık'ta inmemi ve kendilerine eşyaları kamyona yüklerken yardım etmemi istediğini yazmıştı.
Mersin Öğretmen okulu ikinci sınıf öğrencisiydim. Gençliğin en deli çağı. Gösteriş merakının ağır bastığı yıllar. Yarıyıl tatilinde memlekete gitmek için hazırlık yapıyordum. Ağabeyimin mektubunu okuyunca parayı nasıl harcayacağımı planladım.
Pazarcık'ta ineceğim için otobüs biletine yirmiiki lira ayırdım. Çarşıya çıktım. Önce otobüs biletimi aldım. Dolaşırken işporta tezgahında gözüme çarpan ve çok hoşuma giden metal çerçeveli bir güneş gözlüğü aldım. Memleketteki arkadaşlarıma hava atmak için en fiyakalısıydı. Gözlüğü takıp yolda yürümeye başladım. Caddede yanımdan geçen insanları göz ucuyla süzerken, içimden müthiş bir kendini beğenmişlik duygusu yükseliyordu. Dükkanların içine girerken, gözlüğün kararttığı ortamdan etrafımı zor gördüğüm halde, gözlüğü çıkarmak yerine, gençliğin verdiği aldırmazlık duygusuyla dükkanda dolaşmaya devam edip içerdeki eşyalara çarptım. Bereket bir şeyler düşüp kırılmadı. Çünkü herhangi bir şey kırılsaydı cebimde ödeyecek para bile yoktu.
Kalan parayla kendime çorap, kardeşlerim için portakal-limon aldım. Yol parası dışında onbeş lira param kaldı. Okula döndüm. Valizimi hazırladım. Akşam altıda otobüsle yola çıktım. Yol boyunca; memlekette beni gözlüklü görecek arkadaşlarımın yüz ifadelerini hayal ediyordum.
Pazrcık'a geldik. İnen varsa acele etsin diye yükselen muavinin sesiyle irkildim. Aceleyle yerimden kalkıp arabadan indim. Valizimi aldım. Gece yarısı olmuş. Mevsim kış Şubat ayının başları. Yerde otuz-kırk santim kar var. Hava çok soğuk. Yürüyerek abimin oturduğu eve gittim. Bahçe kapısı demirden yapılmış, kale kapısı gibi sağlam. Kapıya elimle vurdum. Eve uzak, duyan olmadı. Yumruklamaya başladım. İçerden bir kadın sesi;
- Kim o, dedi.
Çok üşümüştüm. titreyen bir sesle;
-Benim teyze, kiracınız Mehmet beyin kardeşiyim, Mersin'den geliyorum, dedim.
Kadın üzgün biraz da şaşırmış bir sesle;
-Onlar dün evini yükleyip memlekete gittiler, dedi.
Kadına cevap bile veremedim. Gerisin geriye arabadan indiğim yere gittim. Yol kenarında bir kahve açık ve içerde insanlar görünüyordu. Kahveye girdim. Sobanın kenarına oturup kara kara düşünmeye başladım. Cebimdeki para Elazığ'a kadar otobüs biletine yetmiyor, yirmiiki liraya ihtiyacım var, cebimdeki para onbeş lira. Ağabeyimin evinde yerim diye, yolda yemek bile yemedim. Karnım açlıktan zil çalıyordu. Tanıdık birisi var mı acaba? Bu düşünce içinde, minnet duygusu yüklü gözlerle kahvenin içindekilere göz gezdirdim. Yan masada oyun oynayanlardan birisi, ağabeyimin ev sahibi Mustafa amcaydı. İnsan çok yakın akrabasını görünce nasıl sevinirse, ben de öyle sevindim. Yanına yaklaşıp kulağına alçak bir ses tonuyla;
- Mustafa amca merhaba, ben kiracınız Mehmet beyin kardeşiyim. Mersin'den gelirken burada indim. Ama abim evini yükleyip gitmiş. Yol param yetersiz. Varsa bana yirmi lira verin, memleketten dönerken size öderim, dedim.
Adam yüzüme baktı. Beni tanıyordu. Yumuşak bir sesle;
-O yeğenim hoş geldin. Otur hele bir çay iç, dedi.
Elini cebine sokup çıkardı. Parasının içinden beş lira çekip verdi, ve;
-Benim de harçlığım az, kusura bakma, dedi.
Parayı aldım ve;
-Sağ ol Mustafa amca dönüşte paranı getiririm, dedim.
Mustafa amca;
-Boş ver evladım getirmene gerek yok, dedi.
O zamana kadar hiç kimseden borç para istememiştim. Bu kadar cesareti kendimde nasıl bulduğuma hala çok şaşırıyorum.
Kahveden çıktım. Yol kenarında beklerken Elazığ'a giden başka bir otobüs gelip durdu. Yolcular inerken ben bindim. Önlerde boş yer olmadığı için en arka koltukta muavinin yanına oturdum. Biraz yol gittikten sonra yol parası istendi. Çıkarıp onbeşlira verdim. Beş lirayı da her ihtimale karşı harçlık olarak bıraktım. Muavin sert bir sesle azarlar gibi;
-Bu yetmez, yedi lira daha vereceksin, dedi.
Yetmediğini biliyordum. Allah kahretsin olan parayı gözlüğe vermiştim. Bir pişmanlık duyuyordum ki sormayın. O havalı yürüyüşler, hava atacağım hayalleri fitil fitil burnumdan geliyordu. Uygun ve yalvarır bir sesle;
-Öğrenciyim, Mersin'den gelirken burada indim. Ağabeyim beni bekliyor olacaktı. Ama evini yükleyip memlekete gitmiş. Oyuna geldim. Param bitti, dedim.
Adam umursamaz bir tavırla;
-Bana ne kardeşim yol paranı tam vereceksin, dedi.
Durumun vahametini anlatan bir tavırla;
-Bak kardeşim; Gölbaşı - Pazarcık arasında ıssız bir yerdeyiz. İstersen arabadan indir. Bu gece vakti kurda kuşa yem olayım. Vicdanına kalmış. Param yok, dedim.
Muavin ikna olmuş olacak ki sesini kesti. Arabanın kaloriferleri yanmıyor, içerisi buz gibi. Camlar içerden buz kaplamış, dışarısı gözükmüyordu. Karnım çok aç ve çok üşüyordum. Sabaha karşı saat beşte Elazığ'a vardık. İzzet Paşa camisinin önünde indirdiler bizi.
Arabadan indim, kütürüm gibi soğuktan her yanım tutulmuştu. Bir elime valizimi, diğer elime de narenciye dolu el çantasını aldım. Ellerimde eldiven yoktu. Yürümeye başladım. Yollar hep buz, yerde yarım metre kar vardı. Aksaray mahallesinde oturan dedemin evine yürüyerek gidecektim. Yaklaşık yarım saatlik yol. Sokaklara girdim. Saçaklardan düşen kar, sokağı kapatmış. Yolumu değiştire, değiştire Aksaray mahallesinin girişinde, çimento fabrikasının yol ayrımındaki köprüden mahalleye döndüm. Hafif baş aşagı bir meyil vardı. Elimdeki valizin kulpu koptu ve yere düştü. Yol buz olunca epeyde kayarak ileriye doğru gitti. Diğer çantanın ipleri elimi kesmiş ama soğuktan farkına bile varmamıştım. Dedemin evine geldim. Kapıyı çaldım. Dedem kapıyı açınca gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi şaşırdı. Beni beklemiyormuş. Hemen içeri girdik. Sobayı yaktı. Sobanın kenarına oturdum. Parmaklarım gerçekten donmuştu. Sıcağa gelince müthiş bir sancı ile parmaklarımın acısını hissediyordum. Ellerimi ovuştururken, sızıdan ve acıdan ağlamaya başladım. Dedem bazı konularda tecrübeliydi. Hemen yerden yün bir çorap alıp ellerimi o çorapla üfelemeye başladı. Üfeledikce canım gidiyordu. Epey sonra yavaş yavaş parmaklarıma can gelmeye ve acısı , sızısı azalmaya başladı.
Hazırda mercimek çorbası varmış. Isıtıp getirdiler. Çorbayı içerken içim ısındı, can gelmeye başladı bacaklarıma. zaten sabah ta olmuştu. Uyumadan oturduk. Başımdan geçenleri anlattım. Dedem çok üzüldü.
Karakoçan'a gitmek için otobüs bilet ücreti oniki buçuk lira, cebimdeki para beş lira, daha yedi buçuk liraya ihtiyacım vardı. Dedem bana iki buçuk lira verdi. Saat dokuza doğru Dursun dayımın evine gittim. Biraz oturup sohbet ettik. Laf arasında
-Dayı gel pişti oynayalım dedim.
Dayım;
-Tamam oynayalım, ama ben boş oynamam, dedi.
Ben de;
-Tamam beş lirasına oynayalım öyleyse, dedim.
Oyuna başladık. Çok çekişmeli bir oyundan sonra oyunu kazandım. Paramı istedim. Dayım biraz karşı çıktı ama nafile alırım dedim. Parayı aldıktan sonra durumu anlattım. Çok şaşırdı.
Öğleden sonra Karakoçan'a gitmek üzere oradan ayrıldım. İki saatlik bir yolculuktan sonra ilçeye vardım. Otobüsten indim. Çarşı; doğu-batı istikametinde yüzelli metre uzunluğunda bir caddeden ibaret. Yürürken babam ile abim beni uzaktan görmüşler. Karşılamaya gelirken Mehmet abim gülümseyerek bana yaklaştı. Kendisine çok kırılmıştım. Aynı sıcaklığı göremeyince bozuldu. Başımdan geçenleri anlatınca çok şaşırdılar.
Tabi gözlük aldığımı, o nedenle parasız kaldığımı çok sonra anlattım.
Gösteriş merakının nasıl sıkıntılara mal olduğunu, bu yaşananlardan sonra, en iyi ben anladım.
Ali Akdoğan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder