1976 yılı, Mart ayının ortalarıydı. O yıl yeni öğretmen olmuştum. Elazığ ili Palu ilçesine bağlı Kayalık köyünde bekar kalıyordum. Aylık ihtiyaçlarımı almak için hafta sonu, Elazığ'ın Karakoçan ilçesine gittim. Bizim evimiz ilçe merkezinde olduğu için gece kalacak yer sorunu yoktu. O geceyi annem, babam ve kardeşlerimle geçirdim. Sabah kalkıp kahvaltı ettikten sonra, ihtiyaçlarımı almak için çarşıya gittim. Öğrenciler benden plastik top istemişti. Onu da aldım. Birlikte çalıştığım öğretmen arkadaş evliydi. Onun da siparişleri vardı. Sipariş listesini tamamladıktan sonra yola çıktım.
Saat onda, ilçeden ayrıldım. Bingöl - Elazığ yol ayrımına kadar minibüsle geldim. Elazığ'dan gelip Bingöl'e giden otobüse bindim ve yarım saatlik yolculuktan sonra Sarıcan tepesi denilen mıntıkada otobüsten indim. Bundan sonrası yaya gidilecekti.
Sırtımda köye götüreceğim eşyanın ağırlığı yaklaşık yirmi kilo kadardı.Yarısını un çuvalına, yarısını da fileye koyup ikisini birbirine bağlayarak heybe gibi omuzuma aldım. Saate baktım, onbir sularıydı. Araba yolundan ayrılıp dağa doğru yürümeye başladım. Ayağımda yarım çizme, üstüm sağlam, üşümüyordum. Biraz yürüdükten sonra bir karar vermem gereken bir noktaya geldim. Dere ağzından gidersem, kar yumuşadığı için çok batacak ve ben çok yorulacaktım. Ayrıca belli noktalarda çığ tehlikesi de vardı. Dağın yamaçlarındaki kar erimiş, öbek öbek olmuş, öbeklerin arasında bazı yerler topraktı. Yamaçtan gidersem, hem topraklı yerlerde daha rahat yürüyecek, hem de çığ tehlikesinden korunmuş olacaktım. Yamaçtan dağı yatay yürümeye ve belli yerlerde de tırmanmaya karar verdim.
Önümde yaklaşık iki saatlik yürünecek yol vardı. Yola devam ederken birden bire bir sis bastırdı. Göz gözü görmüyordu. Yukarı baktım. Dağın belli bir yerinden ötesi görünmüyordu. Bingöl asfaltından geçen arabaların sesi duyuluyor ama kendileri görünmüyordu. Biraz yürüdüm. Kar yumuşamış, fena batıyordu. Bocalamaya başladım. Yalnız olunca daha çok panikledim. Dağdan aşağı dereye doğru baktım. Derenin içinde bir çoban koyunları için karın üstüne yem dökmüş, onların yanında bekliyormuş. Seslenip, mıntıkayı sordum. Çoban beni uzaktan tanımıştı. Kayalık köyünün öğretmeni olduğumu biliyormuş. Bulunduğumuz yerin Mendik yaylası olduğunu söyledi. Aklım daha çok karıştı. Çünkü Bingöl'e on kilometre mesafede Mendo diye bir mıntıka vardı. Mendo'yu duymuştum ama Mendik yaylasını duymamıştım. Çobanın sözünden sonra kendimi Mendo'da hayal etmeye başladım. Arabadan indiğim yerden Mendo mıntıkasına yaklaşık yirmibeş kilometre. Kendime sorular sormaya başladım.
-Bu kadar yolu nasıl yürüdüm? Beni buraya kim getirdi?
Soruların cevabı yok. Korkmaya başladım. Dağın tepesine doğru baktım. Tepesi görünmeyen dağ bana tamamen yabancı gelmeye başladı. Oysa o yoldan defalarca gitmiştim. Aynı yerde daireler çizmeye başladım. İzler birbirine karışınca, geldiğim yoldan araba yoluna dönme umudum da yok oldu. Olduğum yerde oturmaya başladım. Çoban beni izliyormuş, tekrar seslendi.
-Hocam, bak derenin ağzından yukarıya, sizin köyden bir adam köye gidiyor. Ona seslen, seni beklesin, birlikte gidin, dedi.
Bu ses; hani karanlık bir kuyudan ışığa çıkarsınız ya, işte benim için öyle bir anlam kazandı. Avazımın çıktığı kadar yüksek bir sesle köye doğru giden adama;
-Ben köyün öğretmeniyim, köye gidecektim. Yolu şaşırdım, çok yoruldum. Bekle birlikte gidelim, dedim.
Adam sesimden beni tanıdı, ve;
-Tamam hocam gel, ben burda seni bekliyorum, dedi.
Adamın sesinin geldiği noktayı görmüyordum ama tahminen belirledim. O noktaya doğru yürümeye başladım. Kar çok yumuşamış, çatala kadar batıyordu. Çizmelerimin içi su dolmuş, ayaklarım fena üşüyordu. Bazen diz üstü sürünüyor, bazen de iki adımda bir nefesleniyordum. Tam belirlediğim noktaya vardığımda adamı göremedim. Tekrar adama seslenerek;
-Yahu neredesin, ben çok yoruldum. Yürüyecek halim kalmadı. Beni bekle sene, dedim.
Adamın bulunduğu yer yüksekte olduğu için beni görüyormuş, Dingin bir sesle;
-Hocam korkma ben seni burada bekliyorum. Yavaş, yavaş gel. dedi.
Sesin geldiği noktayı kafamda belirledim. Tekrar yürümeye başladım. Ama sesin geldiği noktaya gittiğimde adam yine yoktu. O güne kadar korku nedir bilmezdim. İlk defa tüylerimin diken diken olduğunu ve gerçekten korktuğumu hissettim. Bulunduğum yere yığıldım. Gözlerim karardı. Adım atacak halim kalmamıştı. Adam durumu anlamış olacak ki;
-Hocam oturma, yorgunsun. Hava soğuk. Kanın aniden donar ve olduğun yerde ölürsün. Kalk ve önündeki küçük rampayı tırman . Ben tam tependeyim. Öğrencilerin de seni karşılamaya gelmişler. Şu ileri tepeden seslenip duruyorlar, dedi.
Bu konuşma bana cesaret verdi. Oturduğum yerden kalkıp duvar gibi rampadan, merdiven çıkar gibi tırmandım. Son basamakta köylü vatandaş elini uzatıp beni yukarı çekti. Adamın yanına çıkınca birden takatim kesildi ve olduğum yere oturdum. O sırada öğrenciler de bizim sesimizi duymuş, bulunduğumuz yere gelmişlerdi. Artık köye yaklaşmıştık. Çocuklar beni oturduğum yerden kaldırdılar. Omuzumdaki eşyaları paylaştılar. Yaşça büyük iki öğrenci koltuklarıma girdi. Birlikte yürüyerek köye gittik.
Okulun önünde bulunan çeşmenin başında elimi yüzümü yıkadım. Çizmelerimin içindeki suyu döktüm. Ayaklarımı suya tuttum. Çeşmeden akan su kaynamış gibi sıcak geliyordu. Sabah saat onbirde asfalttan ayrılmıştım. Şimdi saat üç. Dört saat dağda cebelleşirken, açlık falan aklıma bile gelmemişti. Bir an önce uyumak istiyordum. Odama gittim. Yatağa uzandım. Ertesi gün saat onikide uyandırdılar. Yeniden doğmuş gibiydim.
Dağda kaybolmanın yarattığı umutsuzluk anında; yaptıklarım, yapamadıklarım, yapmak istediklerim, hayallerim gözlerimin önünden bir film şeridi gibi hızla geçti. Ama her şeye rağmen, yine de yaşamak çok güzeldi.
1987 yılında Mersin merkeze bağlı Aslanköy kasabasında öğretmen olarak görev yaparken Şubat ayının sonlarına doğru akşam radyodan haberleri dinliyorduk. Elazığ ili Palu ilçesine bağlı Kayalık köyü öğretmeninin köye giderken tipiye yakalandığını ve kaybolduğunu öğrendim. Yaşadığım bu olay yeniden gözlerimde canlandı.Yaklaşık bir ay sonra karın altından cesedinin çıktığını öğrendim. Kendi başıma gelmiş kadar etkilendim. Köy öğretmenlerinin çilesi bu...
Ali Akdoğan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder