1982 Yılının Ekim ayının sonlarıydı. Bingöl ili Sancak kasabasına bağlı Yaygınçayır köyünün Ugurova mezrasında öğretmen olarak görev yapıyordum. Mezra olduğuna bakmayın. O da kendi içinde üç mahalleye bölünmüştü. Okulun bulunduğu mahalle onüç ev, karşıda dağınık biçimde birbirine uzak beş ev, çayırlar mıntıkasında da onbir ev vardı. Bu mahallelerin arası yarımşar saatlik yürüyüş mesafesindeydi. Mezra; bulunduğu mıntıkaya göre daha yüksekte kurulu olduğu için, sonbaharın en soğuk günleriydi. Kar yağdı yağacak. Kış hazırlıklarına başlanmıştı. Mezra; arabaların geçtiği kasaba yolundan yaklaşık kırkbeş dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. Yaz, kış yaya yürünüyordu bu mesafe.
Karım ve iki oğlum ile birlikte okulun lojmanında oturuyorduk. Sertaç iki yaşında, Serkan ise henüz altı aylıktı. Akşam olmuştu. Serkan emzirilip yatağına yatırıldı. eşim; gaz lambasının ışığında, salonun ortasına koyduğu plastik leğende, çocukların çamaşırlarını yıkıyordu. Sertaç'ta benim yanımda oyuncaklarıyla onuyordu. Kendi aramızda sohbet ediyorduk. Serkan bir ağlamayla uyandı ve ileri geri gerinerek kaskatı kesildi. Bağırsakları gurulduyor, midesi bulanıyor ama kusmuyordu. Annesi kucağına alır almaz boynu düştü. Eşim heyecanla bağırarak;
-Yetiş çocuk ölüyor, dedi.
Heyecanla yerimden fırlayıp çocuğu annesinin kucağından aldım ve ayaklarından tutup baş aşağı silkeledim. Çocuk yeniden toparlanır gibi oldu. Ağlamaya başladı. Annesine geri verdim ve hemen dışarı çıktım. Köyden bir ailenin kamyonu vardı ve şansımıza o gece kamyon köye gelmişti. Ama karşıdaki beş evin bulunduğu mahalledeydi.
Gece saat onbir. Gökyüzündeki dolunay, kocaman bir tepsi misali, etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Elime bir sopa aldım ve koşmaya başladım. O sırada köylülerden Filit Akbalık'ın oğlu Hüseyin de benden önce yola çıkmıştı. Kamyonun olduğu eve gidiyorduk. Ev sahipleri koyun sürüleri olduğu için dört beş tane çoban köpeği besliyorlardı. Hava soğuduğu için sürü evin yanında yatırılıyordu. Bu nedenle köpeklere karşı tedbirli olmalıydık. Hüseyin benden önce eve yaklaşmış, köpekler onun etrafını sarmıştı. Arkasından yetiştim ve bağırarak;
-Siz hiç insan görmediniz mi be? Ne yapıyorsunuz? dedim.
Resmen köpeklerle konuşuyordum. Can havliyle nasıl bağırdığımı bilmiyorum ama sesleri kesildi. Hepsi çekilip gitti. Kapıyı çaldık. Köyde bir de düşmanlık vardı. Onun için önce yaşlı anneleri ses verdi;
-Kimsiniz? Gecenin bu vaktinde ne istiyorsunuz? dedi.
Kendimi tanıtıp çocuğumun ağır hasta olduğunu ve kamyonla Bingöl'e götürmek istediğimi, İsmail'in bana yardımcı olmasını söyleyince, kadın sesimden tanıdı. Hemen oğluna seslendi. Biz dışarıda beklerken heyecandan ve stresten dizlerim zangır, zangır titriyordu. İsmail kalkıp giyindi ve hemen dışarı çıktı. Kamyona atladık. İki mahalle arasında derin bir vadi olması nedeniyle kestirmeden yol yoktu. Uzun ve dolambaçlı bir yoldan dolanarak okulun yanına geldik. Bir köylü kadın battaniyeye sarınmış dışarıda bizi bekliyormuş. Onu görünce gözlerim karardı. Kesin çocuk öldü dedim kendi kendime. Arabadan inmeye cesaret edemedim. Kadın arabaya yaklaştı ve;
-Korkma hocam çocuk iyi, dedi.
Üzerimden kocaman bir dağ kalkmıştı. Zaten gerekli hazırlıkları yapmışlardı. Hemen kamyona bindik ve Bingöl'e doğru yola çıktık. Kırk kilometrelik yol uzadıkça uzadı. Hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Saat ikide Devlet hasta hanesinin önünde durduk. Kapıyı çalıyoruz, cama vuruyoruz duyan yok. Epey kapı pencere çaldıktan sonra, bir hemşire yarı uykulu merdivenlerden inip geldi. Kapıyı açtı. İçeri girer girmez;
-Doktor nerede? Köyden geliyoruz. Çocuk ölüyor, dedim.
Hemşire yanımızdan ayrılıp merdivenlerden yukarı çıktı. Bir süre sonra geri döndü. Doktor yok. Çok heyecanlanmıştım. Hemşireye bağırarak;
-Git şu doktoru al gel, ben yukarı çıkarsam hiç iyi şeyler olmaz, dedim.
Doktor sesimi duymuş olacak ki; gözlerini ovuşturarak geldi. Hastayı sedyeye yatırdık. Muayene etti. Altının bezini açtık, kirletmişti, Yeşil renkli taneli bir ishal. Doktor tiksinir bir tavırla;
-Kaç aylık? dedi.
-Altı aylık, dedim.
-Bu çocuk diş çıkarıyor, bir şeyi yok, dedi.
O anda kendimi kaybettim ve doktora;
-Diş çıkaran çocuk ölür mü doktor? diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Toparlanıp oradan çıktık. Tatmin olmamıştık. Hemen karşıda Dr. Halit Rıza Ünal'ın muayenehanesi vardı. Kapıyı çaldık. Orta yaşlı bir bey açtı. Durumu anlattık. Adam aceleyle yanımızdan ayrıldı. Doktorla birlikte geri döndü. Hastayı sedyeye koyduk. Muayene ederken bize sorular sormaya başladı.
-Kaç aylık? Ne yedirdiniz? Kustu mu? Daha bir çok soru.
Soruları eşimle ikimiz bir ağızdan cevaplıyorduk.
-Altı aylık. Anne sütü yeterli gelmediğinden inek sütü içirdik. Hayır kusmadı.
Bize dönerek;
-Tıp dilinde biz buna çocuk kolerası diyoruz. İnek sütünden kaynaklanıyor. Kussaydı ölürdü, dedi.
Bunları duyunca şok olduk. Oysa biz de; zehirlenmiş düşüncesiyle kussun diye çabalıyorduk. Eşimle birbirimize bakarak, ne yanlışlıklar yapmışız anlamında dudağımızı kemirip kafa salladık
Bir iğne yapıp ilaçlarını yazdıktan sonra;
-Korkmayın durumu kurtarmışsınız. İlaçlarını ihmal etmeyin. Haydi geçmiş olsun, dedi.
Rahatlamıştık. Teşekkür edip huzurla oradan ayrıldık. İsmail kamyonuyla köye döndü. Biz de kayın biraderim İlyas'ın evine gittik. Saat sabahın dördüydü. Evin içi karıştı. Herkes şaşırmıştı. Hastanın rengi falan düzelmiş sancısı kesilmişti. Onu yatırdık. Oturup yaşadıklarımızı anlattık.
Ya o gece kamyon köye gelmeseydi...
Hala o anı hatırladıkça, kalbim duracakmış gibi oluyor. Boğazım kuruyor. Gözlerim kararıyor. Çok kötü oluyorum. Köyde görev yapan öğretmenlerin bir çoğu bu bizim yaşadıklarımızı yaşamıştır, sanırım.
Ali Akdoğan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder