1983-1986 yılları arasında, Mersin'in Mut ilçesine bağlı Ilıca köyü Çatakbağ mahallesinde öğretmen olarak görev yaparken zor şartlarda yaşantımızı sürdürüyorduk. Eve içme ve kullanma suyu getirmek te bu zorluklardan biriydi.
Her gün akşama doğru, güneş batmak üzereyken, köyün güneyinde, bir vadinin içinde, derinlerde bulunan Koca Pınara suya gitmek, artık sıradan bir görev olmuştu benim için. Köylüler suya gidip geldikten sonra, eşekle suya gitme sırası bana geliyordu. Komşudan eşeğini ve heybesini istiyorduk. Hayvanı vermeye olumlu bakıyorlardı. Ancak heybeyi pek vermek istemiyorlardı. Kıldan heybemiz yoktu. Satın almayı da hiç düşünemedik. Evde eski bir kilimimiz vardı. Eşim ortadan ikiye kesti kilimi. Heybe olacak biçimde kıvırıp dikti. Çok da güzel oldu. Evde ne kadar naylon bidon varsa hepsini heybeye doldurup eşeğin üstüne atıyordum. Ben önde, eşek arkamdan yürüyerek aşağıya doğru kıvrılarak inen patikadan çeşmeye gidiyorduk. Yol çok dar ve taşlıklıydı. Bazı yerlerde, yolun kenarında büyük kayalar vardı. Siz çeşmeye giderken, çeşmeden gelen başka bir su yüklü hayvanla karşılaşırsanız, yolun geniş bir yerinde, arabaların birbirine yol vermek için beklediği gibi, bekleyip yol vermek gerekiyordu. Yanyana geçişlerde heybeler birbirine, bazen de yolun kenarındaki büyük kayalara sürtünüyordu.
Bir gün sudan gelirken heybenin tam ortasından bir bölüm hafiften yırtıldı. Yırtılan yeri eşime gösterip, onarmasını, aksi halde çeşmeden gelirken yırtılırsa zorluk yaşayabileceğimi söyledim. Ertesi gün çeşmeye doğru yola koyuldum. Alışmıştım artık. Bu şekilde su taşımak pek zoruma gitmiyordu. Koca pınara vardık. Göletin ortasında bulunan büyükçe taşın üstüne çıktım. Bidonları daldırarak doldurduktan sonra heybeye yerleştirdim. Eve doğru geri dönüşe başladık. Eşek önde ben arkada rampa tırmanıyorduk. Heybeden bir cırt sesi geldi. Sesin geldiği yere eğilip baktım. Unutulmuş, cırtlayan yer onarılmamıştı. İçimi bir sıkıntı kapladı. Eşek her adım attığında bir cırt sesi geldikçe nefesim daralıyordu. Hayvanı durdurup bidonları heybeden çıkardım. Yırtılan yerdeki iki ucu birbirine bağlamaya çalıştım. Pek sağlam olmadı ama biraz idare eder gibiydi. Dura yürüye epey zaman geçmiş, ortalık iyice kararmıştı. Neyse ki gecenin karanlığını aydınlatan dolunay vardı. Epey gecikmiş olmalıydım ki; eşim merak edip, beni karşılamaya gelirken yolda Hüseyin Uğur'la karşılaşmış. Hüseyin amca sağ olsun;
-Sen geri dön ben giderim, demiş.
Eşim eve geri dönmüş. Beni karşılamaya gelen Hüseyin amcayı görünce sıkıntılarım hafifledi. Yırtılmayı az da olsa önlemek için, heybenin bir tarafından ben, bir tarafından Hüseyin amca, alttan tutup kaldırarak hayvanın iki yanından kardeş kardeş yürüyorduk. Geç de olsa eve kadar geldik. Adam çok kızdığımı ve yorulduğumu anlamış olacak ki; hiç beklemeden evine geri döndü. Eşimle birlikte bidonları heybeden çıkardık. Bizim heybenin ortası neredeyse kopmak üzereymiş. Eşim;
-Çocuklarla uğraşırken unuttum, olanlardan ötürü özür diliyorum, dedi.
Benim de sinirim geçmişti. Yorgun bir sesle;
-Yapacak bir şey yok, ama yarına yeni bir heybeye ihtiyacımız var dedim.
Kilimin geriye kalan diğer yarısından yeniden heybe dikildi. Bir süre onunla su getirdim. Kafamda ağaçtan heybe gibi bir şey planlıyordum. Mut'a gittim. Marangoz atölyesinde ustayla konuşarak, istediğim şeyi tarif ettim. Çok ağır olmaması için kavak ağacı seçildi. Kesilip delikler açıldı. İskelet kurulup provası yapıldıktan sonra parçaları toplayıp demet şeklinde bağladım ve ihtiyaçlarımı aldıktan sonra köye döndüm. Ertesi gün evin önünde parçaları birleştirip çivilerle sağlam bir biçimde heybeyi yaptım. Daha çok çatmaya benziyordu. Yaptığım şeyi gören köylüler;
-Hayırdır hocam bununla ne yapacaksın? dediler.
-Bununla su taşıyacağım, dedim.
Gülüp geçtiler. Benim derdim onların hoşuna giden bir şey yapmak değil, ihtiyacımı giderebilecek bir şey yapmaktı. Onlara aldırmadan işimi tamamladım. Çeşmeden su taşımaya başladıktan sonra onların da hoşuna gitti. Orada kaldığım iki yıl boyunca yaptığım o ağaç çatmayla su taşıdım. Çok kullanışlıydı. Oraya, buraya çarpsa da içindeki bidonlar zarar görmüyordu.
Çeşmeye gidip gelirken yol boyunca sürekli; evin içinde su akacak bir yere, atamamızın bir gün mutlaka yapılabileceğinin hayalini kurup mutlu olmaya çalışıyordum. Yoksa buna katlanmanın başka bir yolunun olmadığını biliyordum. Önemli olan zorlukların içinden mutlu olabilecek pencereyi bulup açmaktı. Bunu başarmıştım.
Mersin merkezde oturanlara bunlar masal gibi gelebilir. Bu yaşananlar, belki bu gün değil ama, o günkü ülkemin gerçekleriydi.
. Ali Akdoğan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder