1983 yılında Bingöl merkez ilçeye bağlı Yaygınçayır köyü Uğurova mezrasında öğretmen olarak görev yapıyordum. O yıl kışın çok kar yağmıştı. Hele bulunduğumuz yer o yörenin en yüksek mevkisine kurulmuş bir mezraydı. Oraya daha çok kar yağıyordu. Mezra yol kenarı olmadığı için, yaklaşık bir buçuk saat yürüyerek arabanın geçtiği yola gidip, oradan minibüsle şehire gidiyorduk. İhtiyaçlarımızı aylık alıp köye döndüğümüzde esas eziyet o zaman başlıyordu. Çünkü aldığımız erzaklar ve diğer ihtiyaçlarımızı omuzumuzda taşıyarak evimize götürüyorduk.
Mutfak ihtiyaçlarımız olduğu için şehire gitmek gerekiyordu. Nisan ayının maaş alma günü gelmişti. İlk hafta, Cuma günü sabah erkenden kalktım. Kahvaltımı yaptım. Eşim ve çocuklarımla vedalaşıp dışarı çıktığımda içimi tatlı bir sevinç kapladı. Hava hafif soğuk ama çok güzeldi. Masmavi gök yüzünde doğmak üzere olan güneş, duvağı açılmış bir gelin gibi parlayarak etrafı aydınlatıyor ama henüz ısıtmaya gücü yetmiyordu. Bingöl'e gitmek üzere yola çıktım. Gece ayaz olduğu için kar kütük gibi donmuştu. Donan karın üzerinde hoplaya zıplaya yürüyerek arabanın geçtiği yola kadar gittim. Çok beklemeden minibüs geldi, bindim. Arabanın içinde, başka köylerde çalışan öğretmen arkadaşlar da vardı. Köy öğretmenleri; maaşımızı almak üzere şehire gidiyorduk. Ayda bir görüşme imkanımız olduğu için birbirimizi epey özlemiştik. Yol boyunca sohbet ederek özlem giderdik. Yolculuk iyi geçti. Mutemedin bulunduğu ilköğretim müdürlüğüne gittik. Maaşımızı aldıktan sonra herkes evinin ihtiyaçlarını almak üzere dağıldık. İhtiyaç listemi tamamlayıp köyün durağına gittim. Minibüs hazırda bekliyordu. Eşyalarımı yerleştirdikten sonra uygun bir yere geçip oturdum. Köye doğru geri dönüş başladı.
Araba yol alırken içime bir sıkıntı çöktü. Köy durağında indikten sonra, bu kadar ağırlığı nasıl taşıyacağımın sıkıntısıydı bu. Çaresi yok, omuzlayıp gidecektim ama ineceğim yeri seçmekte tereddüt ediyordum. Dere ağzında inersem; dik bir rampa tırmanmam gerekiyordu ve yukarı çıkarıncaya kadar çok yorulacaktım. Tepede inersem; yol düz daha kolay giderim düşüncesiyle tepede inmeye karar verdim.
Tepeye geldik arabadan indim. Yalnız başımaydım. Eşyaların bulunduğu çuvalları heybe biçiminde bağlayıp omuzuma aldım. Sabah geldiğim yoldan geri dönüş yoluna başladım. Gündüzün sıcağında donan karın çözülüp yumuşayacağını ve batacağını düşünememiştim. Yoldan ayrıldıktan kısa bir süre sonra bunu anladım ama artık çok geç kalmıştım. Kar yumuşamış su haline gelmişti. Bastığım her yer çatala kadar batıyordu. İki üç adımda bir bekleyip soluklanmak zorunda kalıyordum. Önümde yaklaşık dört kilometreye yakın yürünecek yol vardı. Bata çıka bir kilometreye yakın gittim. Baktım olmuyor. Köyden kızak getirip eşyaları kızakla götürmeye karar verdim. Eşyaları yol kenarına bırakıp yürümeye devam ettim. Bata çıka köye gittim. Akşam olmak üzereydi. Bir kızak bulup eşyaları bir an önce eve getirmeliydim.
Komşu evden bir kızak buldum. Bir ip bağlayıp arkamdan sürüyerek eşyaya doğru yola çıktım. Kar sulanmış, kızak kaymıyordu. Hafif bir rampadan yukarı çıktıktan sonra kızağı bırakıp eşyayı kızağa taşımaya karar verdim. Bulunduğumuz yer ile eşyaların bulunduğu yer arasındaki mesafe yaklaşık bir kilometreden fazlaydı. Yorgunluktan dermanım kesilmiş, gözlerim kararmaya başlamıştı. Ama başka yolu yoktu. Yürümeye başladım. Biraz yürüdükten sonra, keçilerini; karın eridiği güneyli yamaçlara otlatmaya götüren Sıddık Barut ile karşılaştım. Beni görünce şaşırdı ve;
-Hocam; hayırdır bu akşam üzeri nereye gidiyorsun? dedi.
Yorgun bir sesle;
-Bingöl'den gelirken biraz ihtiyaç getirmiştim. Yorulunca ilerde yolun kenarına bıraktım. O eşyayı almaya gidiyorum, dedim.
Adam yorgunluğumu yüzümden okumuş olacak ki;
-Sen çok yorulmuşsun. Keçilerin önünde yürü. Onlar peşinden gelir. Ben eşyayı alır getiririm, dedi.
Bu bana verilebilecek en büyük ödüldü. Hayvanların önünde yürümeye başladım. Köye kadar gittik. Çok geçmeden Sıddık eşyaları omuzlayıp geldi. Ama bu sefer de kızak yolda kaldı. Karanlık olmadan onun da köye getirilmesi gerekiyordu.
Biraz dinlendikten sonra kızağı almaya gittim. Güneş batmış, hava soğumaya başlamıştı. Kızağı çekmeye başladım. Kar hafiften donmuş, kızak kolay kayıyordu. Baş aşağı olunca, kızağı arkamdan sürüyeceğime, bindim köye kadar kayarak geldim.
Kararsızlık, hele bazen de yanlış verilen kararlar, insanı olduğundan fazla yorarmış.
Ali Akdoğan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder