31 Aralık 2010 Cuma

Ağrı Dağının Heybeti

    Ağrı dağının ihtişamını, 1979 yılının Temmuz ayında gördüm.  Ağrı Doğubeyazıt Ortakent köyüne er öğretmen olarak atandım. 
     Uzun ve yorucu bir yolculuk sonunda gece yarısı Ağrı'ya vardık. O yıllar siyasi gerginlikler nedeni ile ortam çok karışıktı. Yolculuk sırasında tanıştığım, siyasi düşünceme yakın bir ağrılı geceyi güven içinde geçirebileceğim otellerin bulunduğu tarafı tarif etti. Onun önerdiği tarafta bir otel buldum. Gece kalacak bir oda tuttum. Çok yorulmuştum. Hemen uyumak istiyordum. Lambayı söndürdüm. Sokak lambasının ışığı içeriyi hafiften aydınlatıyordu. Yatağa uzandım. Bir şeyler yatağın içinde kımıldayıp duruyor, bazen de ısırıyorlardı. Lambayı yaktım. Yatağın içinden pıt, pıt pireler uçuşmaya başladı. Otel pek bakımlı değilmiş. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi.         
  
     Sabah erkenden kalktım. Eski bir otobüse bindim. Doğubeyazıt'a doğru yola çıktım. Doksan kilometre yol boyunca kah sallanarak, kah zıplayarak yolculuk yaparken, uzaktan Ağrı dağı bütün haşmetiyle görünmeye başladı. Rüyada gibiydim. Bütün yorgunluğumu unutup heybetli görünen Ağrı dağını izlemeye başladım.           Eteklerinde parçalanmış kar öbekleri, ortası sis bulutuyla gizlenmiş, tepesi karla kaplı koca bir kütle. Hani derler ya "Bulutları deliyor senin o dumanlı başın". İşte öyle bir şey.        
    Efsanelere, destanlara, aşklara konu olan koca Ağrı'ya da bu yakışır                                                                Ali Akdoğan
Sil

29 Aralık 2010 Çarşamba

Radyonun İçinde İnsan Kafası Var

   1960 lı yıllarda radyo bulunan ev çok azdı. Olanlar da; bataryalıydı. Radyonun kenarında; onun yarısı büyüklüğünde pil bataryası dururdu. Daha sonra Flips marka çantalı radyolar çıktı. Bizim bir öğretmen komşumuz bu çantalı radyodan almıştı. Mahallede tek radyolu ev, herkesin gözü onların üstündeydi.
   Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, komşunun evinden gelen radyo sesi etrafı şenlendiriyordu. Onlar da biraz havaları olsun diye sesi fazla açıyorlardı. Bütün mahalle onların sayesinde müzikle tanışıyor, haber dinliyordu.
   Ben henüz yedi sekiz yaşlarındaydım .Okula başlamamıştım. Komşunun radyosunu çok merak ediyordum. Pencereye koymuşlardı. Dışarıdan meraklı gözlerle inceledim. Radyo açıktı. Bir erkek sunucu konuşuyordu. Nasıl oluyor diye merak etmeye, kendime sorular sormaya başladım.
    -Bu insan sesi, bu kutunun içinden nasıl çıkıyor? O kutunun içine insanın vücudunun  tamamı sığar mı? İçinde nasıl nefes alıyorlar? Yemeklerini nerede yiyiyorlar? Daha bir çok soru.
    Kimseden bu soruların inandırıcı cevabını alamayınca, çocuk aklımla cevaplar üretmeye başladım.  Bu kutunun içine insanların kafasını yerleştirmişler diye bir düşüce oluştu kafamda. Bir süre sonra biten piller bahçeye atılmıştı. Dış yüzeyleri beyaz renkliydi. Pili yerden alıp inceledikten sonra;.
     -Ha bu da çay bardakları olmalı. Bununla çay içiyorlar galiba, dedim.
      Daha sonra radyo korosu türküler söylemeye başladı. Ben radyonun içine bir kişinin kafasını sığdırmakta zorlanırken bir çok kişiyi nasıl sığdıracaktım. Kafam çok karıştı. Nasıl oluyordu? Bu kadar kişinin sesi, bu küçücük kutunun içinden nasıl çıkıyordu? Cevabını bulamadığım sorular çoğalınca işi zamana bıraktım. Çünkü yakınımda mantıklı bir açıklama yapacak bilgi düzeyinde kimse yoktu.

    1967 yılında Elazığ'dan Dursun dayım bize geldi. İki gün kaldı. Sohbet sırasında iki tane radyosu olduğunu, bunlardan birini bize verebileceğini ve karşılığında bir inek istediğini söyledi. Pazarlık erken bitti. Babam ineği verip "Aga" marka eski bir çantalı radyo aldı. Eve radyo geldi. Ben de; o yıl dördüncü sınıfta öğrenciydim. Kendime sorduğum soruların cevabı netleşmeye başladı.
    Radyonun içini açıp baktıktan ve içindeki kabloları gördükten sonra; insan kafasının orada olmadığına, pillerin de çay bardağı olmadığına  inandım.
                                                           Ali Akdoğan

27 Aralık 2010 Pazartesi

Kuduz

   l958 yılının ilkbahar aylarıydı. Dört yaşındaydım. Yoğunağaç köyüne bağlı ve köy merkezine üç kilometre uzaklıkta bir mezrada oturuyorduk. Köyümüzün her tarafı meşe ormanıyla kaplıydı. Köylüler; çiftçiliğin yanı sıra hayvancılık ta yapıyordu. Genelde keçi ve sığır besleyip, çökelek ve yağ satarlardı. Hayvanlar nöbet sırasına göre güdülürdü. O gün nöbet sırası bizdeydi.
   Babam, iki ağabeyim hayvanları gütmeye götürürken ben de yanlarında, eğlenmek içn gittim. En büyük eğlencemiz; hayvan sürüsünün içindeki eşeklere binmekti. Ben tek başına binemediğim için babamın arkasına bindim. Abilerim de her biri bir eşeğe binmiş, değişik mesafelerden, otlayan hayvanları kontrol ediyorlardı. Yanımızda siyah çoban köpeğimiz Çalo da vardı. Sürüden ayrılan veya geride kalan hayvanları parmağımızla işaret ediyorduk. Köpek hışımla koşarak gidip hayvanı kovalıyor, bazende ısırarak bağırtıyor,  canı yanan hayvan koşarak sürünün içine giriyordu. Bu hareket hepimizin hoşuna gidiyordu. Çünkü kimse yorulmuyor, her şeyi köpek hallediyordu.
     Akşama doğru köye dönüş başladı. Bizim Çalo;  bir sağa saldırıyor, bir sola saldırıyor, keçiler sığırlar koşarak bir araya toplanıp yumruk gibi oluyordu. Bu iş babamın biraz tuhafına gitmeye başladı. Fakat bir anlam veremiyordu.
     Köpek; dönüş yolunda amcamın tosununu ısırdı. Tosun dönüp köpeği süstü. Bir süre sonra, bir eşeği ısırdı. Eşek dörtnala köye kadar gitti. Yakınımızda bir keçiyi ısırınca, babam eşekten indi. Eline bir taş alıp, köpeği kovdu. Köpek yanımızdan ayrıldı. Akşam eve geldiğimizde, eve yakın bir yere gelmiş, ayakta duruyordu. Bir sağına bir soluna bakıyor ama pek bir reaksiyon göstermiyordu. Biz de; çok yoruldu onun için hali yok dedik. Akşam yal verildi. Bir süre sonra annem baktı, köpek yok, yala da dokunmamıştı. Gece geç vakit dışarılara bir daha bakıldı. Köpek yoktu. Sabah kalktık bizim köpek yine yok. Köyün içine bakıldı. Komşulara soruldu. Kimse görmemişti. Bir gün sonra ilçeden gelen bir komşu köpeği ilçe merkezinde gördüğünü ve bir mandayı ısırdığını söyledi. İlçe merkezi köyümüze onbeş kilometre uzaktaydı. Oraya nasıl gittiği tartışıldı. Bir köylü; köpeğin bir arabanın arkasına takılıp kovaladığını, sonra da; araba yolundan devam edip gittiğini, gördüğünü söyledi. Bu köpek tilkilerin düşmanıydı. Kuduzun tilkiler arasında yaygın olabileceği  bu nedenle bu köpeğin de kuduz olabileceği söylentileri dolaşıyordu.
   Bizim Çalo bir hafta sonra akşam üzeri köye döndü. Amcamın evinin karşısında bir tarlaya geldi. Armut ağacının altıda durdu. Adım atacak hali yoktu. Açlıktan karnı sarkmış, kuyruğu bacaklarının arasında, kulakları düşmüş, başını yukarda tutamıyordu. Biz de; amcamın evindeydik. Babam ile amcam içeri girdiler. Babamın elinde av tüfeğiyle geri döndüler. Babam diz çöktü. Nişan alıp ateş etti. Köpekten ses bile çıkmadı. Oracıkta yere yığıldı. Götürüp gömdüler.
    Biz tam kurtulduk diye sevinirken bir hafta sonra amcamın ısırılan tosunu delirdi. Köye öyle bir korku saldı ki; sormayın. Hayvan; önüne çıkan ve hareket eden her şeye saldırıyordu. Amcamın bir ineğini önüne katıp köyün dört bir yanını dolaştırdı. Köyün içinde ineği süserken ben ile küçük kardeşim Yusuf, sokaktaydık. Bize yaklaşmıştı. Yerimizde kuruduk kaldık. Adım bile atamadık. Şansımız yaver gitti. biraz ilerde hareket halindeki bir köylüyü gördü. Ona doğru saldırırken biz kurtulduk. O da; kucağındaki çalıları üzerine fırlatıp merdivenden ikinci kata doğru çıkarak canını kurtardı. Tosun yine ineği önüne katıp süserek köyün içine doğru gitti. Biz koşarak eve girdik. Çok korkmuştum. Gece yatarken ikide bir uyanıp anneme soruyordum.
    -Ya tosun gelirse ne yaparız?
    Annem;
    -Kapı kilitli gelemez dedi.
   -Ya pencereden gelirse, ne yaparız? Diye sorunca;
   -Gelemez, haydi uyu artık diye bağırdı annem.
   Tam üç gün bu kabus devam etti. Sonunda beraberindeki inekle birlikte amcamların davar ağılına girdi. Etrafına ip doladılar. Yere düşürüp ayaklarını bağladılar. Dedem evde yoktu. Ne yapılacağına o karar verecekti. Beklemeye başladılar. Ertesi gün dedem geldi. Evde toplanan büyükler kendi aralarında konuşurken biz çocuklar da onları dinliyorduk.
    Karar açıklandı. Herkes eline yüzüne sarımsak sürecek. Tosun kesilip etinden bir miktar kediye yedirilecek. Kediye bir şey olmazsa; pişirilip yenecekti. Bıçaklar bilendi. Kesim için dışarı çıktık. Halamın kocası Hamit İlbay evinin avlusunda bir şeyler yapıyormuş. Dedemin elinde bıçakları görünce durumu anlamış olacak ki;
    -Ne yapacaksın o bıçaklarla Mustafa amca? dedi.
    Dedem kararını ona da anlattı.
     Adam dehşetle bağırarak;
    - Sen delirdin mi be adam? Bu tosun kuduz olmuş olabilir. Kediye yediriyorsun. Zehirlenme midir ki; kedi hemen ölsün. Seni şikayet ederim. Bütün aileni içeri atarlar. Önce rezil  olur, sonra da hepiniz hastalıktan ölür gidersiniz, dedi.
     Dedem durumun ciddiyetini anlamış olacak ki, kesmekten vazgeçti. Tosunu öldürüp, bir çift öküzün arkasına bağladılar. Sürüyüp götürdüler. Biz gidemedik. Suya attıklarını söylediler.
     Cehalet insanın başına her şeyi getirebilir. Ya hamit İlbay olmasaydı ya da o anda bizi görmeseydi. Olabilecekleri düşünmek bile istemiyorum. Allah rahmet eylesin Hamit enişte, sen olmasaydın belki de biz şimdi yaşamıyor olacaktık.
                                                          Ali Akdoğan

24 Aralık 2010 Cuma

Kulpu Kırık Makas

     İlkokul ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçmiştim. Yaz tatilindeydik. Bazen tarlada, bahçede çalışanlara yardım ediyordum. Öğle aralarında şöyle bir saat kadar, evin serin bir köşesinde uzanıp dinlenirken uyuyakalıyorduk.
    Mevsim yaz, ogün  hava çok sıcaktı. Öğle arası odada bulunan tahta sedirin bir tarafına ben bir tarafına da, Mehmet abim uzanmıştı. Ben biraz uzandıktan sonra kalktım. Evin içinde dolandım. Kimse yoktu. Canım çok sıkılıyordu. Uğraşacak bir şeyler arıyordum. Odada masanın üzerinde duran makası aldım. Biraz kağıt falan kestim. Sonra elimdeki makası oraya buraya vurmaya başladım. Makasın demirden yapıldığını zannediyordum. Döküm olup kırılabileceği aklıma bile gelmedi. Masanın kenarına yan vururken, kulpunun biri kırıldı. Çok korktum. Annem kesin beni döver, azarlar evden kovar düşünceleri hızla beynimin içinde dönmeye başladı. Önce panikledim. Sonra buna bir çözüm üretmem gerektiğini düşündüm. Hemen bir plan yaptım.
    Makası sedirde yatan abimin ayağının yanına koydum. Kırık kulpunu da uygun bir biçimde yerleştirdim. Odadan çıktım gittim. Bahçede biraz dolandım. Annem o sırada tarladan döndü. İçeri girdi. Bunu fırsat bilip, ben de arkasından girdim. Abimi uyandırmak için odaya girdi. Arkasından ben de girdim. Makası görmesi için dua ediyordum. Sedirin yanına yaklaştı. Tam uyandıracaktı ki, makası gördü. Eğilip baktı.
    -Bu makas kırılmış, kim bunu buraya koydu? dedi.
    Hemen atıldım;
    -Uyurken at gibi tepiniyor. Kesin tepinirken ayağıyla vurmuş, kırmış,  dedim.
    Annem inanmaya dünden razıydı. Hemen uyandırdı abimi. Bir güzel azarladı. Bir iki tokat patlattı. Söylenerek odadan çıkıp gitti.
     Uykudan yeni uyanan abim sersemlemişti. Neye uğradığını şaşırdı. Etrafına boş gözlerle bakarken;
     -Ne makası? Kim kırmış? Onu oraya kim koydu? Ben hiç bir şey anlamdım, dedi.
     Renk vermemek için odadan hemen çıktım. Bir makas için dayak yemekten, azar işitmekten bu kadar kolay kurtulduğuma inanamıyordum. Evden uzaklaştım. Arkadaşlarımla oynamaya gittim. Ama suçu başkasının üstüne atmanın suçluluk duygusu içimi kemiriyordu. Oynadığım oyundan hiç zevk almıyordum. Sürekli benim yerime dayak yiyen abimi düşünüyordum. Bir ara eve gidip doğruyu anlatmayı düşündüm. Ama iş işten geçmişti. Gidip doğruyu söylesem abimin gözünde düşeceğim durumu hayal ettim. Biraz düşündükten sonra vazgeçtim.
      Bu sırrı yaklaşık yirmi yıl sakladım. Otuzlu yaşlardaydım. Birgün ailece oturmuş, eskilerden söz ederken, bu sırrımı anlattım. Herkes önce şaşırdı. O sırada abim;
     -Senden iki tokat alacağım var öyleyse, dedi.
     -Haklısın, dedim.
      Gülüp geçtik.
     Ta o zaman bile, çocuk aklımla; yaptığımın doğru bir şey olmadığını biliyordum. Beni buna iten; büyüklerimizin, olur olmaz her şeye kızmasıydı. Oysa çocukların da bazı hatalı davranışlarının olabileceğini düşünerek davransalardı, böyle bir plana gerek duymazdım, sanırım.
                                                   Ali Akdoğan
  
  

23 Aralık 2010 Perşembe

Bisikletle Gelen Ölüm

    1967 yılının yaz aylarıydı. O yıl ilkokulu yeni bitirmiştik. Okuduğumuz okul; ilçe merkezinde yedi derslikli güzel bir okuldu. Okuyan öğrencilerin çoğu ya komşu, ya da; akraba çocukları olduğu için, herkes  birbirini tanıyordu.
    Arkadaşlarımızın bir kısmı; çarşıda kiraya verilen üç tekerlekli bisikletlere binip, bisiklet sürmeyi öğreniyordu. Benim param olmadığı için böyle bir şansım yoktu. Ailemde çocuk sayısı çoktu. Böyle şeyler için bize harçlık verilmezdi. Aslında hiç harçlık verilmezdi ya. Evden okula giderken beslenme için çantamıza; annemizin pişirdiği mayalı bazlama koyarlardı. Yavan ekmekle ne kadar beslenme olacaksa artık. Ama yapacak bir şey yoktu. Çünkü şartlar böyleydi. Bisiklete binenlere imrenerek bakardım. En güzel süren sınıf arkadaşım  Ahmet Alaca'ydı. Ahmet bisiklete binince uçuyordu sanki. Bazen akrobatik hareketler de yapıyordu. Onun gibi olmak isterdim. Bisiklet üzerinde cambazlık yapmamanın bu kadar tehlikeli olabileceği hiç aklıma gelmemişti.
      Bir gün babam çarşıdan geldi. Çok üzgündü. Etrafına toplanıp, neler olduğunu sorduk. Konuşmaya başlamadan önce bana uzun uzun baktıktan sonra;
     -Bugün çarşıda bir çocuk; bisikletle arabanın arkasından asılmış, giderken; birden ellerini bırakmış ve yola savrulmuş. Karşıdan gelen arabanın altında kalarak ezilmiş. Çocuk oracıkta can vermiş, dedi.
     O anda hemen aklıma Ahmet Alaca geldi. Ama donmuş kalmıştım. Kim olduğunu sormaya cesaret edemiyordum. Çünkü ahmet çok sevdiğim arkadaşlarımdan biriydi. Annem kim olduğunu sordu. Babam tekrar bana baktı ve;
      - Ahmet Alaca, dedi.
     İçim doldu. Ağlayamıyordum. Etrafıma boş, boş bakarken; ölüm nasıl gerçekleşir? Ölen kişi acı çeker mi? Ailesi buna nasıl katlanır? Buna benzer daha bir sürü soru sordum kendime. Cevabını o anda bilmediğim bu sorulardan sonra babama dönüp;
     -Peki ne yaptılar? Oradaki insanlar hiç mi bir şey yapamadı? dedim.
     Babam üzgün bir sesle;
     -İlk yetişenlerden biri Mustafa abisiymiş. Başını kucağına alıca, çocuk son nefesini vermiş, dedi.
      Kendi kendime mırıldanarak;
     -Ah  Ahmet; ne yaptın. Hani birlikte ortaokula başlayacaktık. Okuyup büyük adam olacaktık, dedim.
     Zeki bir çocuktu. Oniki, onüç yaşında sevdiğim bir arkadaşımı kaybetmenin acısını yaşamıştım o gün. Bu acının tarifi çok zordu. Bu olaydan sonra kendi kendime bir söz verdim. Bisikletten uzak duracaktım. Gerçekten de uzak durdum. Çocuklarıma da; belli bir yaşa kadar bisiklet almadım. 1992 yılında Mersin merkez Akbelen mahallesinde otururken; çocuklarımın, arkadaşlarından gördüğü bazı şeyleri istemelerine daha fazla dayanamadım. Çocuklar ortaokula başladıktan sonra bisiklet aldım. Onların bineceği güzergahı kendim belirledim. O güzergahın dışında binmelerine izin vermedim. Onların sayesinde ben de; otuzsekiz yaşında bisiklete binmeyi öğrendim. Merkeze yakın Karaisalı köyüne öğretmen olarak atanınca, bir süre okula bisikletle gittim. Dördüncü katta oturuyorduk. Her gün bisikleti sokağa indirip biniyorlar, sonra omuzlayıp yukarıya çıkarıyorlardı. Bu durum epey sürdü. Hevesleri geçince, bisiklet balkonda beklemeye başladı. Birgün bir alıcı çıkınca, sattım.
      Keşke Ahmet'in ailesi de; ana yolda bisiklete binmesine izin vermeseydi. Belki Ahmet bugün yaşıyor olacaktı.
                                                           Ali Akdoğan

21 Aralık 2010 Salı

Köyde Yangın Var

   Mersin merkeze bağlı Aslanköy kasabasında; ilkokulda, okul müdürü olarak görev yapıyordum. 1989 yılı, Ağustos ayındaydık. 17 Ağustos günü okulda öğretmen olarak birlikte görev yaptığım Ayşen Ergan ile çarşıda karşılaştık. Bana kardeşinin düğün davetiyesini uzatarak;
    -Perşembe günü düğünümüz var, bir yere gitme karşılıklı oynayacağız, dedi. 
     Ben de; yaşça benden büyük olduğu için;
    -Olur abla dedim.
     Kasabada her yıl; 30 Ağustos Zafer şenlikleri yapıldığı için bir telaş vardı. Şenlik tertip komitesi kurulmuş, o komitede benim de görevim vardı. Belediye başkanı, aynı zamanda Ayşen hanımın kardeşi Adnan Ergan ile köy kahvesinde, çınarın altında oturup çay içerken yapılacak işleri konuştuk. Günlerden Pazardı. Pazartesi günü sabah Mersin'e gidilecek ve şenlikle ilgili afişler sipariş edilecek, şenliğe gelecek sanatçılarla görüşülecekti. Akşama doğru kalktım eve gittim. Traş oldum. hazırlıklarımı yaptım. Akşam geç vakitlerde yattık.  Belediyeye ait iki katlı, dört daireli lojmanın ikinci katında oturuyorduk.  Uyku arasında bir ses duyar gibi oldum. Yataktan fırladım. Etrafı dinledim. Binanın girişinde birlikte çalıştığımız; lojmanda da bizim alt katımızda oturan öğretmen Ali Yıldırımın sesi yeniden kabardı;
     -Uyanın yangın var, diye bağırıyordu.
     Koşarak kapıyı açtım.
     -Nerede yangın? Neresi, kimin evi yanıyor? dedim.
      Ali Yıldırım;
     -Ayşen ablaların evi yanıyor dedi. Hızla koşarak gitti
     Ben hemen üstümü giyindim ve koşmaya başladım. Dışarıda dolunay var, ortalık gündüz gibiydi. Yangının olduğu ev çukurda olduğu için sadece alevin aydınlığı görünüyordu. Ben yolda giderken hep; yangın  yeni başlamıştır. Gider, söndürür, geliriz diye hayal ediyordum. Karakolun yol ayrımından aşağıya döndükten sonra alevlerin gökyüzüne yükseldiğini görünce,  ev yanmış, artık çok geç, ama içindekiler mutlaka çıkmıştır,  dedim kendi kendime. Koşmaya devam ettim. Yoldan geri dönen bir kişiyle karşılaştım.  Heyecanla;
     -Durum nedir? dedim.
      Adam;
     -Ev halkı içerde, kurtulan yok, dedi.
     Bir düşündüm; düğün evi, uzaktaki çocukları da gelmişlerdi. Bir hesap ettim. Büyük, küçük evde toplam  on kişi vardı. Eve yaklaştıkça endişem  arttı. Ev dört bir yandan yanıyordu. Ayşen hanımın kaldığı odayı biliyorduk. Odanın penceresinden alev kabarıyor, biz kovayla su atarak söndürüyorduk. Kasaba belediyelikti ama, itfaiye ile ilgili sadece bir arazözü vardı. Yangın söndürme ile ilgili eğitimli olan bir Allahın kulu yoktu. Mersin'e telefonla haber verilmişti. Ancak yol uzak ve kötüydü. İtfaiye haber aldığında yola çıksa; ikibuçuk, üç saatte ancak gelirdi.
    bütün kasaba halkı oradaydı. Herkes çabalıyordu. Evin arka tarafında bağdadiye duvar vardı. Oradan bir kazma ile duvarı açmaya çalıştılar. Duvardan açılan küçük bir delikten dışarıya bir alev püskürdü. Hepimiz geri kaçtık. İçerde sıkışan yangın harlandı. O alevle birlikte etrafa öyle bir yanık et kokusu yayıldı.ki; orada bulunanların beyni döndü. O et kokusunun etkisinde kaldım. Onbeş yirmi gün boyunca aklıma geldikçe kötü oluyordum.  Meğer içerdeki insanlar oraya toplanmışlar. O bağdadiyeyi yıkıp çıkmayı düşünmüşler, ama fırsatları olmamış. Anneleri. o bağdadiye örülen pencerenin içine oturmuş ve orada kalmıştı. Duvar delinince onun penceredeki oturmuş hali göründü. Üzerinden 21 yıl geçtiği halde, hala gözümün önünden gitmiyor o dehşet anı. Yangın sabaha karşı; zaten yanıcı maddeler bitmek üzereyken, söndürüldü. Herkes kendine soruyordu.
    - Bu yangın nasıl çıktı? Evdekiler nasıl fark edemedi? Niçin kimse dışarı çıkamadı?
     Sorular uzayıp gidiyordu. Ama cevabı yoktu.
     İtfaiye geldi. Soğutma çalışmalarından sonra evi incelediler. Raporlar tutuldu. Sıra cenazelerin çıkarılmasına geldi. Aynı odanın içinde birbirlerine sarılmış halde yanarak can veren dört çocuk, altı büyük, toplam on kişi. Ben de; bir öğretmen arkadaşımı ve bir öğrencimi kaybetmiştim. Çok zoruma gitmişti. Hala bazen aklıma geldiğinde yine kendime sorarım.
      -Nasıl oldu da kimse kurtulamadı?
      Fakat soruların cevabı yok. İnsan hayatının bu kadar ucuz olmaması gerektiğini düşünüyorum. Ama tesadüfen yaşadığımızı düşündükçe ürperiyorum.
                                                              Ali Akdoğan

 

20 Aralık 2010 Pazartesi

Tipiye Direnmek

   Bingöl merkeze bağlı Yaygınçayır Uğurova köyünde Edirneli bir arkadaşla ikimiz öğretmen olarak görev yapıyorduk 1979 yılının 8 Aralık'ında evlendim. Gelini Elazığ'ın Karakoçan ilçesinde kısa süreliğine babamın evinde bırakıp göreve gitmek zorunda kaldım. Onbeş gün sonra geldim,  eşimi ve eşyalarımı köye götürmek için hazırlık yaptık. Bir minibüs tuttum. Eşyayı yükledik . Tam yola çıkarken annem;
   -Ben de sizinle geleceğim, dedi.
     Kadın bir ay önce mide kanaması geçirmiş. Onbeş gün hasta hanede yatmış. Yolda yürüyecek hali yok. Bizimle köye geleceğini söylüyor. Köye araba gelmiyor. En yakın arabaya binilecek yer bir saatlik uzaklıkta. Ama geleceğim dedikten sonra gelme diyemezsin ki. Sadece;
     -Gelip ne yapacaksın soğuktur diyebildim.
     -Geleyim, gelinin köye alışmasına yardımcı olurum, dedi
      Sonradan anladık ki; gelinin başını örtmesi için baskı yapmaya gelmiş. Eşim Elazığ'da büyümüş, modern giyinmeyi seviyordu. Ama annem illede başını örtsün diye baskı yapıyordu. İkisinin arasında kaldım. Annem beni anlamaz ama eşim  anlar düşüncesiyle eşimi; başını örtmesi konusunda ikna etmeye çalıştım. Eşim bana saygısından ama isteksiz başını örttü. Annem başarmış olduğunu görünce, yılbaşı gecesi sohbet sırasında;
      -Ben yarın sabah gideceğim dedi.
      Gece sabaha kadar kar yağdı. Sabah ölçtük seksenbeş santim kar yağmıştı. Yol yok. İz yok. Köylülere haber verdim. Sağ olsunlar, bir kızak hazırlayarak toplanıp geldiler. Annemi kızağa bindirdik. Kimi çekiyor, kimi arkasından itiyordu. Tepeye çıktık. Baş aşağı epey bir yer kızak kendiliğinden, bir kişinin kontrolünde indi. Kar yeni yağdığından araba yolu da kapalı olduğu için düz yolda yaklaşık bir saatlik yol ite,  çeke yürüttük kızağı. Köylüler geri döndü. Biz yaklaşık bir saat daha yürüdük. Yolda yürürken sanırım çekindiğinden, hiç hastayım demiyordu. Bingöl Elazığ asfaltına geldik. Biraz bekledik Otobüs geldi. Arabaya biner binmez hemen oflamaya, çok hastayım demeye başladı. Sabah saat sekizde çıkmıştık köyden, kırk kilometre uzaktaki Karakoça'na öğleden sonra anca gidebildik. O gün Bingöl'e geri döndüm ama köye gidemedim. Çünkü yol kapalı ve yol arkadaşı yoktu. O gece Bingöl'de kayınbiraderimin evinde yattım.
     Sabah kalktım köyün durağına gittim. Yol Kapalı, arabalar çalışmıyordu. Köye gidecek bir kaç kişi buluştuk. Aynı köyde birlikte çalıştığım Ahmet öğretmen de Bingöl'deymiş. Toparlandık Elazığ'a giden otobüsle köy yol ayrımına kadar gittik. Yol ayrımında bulunan küçük bir kahvede biraz ısındık. O sırada radyodan haberleri dinledik. Meteoroloji; seksen kilometre hızla esen bir rüzgarın doğuya doğru hareket ettiğini söyledi. Gideceğimiz  üç saatlik yol,  bu yol da; kapalı ve yaya yürüyecektik. Kendi aramızda konuştuk. Yola çıkıp çıkmamakta biraz tereddüt ettik. Sonra yola çıkmaya karar verdik. Yedi kişiydik. Bu yedi kişi iki saat birlikte yürüdük. Hiç bir sıkıntı yaşamadık. Bizim köyün yol ayrımına geldik. Biz iki öğretmen kendi  köyümüze doğru yola devam ettik. Ama; ne yol var ne de iz. Kar göbeğe kadar batıyordu. İki üç adım atıyor, kesiliyorduk. Dinlene zorlana rampa çıkıyorduk. Sırtımızda onbeş, yirmi kilo aylık erzağımız vardı. Tepeye doğru çıktıkça karşıdan bir rüzgar yüzümüze doğru kar savurarak esiyordu. Ama  yola devam etmek zorundaydık. Bazen arkamızı dönerek bazen yan dönerek ilerlemeye çalışıyorduk. Zamanın hızla ilerlediğini fark edememiştik. Güneş batmış ve karanlık olmak üzereydi. Islanan pantolon paçalarımız soğuktan donmuştu. Yol da; bize yabancı gelmeye başladı. Nereye bakarsan bak. Her taraf bembeyaz. Rüzgarın savurduğu kardan etrafı görmek çok zordu. Bir ara durduk. Omuzumuzdaki ağırlıkları bırakmaya karar verdik. Elimde bir metre uzunluğunda bir çıta vardı. Kar yağıp kapatınca kaybolmasın diye çantaların yanına karın içine diktim. Yola devam ettik. Bir ara arkadaşım yoldan saptı. Onu uyardım. Önümüze küçük bir rampa daha çıksa yürüyecek gücümüz kalmamıştı. Bazen diz üstü çökerek sürünüyorduk. Bazen küçük tepeciklerden aşağıya kendimizi yuvarlıyorduk. Karanlık olmak üzereydi Lambalar yanmıştı. Uzaktan köyün ışıkları göründü. Ben avazımın çıktığı kadar bağırarak; yolda kaldığımızı ve zor durumda olduğumuzu, köyden bize yardım gelmesini istedim. Karşıdan bir köylü davarını yemlediği yerleri temizliyormuş. Sesimi duydu ve bana cevap verdi. Kurtulacağımıza inanmaya balayınca biraz güç geldi. Ayağa kalktık, yürüyorduk. Arkamızdan bir ses yükseldi. Ama aramızda bir tepe vardı. Bekledik. Tepenin arkasından iki kafa çıktı. Karanlıktan kim veya ne olduğunu seçemedik. Mevsim kıştı ve yörede aç kurtların da olduğunu biliyorduk. İçim ürperdi. Karartı yaklaşınca köye gelen iki kişi olduklarını anladık. Adamlar yanımıza geldiklerinde bir de baktık ki çantalarımızı da tanımışlar ve alıp getirmişlerdi. Önlerinden gelirken yolu biz açtığımız için onlar bizim kadar yorulmamışlardı. Biraz daha yürüdük. Yedi, sekiz kişilik bir ekip de; köyden  bizi karşılamaya geldi.  Yürüyerek köye gittik. Evimin ışıklarını görünce yeniden dünyaya  gelmiş gibi oldum.
    -Henüz yirmi günlük evliydim. Eşimin beni pencerede beklediğini görünce ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Ya yolda kalsaydık ve ölseydik diye düşündüm. Kalbimin derinliklerinde bir sızı oldu ve geçti. 
     Annemin inadı ve hırsı nelere mal olacaktı.
                                                                 Ali Akdoğan

18 Aralık 2010 Cumartesi

Öz Güven

   Bir kişi için özgüven çok önemlidir. Özgüveni olmayanın hayatta başarılı olma şansı yok denecek kadar azdır. Parayla satın alınmaz. Zorla gasbedilmesi de mümkün değildir. Büyüklerimiz ve öğretmenlerimiz tarafından başarılarımızın alkışlanması veya farkına vardırılmamız kazandırır bu duyguyu bize. Sürekli başarısızlıklarımız ve eksikliklerimiz öne çıkarılırsa da aşağılık duygusu gelişir.
   Ben sekiz çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğuyum.Anne; okumaz yazmaz, baba ilkokul üçten terk, abilerim ortaokul öğrencisi, benden küçüklerin kimi ilkokulda, kimi okula gitmiyordu. Aile içinde çocukların yokluktan, kavga dövüşlerinden,  başarılarını fark ettirmelerine sıra gelmediği için, aile büyüklerimiz ancak; susun, kavga etmeyin, öte gidin demekten başka söyledikleri bir şey yoktu.
    İlk olarak  ilkokul öğretmenim Ali Aktaş tarafından bana takdir edilme duygusu hissettirildi. İlkokul beşinci sınıftaydım. Öğretmenim; 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında konuşma yapacağımı ve hazırlık yapmamı istedi. O zamana kadar ilçemizde yapılan törenlerde sadece öğretmenler ve protokoldeki kişiler konuşma yapmıştı. Bu bir ilkti ve bana verilmişti. Çok gururluydum. Öyle bir konuşma hazırlamalıydım ki; o güne kadar büyüklerin yaptığı konuşmaların gerisinde kalmamalıydı.
    İyi bir radyo dinleyicisiydim. Konuşmanın bir plan dahilinde yapılması gerektiğini buradan dinlediklerimle öğrenmiştim. Günlerce kafamın içinde hazırlık yaptım. Ama kağıda hiç bir şey yazmadım. Kağıda yazarsam bakarak konuşmak zorunda kalacaktım. Bunun da hiç bir süksesi olmayacağını biliyordum. Bayrama üç gün kalmıştı. Öğretmenim öğle yemeğinden dönüşte beni çağırdı. Yanında başka öğretmenlerle okulun  balkonunda oturuyorlardı. Yanına gittim. İçerden  mikrofon istedi. Hizmetli; elinde eski bir teyp mikrofonuyla geldi. Bana mikrofonu uzatıp;
    -Haydi konuşmanı bir dinleyelim bakalım, dedi.
      Heyecandan ne yapacağımı bilemedim. Sesim kısıldı. İlk kez elime mikrofon alıyordum. Gerçi mikrofonun ucu hiç bir yere takılı değildi. Ama olsun yine de bu bir ilkti. Öğretmenim heyecanlandığımı anlayınca bana dönüp;
     -Heyecanlanma. Sen başarırsın. Sana güvenmeseydim, bu konuşmayı sana vermezdim, dedi.
      Kendimi toparladım ve konuşmaya başladım. Konuşmaya devam ederken göz ucuyla öğretmenleri izliyordum. Dinleyenlerin yüzündeki memnuniyet ve dikkatli dinleme mimikleri bana cesaret veriyordu. Hiç takılmadan konuşmayı bitirdim. Öğretmenim geldi beni alnımdan öptü ve kutladı. Diğer öğretmenlerden birisi;
      -Bu çocuk çok iyi hatip olacak, bundan iyi siyasetçi olur, deyip öğretmenimi ve beni kutladı.
      Çok sevinmiştim. Kanatlarım olsa uçacaktım. Sınıfa gittim. Kendimi önemli biri olarak görüyordum. Bir an önce ders bitsin eve gidip aileme bunları anlatayım istiyordum. Akşam oldu.  Olanları evdekilere anlattım. Sadece iyi diyebildiler. Oysa; beni öpüp kucaklasınlar, kutlasınlar istiyordum. Hevesim kursağımda kaldı.
      Bayrama bir gün kalmıştı. Akşamdan pantolonumu ütülensin diye, hafiften ıslatıp yatağımın altına attım. Çünkü evde ütü yoktu. Sabah kalktım. Pantolon jilet gibi. Elbisemi giydim. Kahvaltımı edip okula gittim. Hazırlıklar yapıldı. Sıra olduk. Okul korteji ile tören yerine gittik. Törende Konuşmalar başladı. İlk konuşmayı kaymakam Orhan Tütüncü yaptı. İkinci konuşma için beni çağırdılar. Koşarak ama gururla kürsüye gittim. Selam verdim. Konuşmaya başladım. O anda gözüm hiç kimseyi görmüyordu. Çünkü uzakta bir noktaya bakıyordum. Konuşma bitince selam verdim. Koşarak yerime giderken kaymakam beni yanına çağırdı ve alnımdan öperek kutladı. Bu duygu, hiçbir şeyle ölçülmeyecek kadar  büyüktür. Bana sanki dünyayı bağışladılar.
     Bu yaşanan gururdan sonra toplum karşısında konuşurken veya bir etkinlikte bulunurken hiç bir sıkıntı yaşamadım. Hep güvenle çıkıp verilen görevleri yerine getirdim.
    İnsanların içindeki cevheri bulup çıkarmak işte bu kadar önemlidir. İlkokul öğretmenime Allahtan rahmet dilerim. Bana böyle bir duyguyu yaşattığı için kendisine minnettarım.
                                                                    Ali Akdoğan


  
 
   

16 Aralık 2010 Perşembe

Evin Erkeğisin

   Bana bu sorumluluk yüklendiğinde henüz oniki yaşındaydım. İlk söylendiğinde çok gururlanmış ve kendimi on yaş birden büyümüş  hissettim. Fakat iş ciddiye binince, hiç de o kadar kolay değilmiş.
   Evdeki aile büyükleri ve kardeşlerim köye amcamın çocuklarının sünnet düğününe gittiler. Evde; ben  yengem ve babaannem kaldık. İki kadın yanyana oturup  kendi aralarında bir şeyler konuştular. Sonra babaannem bana dönüp;
    -Baban gelinceye kadar evin erkeği sensin, dedi.
     Biraz düşündüm ve işin sorumluluğunu kafamda hayal etmeye başladım. Eve ekmek alınacak. Akşan sığırtmaç hayvanları mahalleye getirince inekler mahalle arasından toplanıp eve getirilecek ve yerlerine bağlanacak. Evin başka ihtiyaçları varsa onlarla ilgilenilecek. En önemlisi de gece evin; hırsıza, uğursuza karşı korunması ve kollanması var. İşte bu çok önemliydi. Çünkü küçükken hep bizi; eve hırsız girer, eşyalarımızı çalar diye korkutmuşlardı. Akşam yaklaştıkça beni bir sıkıntı alıyordu. Ya eve hırsız gelirse.
     Akşam oldu. Televizyon yok. Radyo yok. Elektrik yok. Gaz lambasının ışığında ne kadar oturulur ki? Yataklar serildi. Ben; biraz daha geç yatsalar diye dua ediyordum, ama nerde? Bayanlar yatmaya başladılar. Ben evin erkeğiyim ya. Evin içini acele acele ve korkuyla dolaştım. İçerilere baktım. Ev zaten bir oda, bir mutfak, birde ara holden oluşuyordu. Vaziyet normaldi. Duvardan babamın çakar almaz bir av tüfeği ve fişekliği  asılı duruyordu. Hayatımda hiç elime almamıştım o ana kadar. Her ihtimale karşı yine de onu duvardan indirip fişeklikle birlikte yatağımın kenarından yatağın altına koydum. Lambayı kıstım. Yatağa sırt üstü uzandım . Pür dikkat etrafı dinlemeye başladım. Öyle ki; nefes bile almıyordum. Çok geçmeden ara holde bazı tıkırtılar gelmeye başladı. Yatakta kendimi kıpırdatmadan  beklemeye başladım. Vücudumun her tarafı kaskatı kesiliyor, arada sırada elim tüfeğe gidiyordu. Bazen tıkırtılar kesiliyor, biraz rahatlıyordum. Tıkırtılar başlayınca yine dikkat kesiliyor ve nefes bile almıyordum. Gözüm kapıda, Ya şimdi içeri gelen olursa ne yapardım. Ötede kadınlar mışıl mışıl uyurken benim çektiğim ızdırabın haddi hesabı yoktu.
    Pencere aydınlanıncaya kadar gözüme uyku girmedi. Tıkırtılar sabaha kadar devam etti. Ortalık aydınlanınca cesaret geldi. Kapıyı açıp baktım ki; birde ne göreyim. Meğer evin kedileri oynaşıyormuş ara holde. Bütün korkularıma sebep olan kedileri kovdum. Yaşadıklarıma gülmeye başladım. Kedilerin bana yaşattığı bu korkuyu hiç unutamıyorum. Şimdi düşünüyorum da;  hırsız gelse, götürecek kadar kıymetli ne vardı ki evde.
      Ne zormuş evin erkeği olmak. Hele o yaşlarda o sorumluluğun altına bir çocuğun girmesi.
                                                               Ali Akdoğan

14 Aralık 2010 Salı

Evden İlk Ayrılış

    Hani derler ya ana kuzusu. Aslında ilk başta herkes ana kuzudur. Kimi erken olgunlaşır. Kimi ömrünün sonuna kadar ana kuzusu kalmaya devam eder. Ben henüz onüç  ondört yaşındayken  evden ayrılmak zorunda kaldım. İşte o ilk ayrılığı asla unutamam. 
    Yatılı ortaokul sınavını kazanmıştım. İlgili belgeleri tamamlayıp babamla birlikte okula kayıt yaptırmaya Bigöl'e gittik. Bingöl Lisesi ortaokul ikici sınıfa kayıt yaptırdık. Okul yönetiminden bir görevli yanımızda, yatakhaneye gittik. Yatacağım ranza gösterildi. Yatak, battaniye, çarşaf, yastık aldık. Yatağı hazırladık. Babam yanımda olduğu için dünya umurumda değil. Çok rahatım. İşler tamamlandı ve babam eve dönmek üzere yanımdan ayrılırken sandım ki dünya karardı. Koca koğuş dar gelmeye başladı. Etrafıma baktım her şey yabancı. Herkes yabancı. Ne yapacağımı bilemedim. İlk defa; yabancıların olduğu bir ortamda yaşayacağımı, yemek yiyip uyuyacağımı düşündüm. Dünyam allak bullak odu.
     Akşam oldu etüt bitti. Yatakhaneye geldik. Herkes birbirini tanıyor, geç gittiğim için sadece daha önceden aynı ilçede birlikte okuduğumuz beş arkadaş var, onlardan da sadece birini tanıyorum. Şakalaşıp eğleniyorlar. Ben suskun, çekingen; elbiselerimi çıkarıp pijamalarımı giydim. Ranzalar iki katlı. Ben alt kattaki ranzama uzandım. Herkes konuşuyor, şakalaşıyor, fıkralar anlatıyor gülüyor.
      Ben; evi, annemi, babamı, kardeşlerimi düşünmeye başladım. Çok geçmeden lambalar söndü. Bir sessizlik kapladı ortalığı. Yatakta uyumadığım halde kendimi oynatmıyorum ki üst kattaki ranzada yatan rahatsız olmasın. Oysa o; yatakta öyle bir döndü ki ranzanın sallanmadık yeri kalmadı. Uykuya dalanların kimi horluyor. Kimi tısılıyor. Ben yatakta iki büklüm gözüme uyku girmiyor. Sabaha kadar uyuyamadım. Yatağın içinde kendi kendime;
    -Benim ne işim var burda? Kapımızın önünde okul vardı. Evde benim yiyecek ekmeğim mi yoktu? Yoksa annem, babam beni sevmiyor mu? Beni buraya gönderdiklerine göre sevmiyorlar demek ki, dedim.
     İçim doldu dokunsalar ağlayacağım. Sabah olur olmaz dokunaklı bir mektup yazmaya karar verdim. Sabah erkenden kalktım. Doğru etüt salonuna gittim. Defterimin ortasından çift yaprak çıkardım ve oturaklı bir mektup yazdım. Kurban bayramına da üç gün var. Mektubu postaya verdim. Okula geldim. Ertesi gün yatılı okuyan arkadaşlar idareden izin isteyip memleketlerine gitmeye başladılar. Ben de izin istedim. Okul müdürü;
     -Olmaz sen yeni geldin, dedi.
      Ama ben çantamı yinede hazırladım. İzin almasam da gitmeyi düşünüyordum. Müdürün odasına tekrar gittim.
      -Ama bütün arkadaşlar gitti, ben yalnız kaldım. Yalnız benim için yemek çıkar mı? dedim.
      Müdür durumu anladı, biraz düşündükten sonra bana da izin verdi. Hemen çantamı aldım ve giden arkadaşlarla birlikte memlekete gitmek üzere arabaya bindim. Otobüsle; Karakoçan Bingöl yol ayrımına kadar geldik. Yarım saat yaya yolculuktan sonra eve geldim.  Evdekiler beni görünce hem çok şaşırdılar, hem de sevindiler. Akşam babam işten geldi. Oda şaşırdı. Cebinden bir mektup çıkardı. Benim gönderdiğim mektup. Ben mektuptan önce eve gitmiştim. Gönderdiğim mektubu kendim okudum. Bana da sürpriz odu. Biraz güldük. Yazdığım bazı dokunaklı bölümler evdekileri hüzünlendirdi. Ama hoş bir ortam oldu.
      Karadeniz fıkrası gibi.  Düşündükçe gülüyorum o günkü halime. Kendi yazdığı mektubu yine kendisinin okuması belki de yalnız bana kısmet olmuştur.
                                                                        Ali Akdoğan
 

12 Aralık 2010 Pazar

Toprak Kokusunun Cazibesi

   Küçükken çocuklar toprak yerler. Büyükleri bunu görünce dehşete düşer. Niçinini, nedenini araştırmazlar. Oysa altında yatan nedeni araştırsalar hem kendileri, hem de çocukları kazançlı çıkacak. Tabi bu, işin zor tarafı. Ama onlar işin kolayını seçerler. Çocuğu azarlarlar. Nasihat ederler. Tehdit ederler. Olmadı döverler.
    Ben de küçükken toprak yedim. İlk gördüklerinde üç veya dört yaşlarındaydım. İlk annem görmüştü. Kızdı, bağırdı, çağırdı, götürüp ağzımı yıkadıktan sonra tehditlere başladı.
     -Babana söylersem dilini keser. Seni döver. Ağzına acı biber sürer dedi. Sonra aklına gelmiş olacak ki acı biberi getirip kendisi hemen sürdü.
      Ağzım müthiş yandı. Çocuk aklımla ne yapacağımı şaşırdım. Ağlayarak dışarı çıktım. Köyün çeşmesine koştum. Ağzıma su alıyorum, acı hafifliyor.  Suyu döküyorum tekrar yanıyor. Epey çeşme başında kaldım. Yanma hafifleyince çeşmeden ayrıldım. Anneme kinlenmiştim. Toprak yeme isteğim birken üçe katlanmıştı. Toprağı yiyeceğim ama gizlice yemeliyim, yoksa dayak var. Planlar yapmaya başladım.
    Bir gün dedemlerin harmanlarının yan duvarının dibine oturdum. Gizliden duvardan parmaklarımla kaşıdığım toprağı avucumun içinde biriktirip etrafıma bakındıktan sonra ağzıma atıyordum. Ne kadar yediğimi bilmiyorum. Ama doymuş olacağım ki oradan ayrıldım. Eve doğru giderken babamla karşılaştım. Babam yüzüme bir baktı. Bir daha dönüp baktı. Bana doğru yürümeye başladı. Ben bozuntuya vermeden, kendimden emin  ve gülerek babama doğru koştum. Tam yanyana geldik. Eğilip ağzımın kenarına baktı.
    -Vay beyefendi, sen yine toprak yemişsin ha, ağzını aç bakalım diline bakacağım dedi.
     Ağzımı açtım. Dilime bakarken eliyle dilimi tuttu ve güçlü bir şekilde dışarı doğru çekti. Dilim kökünden koptu sandım. Arkasından bir tokat patlattı. Ellibeş yaşındayım. Hala o tokat aklıma geldiğinde hem dilimim kökünde bir sızı, hem de suratımda bir acı hissederim. Ben toprağı gizlice yemiştim ama ağzımın kenarındaki bulaşığı unutmuştum ve ağır bir cezayla bedelini ödemiştim. Fakat elimde değildi. Toprağın kokusu beni deli ediyor ve yeme isteğimi dayanılmaz bir seviyeye çıkarıyordu.
     Arada sırada toprak yemeye devam ettim. Hele sıcaktan yanmış toprağa yağmur damlası düştüğünde çıkan o toprak kokusu yok mu? Beni deli ediyordu. Elim kendiliğinden toprağa gidiyor, çaktırmadan yerden aldığım toprak topaklarını ağzıma atıyordum. Ama ağzımın etrafını da temizlemeyi unutmuyordum. bu epey sürdü.
     Birgün babam tarlada kara sabanla çift sürerken kendisine ikindi vakti yemek götürdüm. Tarladan dönüş yolunda, sürülmüş tarlanın içinde yürürken  toprak bir kokuyor, deli olacağım. Oniki, onüç yaşlarındayım. Yanlışı doğruyu da bilecek yaştayım ama kendime engel olamadım. Çaktırmadan eğilip yerden toprak topakları alıp  ağzıma attım.  Sonra ağzımın kenarını bir güzel sildim. Hiç bir şey yokmuş gibi eve gittim. Kimse bir şey anlamadı. İlk kez ucuz atlatmıştım. Fakat bu bana zevk vermedi. Bir daha yememek için kendime söz verdim. Bazen canım istese de kendimle mücadele ettim. Belki beslenmemiz de biraz düzelmişti ki toprak yemekten kurtuldum, Ama toprak kokusu hala beni çıldırtıyor.
      Sonra  kendi çocuğum toprak yemeye başlayınca araştırmaya karar verdim. Araştırma sonucunda bir de baktım ki; kandaki demir ve vitamin eksikliğinden dolayı insanlarda toprak yeme isteği oluşuyormuş. Zaman  geçirmeden çocuğumu doktora götürdüm. Vitamin ve demir takviyesi yapıldı. Anında toprak yeme işi bitti.
      Keşke benim annem ile babam da beni döveceklerine, azarlayacaklarına böyle bir yolu deneselerdi.
                                                           Ali Akdoğan


  

5 Aralık 2010 Pazar

Deprem Anını yaşamak

     1971 yılında Bingöl Lisesinin ortaokul bölümünde yatılı öğrenci olarak okuyordum.  Henüz l6 yaşındaydım.  21 Mayıs Cumartesi günü okul tatil havasına girmişti. Yatılı okuyan ara sınıflardaki arkadaşlarımızın bir kısmı memleketlerine gitmiş, bir kısmı da yarın gitmek için hazırlıklara başlamışlardı.  Biz ortaokul üçüncü sınıfta olduğumuz için bitirme sınavlarımız vardı, mecburen onbeş gün daha okulda kalacaktık. O gün öğleden sonra rüzgar çok şiddetli esti. Her taraf toz duman. Göz güzü görmüyordu.  Sonra hafif bir yağmur yağdı. Hava çok soğudu. Daha önce gömlekle dolaşırken  şimdi ceket giydiğimiz halde üşüyorduk.
     Saat 18.00 de yemekhaneye girdik. Yemeğimizi yedik. Sonra arkadaşlarımız yatakhaneye gitti. Biz altı arkadaş; okulun bahçesinde bulunan süs havuzunun duvarına oturduk. Ayhan ve Ebubekir adında Erzurum'lu iki arkadaşımız dokuz taş dama oynamaya başladı, biz de onları izlemeye başladık. Bir anda altımızdaki duvar; abartısız, bir elli santim yükseldi. Sonra yere doğru gömülüyormuş gibi hızla gitti. Aptallaştık. Yarıya kadar suyla dolu olan havuzdaki su bir çalkalandı ki içindeki su, üç metre yükseklikteki yemekhanenin çatısına ulaştı. O anda kalkıp kaçmak istedik. Halbuki dışarıdaydık ama yine de bir yerlere doğru kaçmak istiyorduk.  İki adım attım. Yere kapaklandım. Adil çaynak adındaki arkadaşım da düştü. Ben önümdeki bilek kalınlığında bir ağacın gövdesine tutunarak ayağa kalkmaya çalıştım. Dengemi sağlayamıyordum. Bir yerlere ulaşmanın çabası içindeyken büyük bir gürültü ve cam sesleri ile irkildim. Okulumuzun yerinde bembeyaz bir duman, başka hiç bir şey görünmüyor. Kulaklarımda bir uğultu, yatakhaneye doğru baktım,  oradaki arkadaşlar içeriden dışarıya; arı kovanından çıkan oğul misali dışarıya fırlıyorlardı. Gözlerim karardı. Orada neler oldu acaba? Kimse yaralandı mı? diye düşünürken okulun sis ve toz bulutunun içinden de iki arkadaşımız düşerek yuvarlanarak bize doğru koşuyorlardı. Ne bağırabildim, ne de ağlayabildim. Arkadaşlarımız toplaştı kimler var, kimler yok çetele tutmaya başladık. Okuldan koşarak gelen iki arkadaşın yüzü, gözü toz içindeydi. Onlardan Şeyho adındaki arkadaşımız çok korkmuş, hıçkırarak konuşuyordu. Ağzından çıkan ilk söz
     - İbrahim.. İbrahim  enkazın altında kaldı, oldu .
      Diğer arkadaşımız da;
     - Fevzi... Fevzi...iii, diyordu.
      Ne oldu? Fevzi nerde? İbrahim nasıl enkazda kaldı? diye bir telaş ve hüzün içinde arkadaşlarımızın etrafına toplaştık. Şeyho anlatmaya başladı;
      - İbrahim'le okulun içinde öğretmenlerden radyo almak için öğretmenler odasına doğru yürürken deprem oldu. ben ters tarafa koştum, İbrahim merdivenlere doğru koştu. Ben birinci katın penceresinden atladım. Yerde kitaplar vardı. O kitapların üzerine düştüm. Okul yıkıldı dedi.
      Diğer arkadaş hala Fevzi enkazda diyordu ve anlatmaya başladı;
     - Okulun zemin katındaki salonda masa tenisi oynuyorduk. Deprem sırasında; ben kapıdan tarafa olduğum için dışarı doğru koştum, tam dışarı çıktığımda okul yıkıldı. Bazı enkaz parçaları bana da çarptı, dedi.
     O sırada toz ve sis dağılmış, okulun enkazı görünmeye başlamıştı. Okul tam ortadan ikiye bölünmüş ve yarısı yıkılmış, dört katlı bina, bir kat yüksekliğinde bir moloz yığınına dönüşmüştü. O anda düşündüğüm tek şey; ya bu deprem ders saatinde olsaydı okulumuzda okuyan binaltıyüz öğrenciden acaba kaçımız kurtulacaktık. Çünkü iki çıkış kapısının olduğu bölüm yerle bir olmuştu. Okuldaki öğretmenler neredeydi? Onlardan bir haber yoktu.
     Enkazın yanına, Fevzi'nin bulunduğu tarafa gittik. Derinlerden, enkazın altından bir yerden bir ses;
     - Beni kurtarııın, diyordu.
     Elimizden hiç bir şey gelmiyordu. Okulun öğretmenler odası yıkılmayan bölümde kalmış, öğretmenlere bir şey olmamıştı. Çok geçmeden öğretmenlerimiz yanımıza geldiler. Bir durum değerlendirmesinden sonra enkaz kurtarma birimlerine haber verdiler. Bizi de enkaza sokmadılar. Çünkü deprem hala aralıklarla devam ediyordu.
    Okulun bahçesinden ayrıldık. Hava kararmıştı. Soğuk daha da artmıştı. Geceyi geçirmek için bizi Bingöl Tugay komutanlığına götürdüler. Bir sahra çadırı kurduk içinde sabahladık. Tan yeri henüz ağarmıştı. Okula geri gelirken yollarda gördüklerimiz tam bir dehşetti. Sallarla taşınan yaralı ve cenazeler. Kimi cenazeleri kamyonlara yükleyip köylerine götürüyor, kimi de cenazesini camiye götürüyordu. Okulun bahçesine girer girmez enkaza koştuk. Fevzi'nin sesi hala geliyordu ama zayıflamıştı. Biz çabalarken askerlerden oluşan bir ekip geldi. On dakika gibi kısa bir sürede yaralı çıkarıldı.  Beli kırılmış, gözlerine kireç ve kum artıkları dolmuştu. Arabayla Elazığ'a götürürken yolda öldü. Cenazesi memleketine gönderildi. Okul tatil edildi. eşyalarımızı topladık, memleketlerimize gittik.  İbrahim'in cenazesi depremden bir hafta sonra kepçeyle enkaz kaldırılması sırasında çıkarılmış.
    Böyle bir olayı anlatmakla yaşamak çok farklı şeyler. Şu anda yazdıklarım o anda yaşadıklarımın belki de onda biri.
                                                                Ali Akdoğan

3 Aralık 2010 Cuma

Mumsöndünün Ardındaki Gerçek

     Ataların söylediği gibi; "Otuziki dişin arasından çıkan yalan, otuziki köyü dolanır, her köyde bir yalan eklenir. Otuzikinci köyde yalanı söyleyen de doğru diye inanır." İşte bu da böyle bir şey.
     Yavuz döneminde çaldıran seferi sırasında anadoluda ve toroslarda yaşayan aleviler büyük kıyım yaşadıktan sonra kendilerini geri çekip, toplantılarını, sohbetlerini, ibadetlerini, bütün etkinliklerini gizlemeye başlamışlar.
     Aleviler Cem törenlerini yapacakları zaman, cemde hizmet edilmesi için bazı görevlendirmeler yapılır. Bu görevlendirmelerden birisi de gözcülük yapılmasıdır. Gözcülük yapmakla görevlendirilen kişi; cem töreninin yapıldığı evin üstünde etrafın rahatlıkla görülebileceği bir yere çıkar ve etrafı gözler, Uzaktan gelen bir devlet görevlisi veya alevi olmayan birisinin eve doğru geldiğini görür ise içerdeki cem cemaatine haber verir. İçeridekiler de ceme ara verip sanki hiç bir şey yokmuş gibi herkes başka konulardan konuşmaya başlar. Bu yakalanıp içeri atılmamak için alınan bir tedbirdir. Bu iş bazen de yanan lambayı söndürüp karartma uygulamakla yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde de "Tekke ve Zaviye"lerin kapatılmasından sonra aynı baskılar devam etmiş. Aleviler de aynı tedbirleri almaya devam etmişler.
     İşte bu olayı çarpıtarak anlatan bir yalancı; yıllarca bu toplumun akıllılarını, delilerini, bizi yönettiklerini sanan yöneticilerini, kendini bilim adamı olarak tanıtıp toplumun önüne binbir edayla çıkıp ahkam kesenleri, bir çok kendini din adamı sanan sözüm ona din adamlarını inandırmış. Hala bunu değişik şekillerde anlatanlar var. Geçenlerde televizyon kanalının birinde, araştırmacı gazeteci olduğunu söyleyen  birisi; "Şah İsmail ile Müsaibi, bir mum yakmışlar. Mumun ışığında samah dönmeye başlamışlar ve mum sönünceye kadar samaha devam etmişler." işte mum söndü budur diyor. Bu mantıklı gibi görünse de ben alevi birisi olarak kendi yaşantımdan anlatıyorum. Benim anlattığım yaşanmış olduğu için;  gazetecinin anlattığı rivayetten daha inandırıcı olması gerekmez mi?
      Gerçi biz ne dersek diyelim insanlar inanmak istediklerine inanmaya devam ederler. Alışkanlıklardan vazgeçmek çok da kolay değildir.
                                                            Ali Akdoğan

1 Aralık 2010 Çarşamba

Ekmek Karnesi ve Sosyal Adalet

    Benim bu başlığı attığımı görenler şaşıracak belki de delirmiş diyecekler. Hele kendini sosyolog olarak tanımlayan sağ düşünceye sahip bazı kişiler, durumu çok iyi bildikleri halde işlerine geldiği gibi konuşmayı bir marifet sanan entelektüeller; çok kızacaklar bu yazacaklarıma. En çok da CHP nin içinde yıllardır siyaset yapan, ancak bunu bir utançmış gibi düşünüp topluma anlatamayanlar şaşıracaklar.
    Hiç düşündünüz mü? "İkinci Dünya Savaşı" sırasında ve sonrasında ekmek niçin karneyle dağıtılmış? Niçin o zorluklara katlanılması gerektiğini, o günün şartlarını, yaşanan zorlukları, ulaşımın olmayışını,  uygulanan ambargoları; bugünün şartlarında yaşayanlar hayal bile edemezler. Yol yok. Her tarafta açlık var. Savaşta bizden destek isteyen ancak umduğu desteği bulamayan ülkeler bize ambargo uyguluyor. Bir toplum düşünün; imparatorluk döneminden gelen alışkanlıklarından kurtulamamış. Kimi zengin, kimi zorba, kimi de; ensesine vur elinden ekmeğini al misali mazlum. Daha birçok olumsuzluklar var. Bu şartlar altında topluma gelen bir ihtiyaç malzemesini siz olsanız nasıl dağıtırsınız?
    Köy meydanına gönderip herkes istediğini, istediği kadar  alsın mı dersiniz? Bunu söylerseniz, önce güçlüler, sonra parası olanlar gelen malı paylaşır. Mazlumlar, kimsesizler, güçsüzler havasını alır.
     Köy muhtarına veya herhangi bir kişiye mi dağıtması için yetki verirsiniz?  O da önce yakınlarına ve akrabalarına, sonra parası olana, sonra güçlü olana verir. Eğer kalırsa mazlumlara ve kimsesizlere verir.
    İşte tam burada, o zamanki CHP li yöneticiler bir yöntem bulmuşlar. Bu yöntemin bulunuşu da; o zamanki yöneticilerin çoğunluğunun asker kökenli olmasından kaynaklanıyor. "Komutan birliğindeki bütün personelin ihtiyaç malzemesinden eşit miktarda yararlanmasını sağlamak zorunda olduğunu bildiği için, askeri disiplin ve düzen içinde, belgeye dayalı dağıtım yapmanın en sağlıklı yol olduğunu düşünür." O dönemde bulunan bu yöntemle herkese eşit ihtiyaç malzemesi dağıtılmıştır. Karnı büyük zenginler ve zorbalar; karnımız doymuyor diye bağırmaya başlamışlar. Ama para etmemiş. Bugüne kadar da hala bağırıyorlar bu düşüncede olanlar. Asıl bu işin beni üzen tarafı; yapılan adaletli dağıtımı  anlamayan, takdir etmeyen ve aynı zamanda toplumun çoğunluğunu  temsil eden o güçsüzler, mazlumlar ve kimsesizler. Onlar da bağıranların peşine takılmışlar, daha çok bağırıyorlar. Bağıranların söylediği her şeye alkış tutuyorlar.
     Şimdi bir de; yaşadığımız şu çağda, Ramazan ayında veya başka zamanlarda hayırseverlerin dağıttığı yardımların taşındığı kamyonların başında insanların birbirlerine yaptıklarına bakın. Kimi çuvallarla götürürken, kimisi bir tutam bile alamıyor. Çocuklar ayaklar altında eziliyor. Kadınlar saç başa  kavga ediyor. Polis; gelen insanları sıraya sokmaya çalışırken ne zorluklar yaşıyor.
    Bu günün sağ siyasetçileri ekmeğin karneyle dağıtılmasının CHP için bir utanç olduğunu söyleyeceklerine, kendi zamanlarında hayırseverlerin dağıttığı yardımların taşındığı  komyonların başında yaşanan bu rezaleti sorgulasalar,  o yapılan karneyle dağıtımın ne kadar adaletli olduğunu görecekler ve işte o zaman doğruyu bulacaklarına inanıyorum.
                                                                Ali Akdoğan

Yeniden Spor

   Daha önce yaptığım günlük tempolu mesafe yürüyüşüne yaklaşık bir yıldan beri ara vermiştim. Verdiğim kilolar geri gelmeye başladı. Daha önce yaklaşık iki yıl düzenli olarak yürüdüm. 98 kilodan 78 kiloya kadar düştüm ve yaklaşık iki yıl kadar bu kilomu korudum. Son bir aydan beri kiloda artış başladı ve şu anda 83 kiloyum. Bu durum beni rahatsız etmeye başladı.
   Dün yani 30 kasım 2010 da tekrar yürüyüşe başladım. Yaklaşık 45 dakikada 5 kilometre yürüdüm. Kendimi çok rahat ve mutlu hissediyorum. Bu gün de yürüdüm. Yürüyüşün dışında yaklaşık 30 dakika kadar da vücudu rahatlatan ve kasları gevşeten kültür-fizik hareketleri yapıyorum. Bunu güzel havalarda devam ettireceğim. Sporun sağlık için ne kadar gerekli olduğunu en iyi ben bilirim. Rahatsızlıklarım vardı. Vücut direncimi güçlendirdiği için bu rahatsızlıklardan kurtuldum ve kendimi hem daha genç, hem daha sağlıklı, hem de kuş gibi hafiflediğimi hissediyorum.
    Bunu yapmak o kadar da güç değil. Önemli olan; karar vermek, sonra uygulamak, sonra da devam ettirmek. Bu; bedenimize ödememiz gereken borcun bir bölümü. Diğer bölü de Tabi iyi beslenmek, alkol ve sigaradan uzak durmak, gelişi güzel ilaç kullanmamak ve düzenli yaşamak da diğer bölümü.
    Sağlıklı, mutlu günler ve gelecek hepimizin olsun.
                                                     Ali Akdoğan