25 Ocak 2011 Salı

Olamadığımız Yerde Çocuğumuzu Görme İsteğimiz

   Herkesin gözü en yükseklerde. En çok aranan kişi olmayı, saygın bir meslek sahibi olarak varlık içinde ve daha iyi yaşamayı, başkaları tarafından kıskanılmayı, hepimiz isteriz. Ancak bu sayılan özelliklere ve olanaklara bir çoğumuz ulaşamayız. Çünkü bu sayılanların bir kısmı doğuştan gelen özellikler, diğer bir kısmı da çalışarak ve emek harcayarak kazanılan yeteneklerdir.
    Hepimiz gençliğimizde değişik meslekler hayal edip, çeşitli nedenlerle bu mesleklere sahip olamamış olabiliriz. Bu normaldir. Ancak normal olmayan şey; olmak isteyip olamadığımız bu mesleklerde çocuğumuzu görme isteğimizdir. Bazı kişilerde bu istek öyle seviyelere çıkar ki; çocuğunun bütün geleceğini kendisi planlamaya çalışır. Bu tip insanlar için çocukların farklı yaradılış özelliklerinin hiç bir önemi yoktur. Gençliğinde gelmek isteyip gelemediği yere çocuğunu oturtmuştur bir kere. Artık farklı alanlardaki başarı, onlar için başarı değildir. Komşunun, akrabanın çocuklarıyla kıyaslama yapılır. Başarı o şekilde ölçülür.
    Bu davranışların çocuklar üzerinde çok korkunç bir baskı oluşturduğunun farkına bile varamazlar. Çocuk; anne ve babasının istediğini yerine getiremediği zaman bunalıma düşer. Onlara derdini anlatma şansı da bulamaz. Çünkü anne ve babanın kafasında oluşturduğu kalıp, çocuk için yabancıdır. Onun hayalleri farklıdır. İstediği meslek farklıdır. Aradaki bu uçurum büyüdükçe büyür. Sonunda farkında olmadan, çocuğuna hak etmediği bunalımlı bir son hazırlamış, belki de yaptığı yanlışlıklar nedeniyle çocuğu canına kıyacak, Ama anne ve babanın  bundan haberi bile yok. Çünkü onlar olmak istedikleri yerde çocuklarını görmek istiyorlar. Böyle bir yanlışın içine düştüklerinin farkına varamayacak kadar hırs bürümüş benliklerini. Birilerinin onları bu uykudan uyandırması gerek. Bu görevi biz neden yapmayalım.
   Anne- babaların hiç unutmaması gereken tek şey; insanların farklı özelliklerde yaratıldıklarını kabul etmeleri ve bu farklılıklardan kaynaklanan yetenek ve becerilerin; insanların geleceğinin ve mesleğinin belirlenmesinde önemli rol oynadığına inanmalarıdır. Aileler; çocuklarını olduğu gibi kabul edebilme şansını o zaman yakalayabilirler. İşte o zaman çocuklar ile aileleri arasındaki buzlar erir. Çocuklarıyla karşılıklı iletişim kurabilme şansını yakalayabilirler. Herkesin farklı mesleklerle hayatını sürdürmekte olduğunu, kimi daha yüksek mevkilerde görev yaparken, kimisinin de onların yönetiminde ve denetiminde diğer işleri yapmakta olduğunu, toplumun ihtiyaçlarının bu şekilde planlanıp yürütülmekte olduğunu daha kolay  kabullenebilirler. Çocuklarını başkalarıyla kıyaslamadan, onların başarısıyla övünmeyi öğrenirler. İşte o zaman herkesin hayatı kendisi için daha yaşanır olur.
    Çocuğumuzu; kendisi olduğu, hayatımıza güzellik kattığı için sevelim ve onlara cesaret verelim. Her şey çok daha güzel olacak.
                                                         Ali Akdoğan

23 Ocak 2011 Pazar

Öğrenmede Üç İnsan Tipi

    Öğrenme gerçekleşirken kişiden kişiye değişiklik gösterir. Her kişinin anlama ve kavrama yöntemi farklıdır. Kimi görerek öğrenir. Bazı tipler duyduğunu öğrenir. Kimi tipler de hem gördüğünü hem de duyduğunu öğrenir. O nedenle ben insanlardaki bu değişik anlama ve öğrenme biçimini günlük kullandığımız bazı teknolojik aletlere benzetirim.
    Görerek öğrenenler fotoğraf makinası gibi gördüğünü kaydeder ve unutmaz. Duyduğunu erken unutur. Çünkü beyin yeterli kaydı yapamaz. Bu tip insanlar sessiz okumadan veya görsel ve yazılı basından izlediklerinden yeterli derecede yararlanırlar. Kendilerine anlatılan hikaye ve masalları dinleseler de beyinleri yeterli kaydı yapamaz. Eğitimciler bunları "Görsel Tipler" olarak tanımlar.Bu tipler, derslerini  kitaptan okuyarak öğrenirler. Okumayı severler. Ders çalışma konusunda aileleriyle fazla sorun yaşamazlar.
   Duyarak öğrenenler; ses kayıt cihazı gibi duyduğunu kaydeder ve unutmaz. Bu tipler; gördüğünü erken unutur. Sessiz okumadan yeterince yararlanamazlar. Görsel basının sesli anlatımı sayesinde yeterli kaydı yaparlar. Ancak yazılı basından yeterince yararlanamazlar. Dinledikleri masal ve öyküleri; beyin ileri derecede kaydettiği için unutmazlar. Bu guruptakiler "İşitsel Tipler" olarak tanımlanır. Derslerinin çoğunu öğretmenlerini dinleyerek veya sınıf içindeki anlatımlardan öğrenirler. Canları kitap okumak istemez. Ders çalışırken sesli okumayı tercih ederler. Bu nedenle, bu tip çocuklar için evde rahat sesli okuma yapabileceği ortam sağlanmalıdır. Bu tip kişiler, aile büyükleri tarafından, ders çalışmaları konusunda sürekli uyarılırlar. Çocukla iyi diyalog kurulmazsa, bu tip uyarılar çocukta tepkilere neden olabilir. Dikkatli yaklaşarak ve anlayışlı davranarak sorunun daha kolay çözüleceği inancındayım.
    Görerek ve işiterek öğrenenler; video kamera gibi hem gördüğünü, hem de duyduğunu kaydeder. Bu tipler öğrenmede ve günlük yaşamda en başarılı tiplerdir. Görsel ve yazılı basından müthiş yararlanırlar. Sesli ve sessiz okuma öğrenmede etkilidir. Sınıftaki dinlediklerinin üstüne kitaplardan okudukları bilgileri de koyarak kaydederler. Kelime dağarcıkları daha geniştir. Güçlü bir anlama ve anlatma kapasitesine sahiptirler. Bu tipleri bilim adamları; "Görsel ve İşitsel Tipler" olarak tanımlar. Ders çalışmayı, anlatılanı dinlemeyi ve kitap okumayı çok severler. Aile büyükleri tarafından bu tip kişilere, ders çalışmaları konusunda uyarı yapmaya gerek duyulmaz.
    Yarıyıl tatilinin yaklaştığı şu günlerde, çocuklarımızı değerlendirirken yukarda anlattığım insan tiplerini göz önünde bulundurarak çocuklarımıza yaklaşmalıyız. Onların bireysel farklılıklarını önemsemeliyiz. Çocuğumuzun mutlaka başarılı olduğu bir alan vardır. Onu bulup ortaya çıkarmalı ve çocuğumuzu o alanda onore etmeliyiz.
Yapacağımız en küçük hata, onların hayatını karartmaya yeter.
    Çocukların en değerli varlığımız ve geleceğimiz olduğunu asla unutmayalım.
                                                                 Ali Akdoğan

20 Ocak 2011 Perşembe

Heybe Cırtladıkca

   1983-1986 yılları arasında, Mersin'in Mut ilçesine bağlı  Ilıca köyü Çatakbağ mahallesinde öğretmen olarak görev yaparken zor şartlarda yaşantımızı sürdürüyorduk. Eve içme ve kullanma suyu getirmek te bu zorluklardan biriydi.
    Her gün akşama doğru, güneş batmak üzereyken, köyün güneyinde, bir vadinin içinde, derinlerde bulunan Koca Pınara suya gitmek, artık sıradan bir görev olmuştu benim için. Köylüler suya gidip geldikten sonra, eşekle suya gitme sırası bana geliyordu. Komşudan eşeğini ve heybesini istiyorduk. Hayvanı vermeye olumlu bakıyorlardı. Ancak heybeyi pek vermek istemiyorlardı. Kıldan heybemiz yoktu. Satın almayı da hiç düşünemedik. Evde eski bir kilimimiz vardı. Eşim ortadan ikiye kesti kilimi. Heybe olacak biçimde kıvırıp dikti. Çok da güzel oldu. Evde ne kadar naylon bidon varsa hepsini heybeye doldurup eşeğin üstüne atıyordum. Ben önde, eşek arkamdan yürüyerek aşağıya doğru kıvrılarak inen patikadan çeşmeye gidiyorduk. Yol çok dar ve taşlıklıydı. Bazı yerlerde, yolun kenarında büyük kayalar vardı. Siz çeşmeye giderken, çeşmeden gelen başka bir su yüklü hayvanla karşılaşırsanız, yolun geniş bir yerinde, arabaların birbirine yol vermek için beklediği gibi, bekleyip yol vermek gerekiyordu. Yanyana geçişlerde heybeler birbirine, bazen de yolun kenarındaki büyük kayalara sürtünüyordu.
    Bir gün sudan gelirken heybenin tam ortasından bir bölüm hafiften yırtıldı. Yırtılan yeri eşime gösterip, onarmasını, aksi halde çeşmeden gelirken yırtılırsa zorluk yaşayabileceğimi söyledim.  Ertesi gün çeşmeye doğru yola koyuldum. Alışmıştım artık. Bu şekilde su taşımak pek zoruma gitmiyordu. Koca pınara vardık. Göletin ortasında bulunan büyükçe taşın üstüne çıktım. Bidonları daldırarak doldurduktan sonra heybeye yerleştirdim. Eve doğru geri dönüşe başladık. Eşek önde ben arkada rampa tırmanıyorduk. Heybeden bir cırt sesi geldi. Sesin geldiği yere eğilip baktım. Unutulmuş, cırtlayan yer onarılmamıştı. İçimi bir sıkıntı kapladı. Eşek her adım attığında bir cırt sesi geldikçe  nefesim daralıyordu. Hayvanı durdurup bidonları  heybeden çıkardım. Yırtılan yerdeki iki ucu birbirine bağlamaya çalıştım. Pek sağlam olmadı ama biraz idare eder gibiydi.  Dura yürüye epey zaman geçmiş, ortalık iyice kararmıştı. Neyse ki gecenin karanlığını aydınlatan dolunay vardı. Epey gecikmiş olmalıydım ki; eşim merak edip, beni karşılamaya gelirken yolda Hüseyin Uğur'la karşılaşmış. Hüseyin amca sağ olsun;
     -Sen geri dön ben giderim, demiş.
      Eşim eve geri dönmüş. Beni karşılamaya gelen Hüseyin amcayı görünce sıkıntılarım hafifledi. Yırtılmayı az da olsa önlemek için, heybenin bir tarafından ben, bir tarafından Hüseyin amca, alttan tutup kaldırarak hayvanın iki yanından kardeş kardeş yürüyorduk. Geç de olsa eve kadar geldik. Adam çok kızdığımı ve yorulduğumu anlamış olacak ki; hiç beklemeden evine geri döndü. Eşimle birlikte bidonları heybeden çıkardık. Bizim heybenin ortası neredeyse kopmak üzereymiş. Eşim;
    -Çocuklarla uğraşırken unuttum, olanlardan ötürü özür diliyorum, dedi.
     Benim de sinirim geçmişti. Yorgun bir sesle;
    -Yapacak bir şey yok, ama yarına yeni bir heybeye ihtiyacımız var dedim.
     Kilimin geriye kalan diğer yarısından yeniden heybe dikildi. Bir süre onunla su getirdim. Kafamda ağaçtan  heybe gibi bir şey planlıyordum. Mut'a gittim. Marangoz atölyesinde ustayla konuşarak,  istediğim şeyi tarif ettim. Çok ağır olmaması için kavak ağacı seçildi. Kesilip delikler açıldı. İskelet kurulup provası yapıldıktan sonra parçaları toplayıp demet şeklinde bağladım ve ihtiyaçlarımı aldıktan sonra köye döndüm. Ertesi gün evin önünde parçaları birleştirip çivilerle sağlam bir biçimde heybeyi yaptım. Daha çok çatmaya benziyordu. Yaptığım şeyi gören köylüler;
     -Hayırdır hocam bununla ne yapacaksın? dediler.
     -Bununla su taşıyacağım, dedim.
      Gülüp geçtiler. Benim derdim onların hoşuna giden bir şey yapmak değil, ihtiyacımı giderebilecek bir şey yapmaktı. Onlara aldırmadan işimi tamamladım. Çeşmeden su taşımaya başladıktan sonra onların da hoşuna gitti. Orada kaldığım iki yıl boyunca yaptığım o ağaç çatmayla su taşıdım. Çok kullanışlıydı. Oraya, buraya çarpsa da içindeki bidonlar zarar görmüyordu.
      Çeşmeye gidip gelirken yol boyunca sürekli; evin içinde su akacak bir yere, atamamızın bir gün mutlaka yapılabileceğinin hayalini kurup  mutlu olmaya çalışıyordum. Yoksa buna katlanmanın başka bir yolunun olmadığını biliyordum. Önemli olan zorlukların içinden mutlu olabilecek pencereyi bulup açmaktı. Bunu başarmıştım.
    Mersin merkezde oturanlara bunlar masal gibi gelebilir. Bu yaşananlar, belki bu gün değil ama, o günkü ülkemin  gerçekleriydi. 
.                                                                      Ali Akdoğan

16 Ocak 2011 Pazar

Koca Pınarın İçilmez Suyu

   l983 yılının Ekim ayında  Mersin'in Mut ilçesi Ilıca köyü Çatakbağ mahallesinde öğretmen olarak göreve başladım. Okul yok. Lojman yok. Bin bir zorlukla toprak dam bir ev ve geçici bir okul yeri ayarlayıp ev eşyamı, eşimi ve çocuklarımı köye getirdim.  Eşyayı taşıyıp yerleştirdik. Artık yemek ve bulaşık için su gerekliydi.
    İlk gün eve su getirecek çareler ararken komşu evden eşek ve heybe aldım. Evde ne kadar  naylon bidon varsa heybenin içine doldurup, çeşmeye doğru yola çıktım. Kıvrılarak aşağıya doğru inen dar bir patikadan koca pınar dedikleri ve köylülerin içme suyu aldıkları çeşmeye geldim. Çeşme dediysem öyle yapılmış demir oluklu ve oluklarından su akan bir çeşme olarak düşünmeyin. Yerden güçlü bir şekilde fokurdayarak çıkan bir kaynak gözü. Çeşmeden  aşağıda sulanacak arazi var ama biraz yüksekte bulunan tarlalara da su çıksın diye bentle şişirip iyice göl haline getirmişler. Suya götürdükleri eşekler göletin içine girer girmez önce işiyor, sonrada sıçıyorlar. Suya giden kişi de aynı göletin içinden bidonlarını daldırarak suyunu dolduruyordu. Bazen su hafiften dalgalanır veya oynarsa, dibe tortuşmuş hayvan gübreleri suyun içinde sallanıp duruyordu. Böyle bir durumla karşılaşınca şok oldum. Önce suyu nereden dolduracağıma karar veremedim. Göletin etrafında bir tur döndüm. En temiz neresi olabilirdi? Sonunda zorunlu olarak suyun kaynadığı yerden doldurdum bidonları. Ama içime sinmiyordu. Çünkü su kimya laboratuvarlarında hazırlanan kültür suyundan farksızdı. Yola çıktık. Bir rampa tırmanıyoruz ki; bırakın elinizde su bidonu taşımayı, insan kendini bile zor taşıyor öyle bir rampada. Eşek önde ben arkada tepeye çıktık. Evlerin arasından geçerek eve kadar geldik. Yolda karşılaştığım köylüler;
    -O hocam, sen de su getirmeyi öğrendin. Yakında tam köylü olursun, dediler.
     Onların bu sözlerine ancak tebessüm edebiliyordum. Eve geldiğimde saate baktım, gidiş gelişimin üzerinden bir saate yakın bir zaman geçmiş.Heybeden bidonları çıkarıp kapının önünde yere dizdim. Hayvanı sahibine teslim edip geri geldiğimde sular içeri taşınmıştı. Suyun alındığı yerin durumunu eşime anlatamadım. Çünkü tiksinip içmekten ve yemek yapmaktan vaz geçer diye çekindim. Köyde başka nerede daha temiz su var onu da bilmiyordum. Ertesi gün okulda öğrencilere başka bir içme suyunun olup olmadığını sordum. Çok uzakta başka bir su olduğunu, ancak oradan her gün su getirmenin imkansız olduğunu söylediler. Tam bir çaresizlik içindeydim. Çok geçmeden köylüleri okula çağırıp bir toplantı yaptım. İçme suyunun kirli olduğunu, bu sudan insanlara hastalıklar bulaşabileceğini, en kısa zamanda buna bir çare bulmamız gerektiğini anlattım. Köylüler benim söylediklerime pek inanmadı. Mehmet Uğur söz istedi ve;
    -Hocam bizim su yer altından çok güçlü kaynıyor ve biz suyun kaynak gözünden  dolduruyoruz kaplarımızı. Sen de kaynaktan doldur. Hiç bir şey olmaz allahın izniyle, dedi.
    Ben işin bilimsel tarafını anlatmaya başladım. Suyun içinde gözle göremediğimiz bazı canlıların olduğunu, bu canlıların balık gibi suyun içinde hareket ettiğini ve her tarafa gidebildiklerini, dolayısıyla kaynağın gözünde de bu canlıların olabileceğini ve bu canlıların hastalık yapabileceğini söyleyince, hepsi bir ağızdan;
    -Yok artık hocam sen de söyleyecek başka bir şey bulamıyorsun suyumuzu kötülüyorsun. Köyü beğenmediğin için bahaneler uyduruyorsun, dediler. 
    Söylediklerimin hepsi doğruydu ama inandıramamıştım hiç birini. Ailem için önlem almalıydım. Bir hafta sonra ilçe merkezindeki sağlık ocağına gittim. Doktorla görüşüp durumu anlattım. Oradaki görevliler, poşet içinde kireç kaymağı ve bir enjektör verdiler. Eriyik hazırlayıp o eriyikten enjektörle bidonların içine ölçülü olarak karıştırıp dinlendirdikten sonra içebileceğimizi söylediler. Söylenenleri yapmaya başladım. Ama köylülerin kirli su içmesini önlemenin köy öğretmeni olarak sorumluluğum olduğunu düşünüyordum. Analiz için çevre sağlıktan yardım istedim. Köye aşı için gelen ekipten sağlık memuruna bu görev de verilmişti. Birlikte kocapınara gidip örnek alacaktık. Ekiple dolaşan ve yakın köylü olan bir sıhhiye karşı çıkarak;
    -Yahu ne yapacaksınız tahlili. Bırakın eski köye yeni adet getirmeyi, dedi.
    O anda çok sinirlendiğimi anımsıyorum. Adama bağırarak;
    -Sen ne diyorsun be adam? Madem bu düşüncedesin, niçin köyleri dolaşıp aşı yapıyorsunuz? Bırakın herkesi kendi haline. Kim nasıl ve ne zaman ölürse ölsün, dedim.
   Sağlık memuru;
    -Boş ver öğretmenim, sen onun dediklerine aldırma. Gidelim örnekleri alalım, dedi.
    Kaynağın gözünden kurallara uygun olarak alınan su örnekleri Anamur'a analize gönderildi. Sonuç; "%0,272 mikroorganizmalı, kesin içilmez, kaynağın üstünün çalılarla örtülerek kapatılması" olarak geldi. Haklı çıkmıştım Ama köylüler yine içmeye devam etti. Hatta bir gün suya gidiyordum. Koca pınar göletinin ortasında büyükçe bir taş vardı. Suya gidenler o taşın üstüne çıkıp bidonlarını kaynağın gözüne daldırarak doldururlardı. Köylülerden Mehmet Uğur o taşın üstüne çömelmiş, avuçlayarak su içerken, beni fark edememişti. Söylenmeye başladı;
    -Yahu arkadaş şu mübarek suya bak. Bu öğretmen nereden geldi bilmiyorum. Baş belası herif suya kirli diye diye bizi tiksindirdi. Ağız tadıyla kanan kana içiyorduk,  içemez olduk, dedi.
     Çeşmeye yaklaştığımı görünce, taşın üstünden kalktı. Hafif tebessüm ederek, mahcup bir biçimde yanımdan geçip gitti. köylüler rapor falan dinlemediler. İçmeye devam ettiler. Ben evimin suyunu hep kendim taşıdım. Akşam kireç kaymağı ile ilaçladım. Dinlendirdikten sonra içtik.
   O köyde kaldığımız üç yıl boyunca, ne kadar içilebilir evsafta olduğunu bilmeyerek ve hep şüphe ile, Koca Pınardan su içtik. Köye içme suyu getirilmesi yönünde yazışmalarım oldu. İlçe kaymakamıyla yüz yüze görüşmelerim oldu. Fakat başaramadan o köyden ayrıldım.
                                               Ali Akdoğan

14 Ocak 2011 Cuma

Ne Acelen Vardı Be Ali

                              "Kıvırcık Ali'nin Anısına"
      Toprak mı çağırdı? Yoksa sen mi gitmek için acele ettin? Yemyeşil bir vadinin içinde, iki metrelik mezar çukurunda yatmayı koca dünyada gezip dolaşmaya tercih etmenin acelesi neydi be Ali.
       Her randevuna böyle dakik mi giderdin? Yoksa bu sefer randevu mu sana erken geldi? Şimdi artık o yeşil vadi senin mekanın. Çam ağaçlarının arasında uzanmış, rüzgarın sesini dinliyorsun. Rüzgarda titreyen ağaç dallarının çıkardığı nameler,  sazının ezgilerine karışarak, tadına doyulmaz bir senfoninin tınılarını yayıyor çevreye. Gülümseyince yüzüne çöken o cezbedici aydınlık vadiyi aydınlatırken, gözlüklerinin ardından aşağıdaki ovayı seyrediyorsun gülümseyerek. Gitmek için ne acelen vardı be Ali.
      Ama artık çok geç. Ne söylesek boş. Ayrılık vakti geldi. Dönüşü olmayan bir ayrılık. Düşündükçe nefesim daralıyor. Ama biliyorum ki  katlanmaktan başka çaresi yok. Gittiğin yerdeki ozanlar; Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Veysel baba, Muhlis Akarsu, Mahsuni, Aliekber, Mahmut Erdal, Köroğlu, Dadaloğlu, Karaca Oğlan  ve yolunu bekleyen bütün ozanlara selam götür. Onlar sana kavuştuğu için seviniyorlar biliyorum. Ama bizim kahredici üzüntümüzü görmüyor musun be Ali.
      Saçı olmayana kıvırcık adı bu kadar mı yakışır. Kim koymuşsa kutlamak gerek. Senden bir isteğim daha var. Gittiğin yerde gözlüklere ihtiyacın yok biliyorum. Ama hayalimizdeki görüntünü korumak için orada da gözlüklerini tak. Gözlükler sana çok yakışıyordu be Ali.
     Yolun aydınlık olsun. Yokluğun çok dokunuyor sevenlerine. Katlanmak gerektiğini bildiğim halde yine de zor be Ali.

                                                                 Ali Akdoğan

7 Ocak 2011 Cuma

Küpler Ağır Olmuş Kalkmıyor

   1983 Yılında Bingöl'den Mersin'in Mut ilçesinin Ilıca köyüne bağlı Çatakbağ mahallesine öğretmen olarak atandım. Köyü ve okulun durumunu görmek için Eylül ayında görev yerime gittim. Ne okul var, ne de  oturacak ev.
     Köylülerle görüştüm. Muhtarı bulup durum değerlendirmesi yaptık. Topraktan iki göz bir köy evini okul olarak köylüler kendileri yapmışlar. Bir odasında ders yapılmış, bir odasında da öğretmen oturmuş. Ama ben evliydim ve iki çocuğum vardı. Öğretmenler için yapılan odaya sığmamız mümkün görünmüyordu.  Oturacak başka bir yer aradık. Köyde herkes kendi ihtiyacı kadar ev yapmış. Kiraya tutulacak Tahsin Acar'a ait bir ev vardı. O da tüm ısrarlara rağmen  evi kiraya vermedi. Öyle bir sıkıntıya düştüm ki sormayın. İki çocuğum ile eşim Elazığ'da kalmıştı. Ben burada nasıl görev yaparım. Kafayı tırlatmak üzereydim. İstifa etmeyi bile düşünüyordum. Mut'a geri döndüm. İlköğretim müdürüne gittim, ve;
    -Oturacak ev bulamadım. Beni başka bir köye verin. Eşimi çocuklarımı yanıma getiremezsem  görevimde başarılı olamam, dedim.
     İlköğretim müdürü Mehmet Müezinoğlu yüzüme uzun uzun baktıktan sonra;
    -Acele etme, bir çaresi bulunur, dedi.
     Tam o sırada ilköğretim  müfettişi Müslüm Yıldırım içeri girdi. Bizim düşünceli ve gergin halimizi görünce merakla;                
   -Hayrola bir şey mi var? diye sordu.
    Müdür, durumu anlattı. Birlikte köye gitmemizin iyi olacağını  söyledi. Müslüm bey de durumun önemini anlamış olacak ki; birlikte köye gitmeyi kabul etti. İlköğretim müdürlüğünün makam aracıyla köye gittik. Köylüler arabanın etrafına toplandı. Konu  açılır açılmaz köylülerden biri.
    -İbrahim Acar'ın küçük oğlu Durmuş ali  askere gidecek. Hanımı babasının yanında oturacak. Onların evi boşalacak.  O evi öğretmene verseler iyi olur, dedi.
     Hemen kalabalığın arasından İbrahim'in büyük oğlu Mehmet acar atıldı;
    -O evde bekmez güpleri var. Güpler ağır olmuş kalkmıyor, dedi.
     Bu sözler Müslüm Yıldırım'ın çok zoruna gitmişti. Mehmet'e ters ters bakıp;
    -Güpler okuldan daha önemliyse, o zaman bu okulun burada gereği yok. Rapor tutup okulu kapatalım, öğretmeni de başka köye gönderelim, dedi.
     İçimden sevinmeye başlamıştım ki, ilköğretim müdürü Mehmet bey;
     -Şurada, yolun kenarında boş duran, içine ot doldurduğunuz bir yer var. Orası kime ait? dedi.
      Köy muhtarı Hüseyin Arı;
     - Orayı köy camisi olarak yapmıştık, ama imam olmayınca kapalı. İçinde nohut çuvalları ve ot var, dedi.
     Mehmet bey;
     -Orayı boşaltıp okul yapacağız, öğretmen de eski okulda oturacak, dedi.
      Bana dönüp; olup olamayacağını sordular. Yapacak bir şeyin olmadığını, mecburen kabul ettiğimi başımla onayladım. Sorun çözülmüştü. Onlar geldikleri arabayla ilçeye döndüler. Ben de, okulu eğitim öğretime hazırlanmak için çalışmalara başladım.
    Çocuklar toplanıp geldiler. Caminin kapısını açtık. İçindeki çuvallar ve ot balyaları sahibi tarafından dışarı çıkarıldı. İki basamakla aşağıya doğru inilerek içeri girilen, küçük iki pencereyle ancak lamba yanınca insanların etrafı rahat görebileceği, elli metrekare büyüklüğünde tek odalı bir yer. Yerler silinip süpürülecekti. Çocuklara;
   -Suyu nereden getiriyorsunuz? Köyün çeşmesi nerede? diye sorunca;
    Çocuklar hep bir ağızdan;
    -Suyu koca pınardan alıyoruz öğretmenim. Bidonları doldurup, atlarla, eşeklerle  getiriyoruz, dediler.
    -Peki hayvan olmadan su getirmek mümkün değil mi? dedim.
    -Öğretmenim çeşme ta aşağıda, hem de çok uzak, dediler.
     Köye araba gelmiyor. Bir saatlik yaya yolu var. Ev yok. Okul yok. Su yok. Bakkal yok. Birden gözlerim karardı. Kulaklarımda çocukların söyledikleri uğuldamaya başladı. Kendi kendime; 
     -Yahu ben ne günah işledim? Kime ne yaptım? Nerede bir mahrumiyet varsa hep bana mı düşecek? Bu çile ne zaman bitecek? Nasıl bir yere geldim? Daha bir çok sorular sormaya başladım kendime.
     İsyanlardaydım. Elim kolum soğudu. Bütün şevkim kırıldı. Çocuklar sıraları içeri taşıyıp dizdiler. Sıra dediysem öyle albenili olarak düşünmeyin. Başka bir okulun kullanmayıp eskimiş diye depoya kaldırdığı eski sıralar. Kapıyı kitledik. Çocuklar evlere dağıldılar. Köyün içine doğru yürümeye başladım. Serseri mayın gibiydim. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Osman Uğur'un sesiyle irkilip, kendime geldim. Evine davet etti. Gittim oturdum. Adam konuşmak, sohbet etmek istiyordu. Ama olanlardan çok etkilendiğim için içimden gelmiyordu. Bir an önce uyumak istiyordum. Aslında uyumaktan çok kendimle baş başa kalarak içinde bulunduğum durumun bir analizini  yapmak ve bununla nasıl başa çıkabileceğimi planlamak istiyordum. Sabaha kadar uyuyamadım. Sabah kalkıp Mut'a gittim. İzin alıp ev eşyamı eşimi ve çocuklarımı getirmek üzere Elazığ'a gittim.
    İstifa etme düşüncemi ailemle de konuştum. Eşim ve babam karşı çıktı. Biraz destek olsalardı anında basacaktım istifayı. İki gün içinde bir kamyon ayarlandı. Eşyaları yükledik. Eşyaların üzerinde kamyonun kasasında çadırın altında kendimize yer yapıp oraya bindik. Küçük kardeşim İdris te bizimle geldi. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sora köy yoluna saptık. Yol stabilize ve virajları dar, dingilli kamyon yola sığmıyordu. Bir rampada araba çekmedi. Şoför bana kızarak;
    -Yahu traktörün gitmediği yola dingilli kamyon getirdin, bu senin yaptığın iş mi? dedi
    Zaten isteksiz geldiğimiz için canım burnumdaydı. Bu sözler de işin tuzu biberi olmuştu. Şoföre bağırarak;
    -Yani ne diyorsun? Elazığ'dan buraya eşyayı traktörlen mi getirseydim be adam? dedim.
   Benden böyle bir tepki beklemiyordu sanırım. Hemen çark etti. Biraz çabadan sonra, köye kadar gittik. Kamyon durdu. Arabadan indik. Yol hepimizi çarpmıştı. Köyün imkansızlıklarını yol boyunca eşime anlatmıştım. Çok abarttığımı sanıyordu. Köyün durumunu görünce beni üzmemek için kendini tutan eşimin sinirleri boşaldı. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Zor bela susturduk. Eşyaları aceleyle indirdik. Kamyon geri döndü. Bir taraftan eşyalar içeri taşınıyor, bir taraftan; keşke geri gitseydik diye söyleniyorduk. İki gün sonra  sabaha karşı dörtte kalktık. İdris geri dönecekti. Elimizde çıra, bir köylünün rehberliğinde, bir saatlik yaya yolundan sonra, Ilıca'da arabaya bindirdim. Geri döndüğümüzde hava aydınlanmıştı. Öyle bir vadiyi inip çıkmıştık ki duvar tırmanır gibi. Ayağınız kaysa, dereye kadar yuvarlanırsınız. Acemi halimizle o yolu nasıl yürüdüğümüzü düşündükçe ürperiyordum. Bu köyden bir yolunu bulup gitmeliydim, ama nasıl? 
    Öğretmen okulunu Mersin'de okuduğum için bazı tanıdıklarım vardı. Onlar aracılığıyla tayinim yapılır diyordum. Birileriyle görüştüm. Yardımcı olacaklarını, en fazla bir yıl kalacağımı söylediler. Ama ben o köyde üç yıl kaldım. Koca pınardan eşekle su getirip içtik. Üstelik sağlıklı olmadığı,  Anamur'da yapılan tahlil sonucu  kesin içilmez raporu ile belgelenen su. Üç yıl süresince, kireç kaymağı ile ilaçlayıp dinlendirdikten sonra içtik. Köye başka yerden su getirmek için çabalarım oldu, fakat başaramadım. Okul ve lojman yapılması için sürekli yazışmalar yaptım. Üçüncü yılda okul ve lojman yapıldı. Yarıyılda tamamlanmasına rağmen kaymakam Erdal Ata; açılış yapılacak, kirlenmesin diye okulda ders yapmamıza müsaade etmedi. O sırada okul müdürü olarak Aslanköy'e atamam yapıldı. Yeni yapılan okulda ders yapmadan, oradan ayrıldım.
     Tek sevincim; benden sonra oraya atanacak öğretmenin okul ve lojman sorunu yaşamayacak olmasıydı.
     İyi ki de istifa etmemiştim. Zor günler mutlaka geçermiş. Her gecenin sonunda mutlaka güneşin doğacağını unutmamak gerek.
                                                                 Ali Akdoğan
 

5 Ocak 2011 Çarşamba

Kamyonla Gelen Yaşam

   1982 Yılının Ekim ayının sonlarıydı. Bingöl ili Sancak kasabasına bağlı Yaygınçayır köyünün Ugurova mezrasında öğretmen olarak görev yapıyordum. Mezra olduğuna bakmayın. O  da kendi içinde üç mahalleye bölünmüştü. Okulun bulunduğu mahalle onüç ev, karşıda dağınık biçimde birbirine uzak beş ev, çayırlar mıntıkasında da onbir ev vardı. Bu mahallelerin arası yarımşar saatlik yürüyüş mesafesindeydi. Mezra; bulunduğu mıntıkaya göre daha yüksekte kurulu olduğu için, sonbaharın en soğuk günleriydi. Kar yağdı yağacak. Kış hazırlıklarına başlanmıştı. Mezra; arabaların geçtiği kasaba yolundan yaklaşık kırkbeş dakikalık yürüyüş mesafesindeydi.  Yaz, kış yaya yürünüyordu bu mesafe.
     Karım ve iki oğlum ile birlikte okulun lojmanında oturuyorduk. Sertaç iki yaşında, Serkan ise henüz altı aylıktı. Akşam olmuştu. Serkan emzirilip yatağına yatırıldı. eşim; gaz lambasının ışığında,  salonun ortasına koyduğu plastik leğende, çocukların çamaşırlarını yıkıyordu. Sertaç'ta benim yanımda oyuncaklarıyla onuyordu. Kendi aramızda  sohbet ediyorduk. Serkan bir ağlamayla uyandı ve ileri geri gerinerek kaskatı kesildi. Bağırsakları gurulduyor, midesi bulanıyor ama kusmuyordu. Annesi kucağına alır almaz boynu düştü. Eşim heyecanla bağırarak;
   -Yetiş çocuk ölüyor, dedi.
    Heyecanla yerimden fırlayıp çocuğu annesinin kucağından aldım ve ayaklarından tutup  baş aşağı silkeledim. Çocuk yeniden toparlanır gibi oldu. Ağlamaya başladı. Annesine geri verdim ve hemen dışarı çıktım. Köyden bir ailenin kamyonu vardı ve şansımıza o gece kamyon köye gelmişti. Ama karşıdaki beş evin bulunduğu mahalledeydi.
    Gece saat onbir. Gökyüzündeki dolunay, kocaman bir tepsi misali, etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Elime bir sopa aldım ve koşmaya başladım. O sırada köylülerden Filit Akbalık'ın oğlu Hüseyin de benden önce yola çıkmıştı. Kamyonun olduğu eve gidiyorduk. Ev sahipleri koyun sürüleri olduğu için dört beş tane çoban köpeği besliyorlardı. Hava soğuduğu için sürü evin yanında yatırılıyordu.  Bu nedenle köpeklere karşı tedbirli olmalıydık. Hüseyin benden önce eve yaklaşmış, köpekler onun etrafını sarmıştı. Arkasından yetiştim ve bağırarak;
     -Siz hiç insan görmediniz mi be? Ne yapıyorsunuz? dedim.
     Resmen köpeklerle konuşuyordum. Can havliyle nasıl bağırdığımı bilmiyorum ama sesleri kesildi. Hepsi çekilip gitti. Kapıyı çaldık. Köyde bir de düşmanlık vardı. Onun için önce yaşlı anneleri ses verdi;
    -Kimsiniz? Gecenin bu vaktinde ne istiyorsunuz? dedi.
     Kendimi tanıtıp çocuğumun ağır hasta olduğunu ve kamyonla Bingöl'e götürmek istediğimi, İsmail'in bana yardımcı olmasını söyleyince, kadın sesimden tanıdı. Hemen oğluna seslendi. Biz dışarıda beklerken heyecandan ve stresten dizlerim zangır, zangır titriyordu. İsmail kalkıp giyindi ve hemen dışarı çıktı. Kamyona atladık. İki mahalle arasında derin bir vadi  olması nedeniyle kestirmeden yol yoktu. Uzun ve dolambaçlı bir yoldan dolanarak okulun yanına geldik. Bir köylü kadın battaniyeye sarınmış dışarıda bizi bekliyormuş. Onu görünce gözlerim karardı. Kesin çocuk öldü dedim kendi kendime. Arabadan inmeye cesaret edemedim. Kadın arabaya yaklaştı ve;
    -Korkma hocam çocuk iyi, dedi.
    Üzerimden kocaman bir dağ kalkmıştı. Zaten gerekli hazırlıkları yapmışlardı. Hemen kamyona bindik ve Bingöl'e doğru yola çıktık. Kırk kilometrelik yol uzadıkça uzadı. Hiç  bitmeyecekmiş gibi geldi. Saat ikide Devlet hasta hanesinin önünde durduk. Kapıyı çalıyoruz, cama vuruyoruz duyan yok. Epey kapı pencere çaldıktan sonra, bir hemşire yarı uykulu merdivenlerden inip geldi. Kapıyı açtı. İçeri girer girmez;
   -Doktor nerede? Köyden geliyoruz. Çocuk ölüyor, dedim.
    Hemşire yanımızdan ayrılıp merdivenlerden yukarı çıktı. Bir süre sonra geri döndü. Doktor yok. Çok heyecanlanmıştım. Hemşireye bağırarak;
    -Git şu doktoru al gel,  ben yukarı çıkarsam hiç iyi şeyler olmaz, dedim. 
    Doktor sesimi duymuş olacak ki; gözlerini ovuşturarak geldi. Hastayı sedyeye yatırdık. Muayene etti. Altının bezini açtık, kirletmişti, Yeşil renkli taneli bir ishal. Doktor tiksinir bir tavırla;
    -Kaç aylık? dedi.
    -Altı aylık, dedim.
    -Bu çocuk diş çıkarıyor, bir şeyi yok, dedi.
    O anda kendimi kaybettim ve doktora;
     -Diş çıkaran çocuk ölür mü doktor? diye bağırdığımı hatırlıyorum.
     Toparlanıp oradan çıktık. Tatmin olmamıştık. Hemen karşıda Dr. Halit Rıza Ünal'ın muayenehanesi vardı. Kapıyı çaldık. Orta yaşlı bir bey  açtı. Durumu anlattık. Adam aceleyle yanımızdan ayrıldı. Doktorla birlikte geri döndü. Hastayı sedyeye koyduk. Muayene ederken bize sorular sormaya başladı.
     -Kaç aylık? Ne yedirdiniz? Kustu mu? Daha bir çok soru.
     Soruları eşimle ikimiz bir ağızdan cevaplıyorduk.
     -Altı aylık. Anne sütü yeterli gelmediğinden inek sütü içirdik. Hayır kusmadı.
    Bize dönerek;
     -Tıp dilinde biz buna çocuk kolerası diyoruz. İnek sütünden kaynaklanıyor. Kussaydı ölürdü, dedi.
     Bunları duyunca şok olduk.  Oysa biz de; zehirlenmiş düşüncesiyle kussun diye çabalıyorduk. Eşimle birbirimize bakarak,  ne yanlışlıklar yapmışız anlamında dudağımızı kemirip kafa salladık
     Bir iğne yapıp ilaçlarını yazdıktan sonra;
    -Korkmayın durumu kurtarmışsınız. İlaçlarını ihmal etmeyin. Haydi geçmiş olsun, dedi.
    Rahatlamıştık. Teşekkür edip huzurla oradan ayrıldık. İsmail kamyonuyla köye döndü. Biz de kayın biraderim İlyas'ın evine gittik. Saat sabahın dördüydü. Evin içi karıştı. Herkes şaşırmıştı. Hastanın rengi falan düzelmiş sancısı kesilmişti. Onu yatırdık. Oturup yaşadıklarımızı anlattık.
    Ya o gece kamyon köye gelmeseydi...
    Hala o anı hatırladıkça,  kalbim duracakmış gibi oluyor. Boğazım kuruyor. Gözlerim kararıyor. Çok kötü oluyorum. Köyde görev yapan öğretmenlerin bir çoğu bu bizim yaşadıklarımızı yaşamıştır, sanırım.
                                                                       Ali Akdoğan
                                                   

4 Ocak 2011 Salı

Otobüste Can Pazarı

   1987 Yılının Kasım ayında, Mersin merkeze bağlı Aslanköy kasabasında İlkokul müdürü olarak görev yapıyordum. Elazığ'da oturan kayın biraderim Mehmet Ali'nin düğünü olacaktı. Ailece düğüne gitmek üzere hazırlıklarımızı yaptık ve yola çıktık.
   Düğünde eğlendik akrabalarımızla hasret giderdik. Köyden gelin almak için Elazığ ili Palu ilçesi Karabörük köyüne giderken arabanın içinde şarkılar türküler söylendi. Kasetçalardan müzikler çalınıp, oyunlar oynandı. Gelin evinde yemekler yendi. Halaylar çekildi. O gece köyde yattık. Sabah çeyizler çıkarılıp arabaya yüklenirken gelin de hazırlandıktan sonra Elazığ'a geri döndük. Düğüne öğretmen evinin salonunda devam edildi. Atkı törenini ben yaptım. Acelemiz vardı. İzin sürem bitiyordu. Düğün sona ermek üzereyken biz vedalaşıp Mersin'e dönmek üzere otogara gittik. Gece saat on arabasıyla Elazığ'dan ayrıldık.
    Yolculuk iyi başladı.  Eşimle yanyana oturuyorduk. Çocuklar da kucağımızda. Malatya'ya yaklaştığımızda karnımda müthiş bir sancı başladı. Düğünde yenilen yemekler dokunmuş olacak ki; sancı giderek artıyordu. Yolda otobüsü durdurup ihtiyaç gidermek zorunda kaldım. Yola devam ettik. Kahramanmaraş'ta yolcuların bir kaçı indi. Bazı koltuklar boşalınca  Sertaç İle ben arkada boşalan ikili bir yere geçip oturduk. Serkan ile annesi de yanyana oturdular. Nurdağı'nı geçince tekrar sancı başladı. Mersin'e daha çok vardı. Şöförden tekrar arabayı  durdurmasını istemeye utanıyordum. Bütün yolcular mışıl mışıl uyurken, ben iki elim böğrümde karnımı bastırıyordum.  Öyle daralmıştım ki; bir an önce bu yolculuğun bitmesi için dua ediyordum. Adana'nın Bahçe ilçesinden aşağıya doğru iniş iniyorduk. Sabaha karşı saat altı sularıydı. Ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Ara koridordan yola bakıyordum. Öyle daralmıştım ki, kulaklarım zonkluyordu. Birden içimden; yolculara bir şey olmadan şu arabanın başına bir iş gelse de, ben de ihtiyaç giderip rahatlasam diye bir düşünce geçirdim. Daha ne olduğunu anlamadan, birden araba bir sarsıntıyla yolun sağındaki şarampole düştü ve müthiş bir gürültü ve sarsıntıyla sürüklenmeye başladı. Otobüsün içi kapkaranlık oldu. Her zerresi zangır, zangır sarsılıyordu. İçerdekilerin bağırtısı, çığlıkları kulaklarımda uğuldarken sadece tavana bakabildim. Yanımda oturan çocuğumu bile tutamadım. Hayatım hızla gözlerimin önünden geçti. Kısık ve pişmanlık dolu bir sesle;
    -Araba kesin uçtu. Bakalım ilk takla yere nerede vuracak. Daha çok genciz. Ailecek hepimiz arabanın içindeyiz. Evin anahtarını da yeni teslim almıştık. Ölüm geldi ya neden böyle erken geldi, dedim.   
     Bu düşüncelerle karmakarışık duygular içindeyken tam o sırasında arabanın şoförü arabayı terk etmek için yerinden kalktı ve sağdaki kapıya tekmeyle vurup atlarken araba yan devrildi ve toprakta sürtünmeye başladı. Arabanın içindekiler oraya buraya uçtu. Ortalık karıştı. Ben karşı taraftaki koltukların arasına düştüm. Sertaç ta benim üstüme. Araba toprakta sürünerek iki üç metre sonra durdu.  İlk seslenişim, eşimden durumlarını sormak oldu. Onlardan; iyiyiz, bir şeyimiz yok cevabını alınca hemen toparlanıp ayağa fırladım. Açılacak kapıların ikisi de toprağa sıkışmıştı. Ön camı kırıp oradan aşağı atladım. İçerdekileri pencereden dışarıya aldık. Herkes iyiydi. Bir kaç kişide küçük sıyrıklar, bir iki kişide de küçük ezilmeler ve  çizikler vardı. herkes şükrediyordu haline. Gerçekten ucuz atlatılmıştı.
      Ne oldu? Araba nasıl durdu? soruları ortalıkta dolaşmaya başladı. Durumu görmek için Arabanın arka tarafına gittim. Meğer araba sağa kaçarken şarampole düşmüş. O mıntıkada, toprak yumuşak olduğundan yağmur suyu tahliyesi için yolun kenarına beton kanalet yapmışlar. Arabanın bir tekeri kanalın içinde diğer tekeri asfaltta olunca arka tekerler arasındaki defransiyel bloğu beton kanalın kenarına oturmuş ve oranın üzerinde sürtünürken fren görevi yapmış. O yüzden biz kazayı ucuz atlatmışız. Öyle olmasaymış on metre ileriden uçuruma yuvarlanırmışız ve kurtulan olmazmış. O beton kanal bizim yaşama şansımız olmuş.
     Yoldan geçen arabalar durdu. Şoför atlarken arabanın altında kalmıştı. Otobüsü tekerlerinin üzerine doğrulttuk. Şoförü bir taksi ile hasta haneye gönderdik. Küçük oğlum Serkan; ayağında ayakkabı yok, çorapları kirlenmesin diye yere basmıyor ve ağlayarak arabanın içinden ayakkabılarını istiyordu. Kapı açılmıştı. İçerden ayakkabıları ve diğer eşyalarımızı aldım. Bagajı açtırıp valizlerimizi de aldıktan sonra kenarda beklerken birden sancı tekrar bastırdı. O zamana kadar ağrıyı sancıyı unutmuştum.  Hemen kuytu bir yer bulup ihtiyaç giderdim. Yolun kenarında bekleyip gelen arabalarla otostop yaparak Adana'ya, oradan da Mersin'e geldik. Yaklaşık bir ay olayın şokundan çıkamadım. Fazladan yaşama şansı yakalamıştık. İnsan; yeniden dünyaya gelmiş gibi oluyor.   
     Bu olanlara bir anlam veremiyordum. Böyle bir düşünceyi içimden geçirdiğim için kendimi suçlamalı mıydım acaba?
    Böyle bir kaza; elbette benim içimden geçirdiğim düşünceden dolayı olmamıştı. Ama yine de  insanların başına kötü şeyler gelseydi, bunun bende yaratabileceği psikolojik yıkımı düşünmek bile istemiyorum.
                                                   Ali Akdoğan
   

3 Ocak 2011 Pazartesi

Sis Bastırınca

   1976 yılı, Mart ayının ortalarıydı. O yıl yeni öğretmen olmuştum. Elazığ ili Palu ilçesine bağlı Kayalık köyünde bekar kalıyordum.  Aylık ihtiyaçlarımı almak için hafta sonu, Elazığ'ın Karakoçan ilçesine gittim. Bizim evimiz ilçe merkezinde olduğu için  gece kalacak yer sorunu yoktu. O geceyi annem, babam ve kardeşlerimle geçirdim. Sabah kalkıp kahvaltı ettikten sonra, ihtiyaçlarımı almak için çarşıya gittim. Öğrenciler benden plastik top istemişti. Onu da aldım.  Birlikte çalıştığım öğretmen arkadaş evliydi. Onun da siparişleri vardı. Sipariş listesini tamamladıktan sonra yola çıktım.
     Saat onda, ilçeden ayrıldım. Bingöl - Elazığ yol ayrımına kadar minibüsle geldim. Elazığ'dan gelip  Bingöl'e giden otobüse bindim ve yarım saatlik yolculuktan sonra Sarıcan tepesi denilen mıntıkada otobüsten indim. Bundan sonrası yaya gidilecekti.
     Sırtımda köye götüreceğim eşyanın ağırlığı yaklaşık yirmi kilo kadardı.Yarısını un çuvalına, yarısını da fileye koyup ikisini birbirine bağlayarak heybe gibi omuzuma aldım. Saate baktım, onbir sularıydı. Araba yolundan ayrılıp dağa doğru yürümeye başladım. Ayağımda yarım çizme, üstüm sağlam, üşümüyordum. Biraz yürüdükten sonra bir karar vermem gereken bir noktaya geldim. Dere ağzından gidersem, kar yumuşadığı için çok batacak ve ben çok yorulacaktım. Ayrıca belli noktalarda çığ tehlikesi de vardı. Dağın yamaçlarındaki kar erimiş, öbek öbek olmuş, öbeklerin arasında bazı yerler topraktı. Yamaçtan gidersem, hem topraklı yerlerde daha rahat yürüyecek, hem de çığ tehlikesinden korunmuş olacaktım. Yamaçtan dağı yatay yürümeye ve belli yerlerde de tırmanmaya karar verdim.
    Önümde yaklaşık iki saatlik yürünecek yol vardı.  Yola devam ederken birden bire bir sis bastırdı. Göz gözü görmüyordu. Yukarı baktım. Dağın belli bir yerinden ötesi görünmüyordu. Bingöl asfaltından geçen  arabaların sesi duyuluyor ama kendileri görünmüyordu. Biraz yürüdüm. Kar yumuşamış, fena batıyordu. Bocalamaya başladım. Yalnız olunca daha çok panikledim. Dağdan aşağı dereye doğru baktım. Derenin içinde bir çoban koyunları için karın üstüne yem dökmüş, onların yanında bekliyormuş. Seslenip, mıntıkayı sordum. Çoban beni uzaktan tanımıştı. Kayalık köyünün öğretmeni olduğumu biliyormuş. Bulunduğumuz yerin Mendik yaylası olduğunu söyledi. Aklım daha çok karıştı. Çünkü Bingöl'e on kilometre mesafede Mendo diye bir mıntıka vardı. Mendo'yu duymuştum ama Mendik yaylasını duymamıştım. Çobanın sözünden sonra kendimi Mendo'da hayal etmeye başladım. Arabadan indiğim yerden Mendo mıntıkasına yaklaşık yirmibeş kilometre. Kendime sorular sormaya başladım.
    -Bu kadar yolu nasıl yürüdüm? Beni buraya kim getirdi?
     Soruların cevabı yok. Korkmaya başladım. Dağın tepesine doğru baktım. Tepesi görünmeyen dağ bana tamamen yabancı gelmeye başladı. Oysa o yoldan defalarca gitmiştim. Aynı yerde daireler çizmeye başladım. İzler birbirine karışınca, geldiğim yoldan araba yoluna dönme umudum da yok oldu. Olduğum yerde oturmaya başladım. Çoban beni izliyormuş, tekrar seslendi.
     -Hocam, bak derenin ağzından yukarıya, sizin köyden bir adam  köye gidiyor. Ona seslen, seni beklesin, birlikte gidin, dedi.
     Bu ses; hani karanlık bir kuyudan ışığa çıkarsınız ya, işte  benim için öyle bir anlam kazandı. Avazımın çıktığı kadar yüksek bir sesle köye doğru giden adama;
     -Ben köyün öğretmeniyim,  köye gidecektim. Yolu şaşırdım, çok yoruldum. Bekle birlikte gidelim, dedim.
     Adam sesimden beni tanıdı, ve;
     -Tamam hocam gel, ben burda seni bekliyorum, dedi.
    Adamın sesinin geldiği noktayı görmüyordum ama tahminen belirledim. O noktaya doğru yürümeye başladım. Kar çok yumuşamış, çatala kadar batıyordu. Çizmelerimin içi su dolmuş, ayaklarım fena üşüyordu. Bazen diz üstü sürünüyor, bazen de iki adımda bir nefesleniyordum. Tam belirlediğim noktaya vardığımda adamı göremedim. Tekrar adama seslenerek;
     -Yahu neredesin, ben çok yoruldum. Yürüyecek halim kalmadı. Beni bekle sene, dedim.
     Adamın bulunduğu yer yüksekte olduğu için beni görüyormuş, Dingin bir sesle;
     -Hocam korkma ben seni burada bekliyorum. Yavaş, yavaş gel. dedi.
     Sesin geldiği noktayı kafamda belirledim. Tekrar yürümeye başladım. Ama sesin geldiği noktaya gittiğimde adam yine yoktu. O güne kadar korku nedir bilmezdim. İlk defa tüylerimin diken diken olduğunu ve gerçekten korktuğumu hissettim. Bulunduğum yere yığıldım. Gözlerim karardı. Adım atacak halim kalmamıştı.  Adam durumu anlamış olacak ki;
    -Hocam oturma, yorgunsun. Hava soğuk. Kanın aniden donar ve olduğun yerde ölürsün. Kalk ve önündeki küçük rampayı tırman . Ben tam tependeyim. Öğrencilerin de seni karşılamaya gelmişler. Şu ileri tepeden seslenip duruyorlar, dedi.   
     Bu konuşma bana cesaret verdi. Oturduğum yerden kalkıp duvar gibi rampadan, merdiven çıkar gibi tırmandım. Son basamakta köylü vatandaş elini uzatıp beni yukarı çekti. Adamın yanına çıkınca  birden takatim kesildi ve olduğum yere oturdum. O sırada öğrenciler de bizim sesimizi duymuş, bulunduğumuz yere gelmişlerdi. Artık köye yaklaşmıştık. Çocuklar beni oturduğum yerden  kaldırdılar. Omuzumdaki eşyaları paylaştılar. Yaşça büyük iki öğrenci koltuklarıma girdi. Birlikte yürüyerek köye gittik.
      Okulun önünde bulunan çeşmenin başında elimi yüzümü yıkadım. Çizmelerimin içindeki suyu döktüm. Ayaklarımı suya tuttum. Çeşmeden akan su kaynamış gibi sıcak geliyordu. Sabah saat onbirde asfalttan ayrılmıştım. Şimdi saat üç. Dört saat dağda cebelleşirken, açlık falan aklıma bile gelmemişti. Bir an önce uyumak istiyordum. Odama gittim. Yatağa uzandım. Ertesi gün saat onikide uyandırdılar. Yeniden doğmuş gibiydim.
     Dağda kaybolmanın yarattığı umutsuzluk anında; yaptıklarım, yapamadıklarım, yapmak istediklerim, hayallerim gözlerimin önünden bir film şeridi gibi hızla geçti. Ama her şeye rağmen, yine de yaşamak çok  güzeldi.   
     1987 yılında Mersin merkeze bağlı Aslanköy kasabasında öğretmen olarak görev yaparken Şubat ayının sonlarına doğru akşam radyodan haberleri dinliyorduk.  Elazığ ili Palu ilçesine bağlı Kayalık köyü öğretmeninin köye giderken tipiye yakalandığını ve kaybolduğunu öğrendim. Yaşadığım bu olay yeniden gözlerimde canlandı.Yaklaşık bir ay sonra karın altından cesedinin çıktığını öğrendim. Kendi başıma gelmiş kadar etkilendim. Köy öğretmenlerinin çilesi bu...
   
                                                                Ali Akdoğan