20 Ekim 2013 Pazar

Munzur Vadisinde Yolculuk

  31 Ağustos 2013 Cumartesi günü sabah saat 09.00 da Elazığ'ın Kovancılar ilçesine bağlı Karabörük  köyünden iki özel arabayla toplam on bir kişi yola çıktık. Kısa bir stabilize köy yolundan sonra Elazığ-Tunceli asfaltına çıktık ve Tunceli yönüne doğru yola devam ettik. Yol gayet güzel ve sakindi. Tunceli'ye 80 km gitmemiz gereken yol vardı. Hemen bir akarsu yatağında suya paralel giden bir yol  Sağımız doğu torosların devamı olan sıra dağlar, solumuz Munzur vadisine doğru sokulan Keban baraj gölünün devamı. Harika bir manzara. Mazgirt köprüsünden geçtik. Şimdi sağımızda akarsu yatagı solumuzda dağlar. Kıvrılarak devam eden kara yolunda ilerlerken çevremizdeki manzarayı izlemeye doyamıyoruz. Tunceli'yi geçtik. Ovacık yoluna saptık. Yol dar ve virajlı. Yine Solumuzda Munzur suyu, sağımızda da yüksek boynuz kayalardan dağlar. Suyun solunda da yüksek kayalardan oluşan dağ sırası. Dağların arasından sadece bir evlek gök yüzü görünüyor. Yolda kapalı virajların çok ve yolun dar olması nedeni ile arabanızla en fazla 50 km hız yapabiliyorsunuz. Bu mesafe Ovacık ilçesine kadar yaklaşık 60 km. Ovacık ilçesinden sonra 20 km daha gittik. Harika bir mesire yerine geldiğimizi anladık.
 
 

 



   Bu mesire yerinde buzdolabını kimse kullanmıyor. Yiyeceğini içeceğini bu suyun içinde soğumaya bırakıyor. Bizde aldığımız karpuzu suyun içine bıraktık. Buz gibi soğudu. Gelen ziyaretçileri izledim. Kolasını meşrubatını suyun içine bırakıyorlar. Tam bir doğa harikası. Ancak ziyaret ettiğimiz dönem yeraltı sularının azaldığı döneme denk geldi. Suların dağın eteğinden çağlayarak akan gözleri kurumuştu. Orada bulunan yerli halka sorduk. Buraya ziyaret yapılacaksa Mayıs-Haziran ayları seçilmeli dediler. 
   Doyumsuz bir günün ardından geriye döndük ama aklımız orada kaldı.
                                                                                                             Ali Akdoğan


10 Ekim 2013 Perşembe

Memlekete Bir Yaz Yolculuğu

      Yazın Ağustos sıcağından kaçmak için Mersin'den Elazığ'a gitmek üzere 18 Ağustos 2013 Pazar günü sabah saat 11.00 da eşimle birlikte özel aracımızla  yola çıktık. Yollar oldukça rahat ve sakindi.  Ta ki otobandan ayrılmak üzereyken Nurdağı'nda  sapağı atlayınca bir sıkıntı başladı. Bizim Narlı-Türkoğlu Kahramanmaraş istikametine gitmemiz gerekirken Gaziantep yolunda ilerlemeye başladık.  Başladı bir stres. Yaklaşık 60 kilometre gittikten sonra Narlı kavşağından döndük ve Narlı istikametine gitmeye başladık. Bir müddet sonra karnımız acıktı. Yol kenarında bir ağaç altında yemek yemek için yer aramaya başladık.
    Pazarck Gölbaşı arasında yol kenarında bir çok ağaç gölgesi var ama biz rahat bir yerde oturalım diye beğenmiyoruz. Gölbaşı'nı geçtikten sonra bu sefer de bir dinlenme tesisinde duralım dedik. Ama bizim beğenimize uygun bir yer bulamadık. Derken Erkenek'e kadar gittik. Dağın eteğinden gürül gürül sular kaynıyor. Yol kenarında bir iki manav var. Meyve hediyelik kuru kayısı ve çeşitli şeyler satan esnaf var. Bunların arasına sıkışmış bir iki ızgara yapan yer var. Ancak bu kadar güzel bir yerde ihtiyaç giderecek  doğru dürüst bir tuvalet yok. Uzak yoldan gelen sürücüler yol kenarında duruyor; buz gibi akan çeşmelerden yüzünü yıkayıp uykusunu dağıtıyor. Ancak tuvalet ihtiyacını giderecek bir tuvalet bulamıyor. Oradaki esnafa bu eksikliği söylediğimde; zaten yol değişecek, arka tarafa tünel açılıyor. Buralar iptal olacak dediler. Yemek yemek üzere bir boş masa istedim. Masaya kira olarak on lira istediler. İşte köylümüzün veya esnafımızın turizm anlayışı. 
    Biz yola tekrar koyulduk. Meşhur Erkenek tünelinden geçtik. Malatya'ya bağlı Sürgü kasabasına doğru ilerlerken yol kenarında bir elma bahçesinin yanında durduk. Piknik sepetimizi ve kilimimizi alıp bahçeye girdik.Elma ağaçlarının gölgesine soframızı serip yol için hazırladığımız yiyeceklerimizi çıkarırken bahçenin sahibi traktörle gelip az ilerimizde bahçenin içine girdi.Adam bahçeme niçin girdiniz diye bizi ikaz edecek diye beklerken, o elma toplamaya başladı. Sofraya davet ettik gelmedi. Biz yemeğe başladık. Çay içerken, bahçenin sahibi kucağında elmalarla geldi. Bize elma verdi. Börek ikram ettik, ellerim kirli deyip almadı. Yemeğimizi yedikten sonra soframızı topladık. Yerdeki çöplerimizi de poşete koyup yanımıza aldık. Yüzelli kilometre yolumuz kalmıştı. Yemekten sonra epey dinlenmiş olarak tekrar yola çıktık. Akşam olmak üzereyken Elazığ'a vardık. Saat 19.30 civarıydı. Işıklar yanmaya başlamıştı. Gideceğimiz evin sahibi kayın biraderimdi. Bizi karşıladılar. Elma bahçesinde poşete koyup yanımıza aldığımız o çöpleri oraya kadar yanımızda götürüp çöp konteynırına attık.
      Eve girer girmez elbiselerimizi değiştirdik Yol boyunca arabanın kliması çalışsa da az da olsa terlemiştik. Duş aldık. Bizim geleceğimizden haberdar oldukları için akşam yemeği hazırlanmıştı. Ben çok yorgundum. Kaşık elimdeyken gözlerim kapanıyordu. Yemekten sonra bir çay faslı oldu. Olmasaydı iyi olurdu ama bir gelenek haline gelmiş. Çay içmeden uyusam ayıp olacaktı. Çay içtik uykum dağıldı. Gece geç vakitlere kadar sohbet ettik. Yorgunluktan olacak ki deliksiz bir uykudan sonra sabah çok zinde uyandım.
     Yazlık ev yapmak üzere telefonla görüşüp ön mutabakata vardığım şirket yöneticileri ile görüşmeye gittim. Görüşmelerimiz sırasında örnek evleri inceledim. Karara vardım evi yapacak köye gitmek üzere ertesi gün yola çıktık. Köy yaklaşık yüz on beş kilometre uzaklıktaydı. Köye gittik amcamı ziyaret ettik. Amcamın fikrini sordum. Amcam bir konuşmaya başladı pir konuştu. Köyde su olmadığını içme suyunun bile çok yetersiz olduğunu bu nedenle inşaata başlamamızın şu anda imkansız olduğunu, bunun dışında da tarlaya kadar elektrik ve su hattı çekmek gibi bazı sorunların olduğunu söyledi. Yani sözün kısası bizi ev yaptırmaktan vaz geçirdi. Köyden umutsuz ayrıldık. Elazığ'a dönerken Keban baraj gölü kıyısında balık yedik. Akşam karanlığında eve döndük. Üç gün kaldıktan sonra Bingöl'e gitmeye karar verdik. Gideceğimiz yol yüz kırk kilometre. Akşam üzeri yola çıktık. Ancak Bingöl yolunda çok uzun mesafelerde yol yapım çalışması devam ettiği için gece karanlığında yolda olmaktan pişmanlık duydum. Ama bir kere yola çıkmış olduk. Bingöl şehir içi yolları çok kötüydü. Altyapı yapıyoruz diye şehrin bütün yollarını sökmüşler. Ancak yeniden kaplama yapmak gibi bir çalışma yoktu. Şehrin her tarafı stabilize yol. Arabalar geçince ortalığı bir toz bulutu kaplıyor. Yollar tozmasın diye arazözlerle sulama yapınca da her taraf çamur oluyordu.
       Bingöl'e gelmişken daha önce 1979-1983 yılları arasında görev yaptığım Uğurova köyüne de gitmek istiyordum. Eşimle o köyde görev yaparken evlenmiştik ve iki çocuğumuz da o köyde doğmuştu. Onun için o köyün bizim hayatımızda ayrı bir önemi vardı. Bir gün sabah kalktık. Hazırlığımızı yaptık. Yola çıktık. Eskiden yayan yürüdüğüm yola saptım. İçimde bir burukluk oldu. O yolu şimdi özel arabamla gidiyordum. Yol eskiden stabilizeydi. Şimdi asfalt olmuş. Köyün yolunun ana yoldan ayrıldığı tepeye çıktık. Orada bir çobanla karşılaştık. Çoban bu yolun bozuk olduğunu, ancak başka bir yol daha olduğunu, o yolun asfalt olduğunu söyledi. Ama biz özellikle o bozuk yoldan gitmek zorundaydık. Çünkü bizim görev yaptığımız okulun bulunduğu mahalleye o yolun dışında yol yoktu. Gerçekten de yol çalışmadığı için çok bozuktu. Köyün göründüğü tepeye geldiğimizde gözlerimize inanamadık. Okul ve lojman ayakta ama harabe durumda. Köylüler aynı köyün başka bir mahallesine taşınmış ve bütün evler yıkılmıştı. Hüzünlendik. İçme suyu aldığımız çeşmeye gidip su içtik. Çeşme sahipsiz ama aynı durumdaydı. Bizi karşılayan ve aynı durumda kalan bir tek köyün çeşmesi kalmıştı. Çeşmenin olduğu yerden köyü seyrettik ve çok hüzünlendik. Üzülmemek elde değildi. Koca dört yılımız o köyde geçmişti.

   
                                            Okul ile lojman arasından bir köy görüntüsü
                                                     Lojmanın önden görünüşü
                                               Okul binası
                                                    Okul ve Lojmanın arkadan görünüşü
               Okul ve Lojmanın önden görünüşü
   
       Fotoğraflar her şeyi anlatıyor. Daha fazla bir şey yazmaya gerek yok. Üzgün bir şekilde oradan ayrılıp köylülerin taşındığı mahalleye gittik. Köylüler bizi çok iyi karşıladılar. Otuz yıl sonra gittiğimiz için biraz stem ettiler ama çok sevindiler. O köydeyken kendi köylüm Cemile hala dediğim yaşlı kadın vefat etmişti. Beni çok seviyor ve yeğenlerinden ayırmıyordu. Onun mezarına gidip ziyaret ettik. Oğlu da bizimle beraber mezarlığa geldi. Annesine verdiğimiz değerden ötürü çok mutlu oldu. Öğrencilerimle karşılaştım. Hepsi evlenmiş çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Bir çoğu Avrupa'nın değişik ülkelerine işçi olarak gitmişler. Maddi durumları düzelmiş. Ancak hayvancılıkla uğraşan köylüler koyun keçi işini  bırakmışlar. Eskiden yüz yüzeli koyun veya keçi besleyenlerin şimdi  bir iki ineği var o kadar.
     Akşam üzeri Bingöl'e geri döndük. Güzel ama yorucu ve hüzünlü bir gün oldu bizim için.
                                                                           Ali Akdoğan

6 Temmuz 2013 Cumartesi

XVII. Akdeniz Oyunları ve Mersin

    2013 yılı haziran ayında Mersin farklı bir geleceğe uyanabilirdi. Ancak olmadı. Güzel tesisler yapılmış ve iktidar bu tesisleri sanki kendisinin  bir lütfuymuş gibi Mersin halkına anlatmaya başladı. Yerel yönetimlerin yaptığı çalışmaları yok sayan bir yaklaşımla kent halkında bir antipati yarattı. İşte bu nedenle insanlar organizasyona gereken desteği vermedi. Müsabakaları izlemeye ilgi göstermedi.
    Ben bu organizasyonda "Çevre Gönüllüsü" olarak Nevin Yanıt Atletizm Tesisinde görev aldım. Yaşadığım kentin uluslararası bir organizasyonda en iyi şekilde temsil edilmesiydi tek istediğim ve bana düşeni en iyi biçimde yapmak için çabaladım. Ancak Spor Bakanlığı tesislere yönetici atamak için Mersin'den adam bulamamış olacak ki; Nevin Yanıt Atletizm tesisine İstanbul'dan bir tesis yöneticisi atamıştı. Hayatımda tanıdığım en agresif en itici yönetici tipiydi. Sanki tek çabası işlerin iyi yürümesine engel olmakmış gibi geldi bana. İşlerin daha iyi yürüyebilmesi için hangi teklif veya istekle yöneticiye giderseniz gidin.
     - Bununla biz ilgilenmiyoruz. Bu konu bizimle ilgili değil, deyip işin içinden çıkıyordu.
     - Peki kimin ilgileneceğini bize söyleyin onunla görüşelim dediğiniz zaman da,
     - Ben bilmiyorum, diyordu.  
     Bize yardımcı olmayacağına kesin inandıktan sonra ilişkilerimi sınırlandırdım. ve yöneticilik deneyimimden gelen becerilerimi kullanarak işlerimi yürütmeye başladım. Baktım daha faydalı oluyorum. Bu tavrımı oyunlar süresince devam ettirdim. Ama şunu söyleyeyim.  Bu yönetici olmasaydı tesiste daha güzel hizmetler üretebilirdik.
     Bu yöneticinin bazı uygulamalarını anlatmak istiyorum. Belki daha iyi anlaşılır yaptıkları.
     Bir gün içme suyu sponsor firması bir kamyon su getirdi ve tesisteki "Su ve Buz" odasına koyduktan sonra firmanın yetkilisi yanındaki işçisine; Basın girişi koridorundaki su dolabını doldurmasını ve suyun bulunduğu odanın kapısının da açık bırakılmasını ve isteyenlerin istediği kadar su içmesini kolaylaştırın talimatını verdi. Çocuk söyleneni yaptıktan sonra tesisten ayrılıp gittiler. Yaklaşık on dakika sonra tesis yöneticisi tesiste görevli bakanlık personeline talimat vermiş. İki çalışan geldi. Koridordaki dolapta bulunan su şişelerini boşaltıp su odasına geri taşıdılar ve odanın kapısını kilitlediler. Sebebini sorduğumda;
     - Buradan çok su içiyorlar. Tolga bey talimat verdi kilitliyoruz, dediler.
     Yöneticinin bir diğer uygulaması da tesis içinde en az elli atmış kabin tuvalet (sporcu soyunma odalarında, personel soyunma odalarında, hakem soyunma odalarında, ayrıca basın  girişi zemim katta bay ve bayan WC leri) varken, Tesis yöneticisi bu mekanların tümünü kilitletiyor. Tesiste çalışan insanlar, günübirlik gelen misafirler herkes bina içinde tuvalet ihtiyacını gidermek için bir o yana bir bu yana dolaşıp duruyordu. Önüne gelene tuvalet soruyordu. Tarif üzerine binanın dışına çıkıp merdivenlerden basın fuaye denilen bölüme çıkıp oradaki tuvaletleri kullanıyordu. Sebebini sorduğumda;
      - Kullanırlar, kirletirler. Onun için kapalı tutuyoruz, diyorlardı.
      Oysa temizlik şirketi elemanları her gün, günlük temizlik yapıyorlardı. Kullanımdan dolayı kirlenmesinden de rahatsızlık duymayacaklarından eminim. Bu kişisel bir tercihti.
     Bu tesis yeni yapılan güzel bir tesis. İnsanlar binayı tanımak için bina içinde dolaşma ihtiyacı duyuyorlardı. Binanın mimarisi gereği bölümler arasında geçişi engelleyen kapılar var. Benim izin yaptığım  bir gün, tesis yöneticisi, koridorlar arası geçiş kapılarından basın bölümüne açılan kapıyı kilitlettirmiş. Sebebini soran Canan adındaki arkadaşıma verdiği cevap çok ilginç.
     - Buradan sporcular ve sporcularla gelenler basın bölümüne geçiyorlar. Bu bölüme geçerler ise bu bölümü tanırlar ve alışırlar, alışmasınlar diye kapıyı kilitliyoruz, demiş.
     Yukarda saydığım tüm kısıtlayıcı durumlar ve olumsuzluklar yarışların başladığı 26 haziran 2013 tarihinde son buldu ve yarışların sürdüğü dört gün boyunca her şey normale döndü. Su odası açıldı, herkes bol bol su içti. Tuvalet kabinleri ve soyunma odaları açıldı, insanlar ihtiyaçlarını gidermek için oraya buraya koşuşturmaktan kurtuldu. Koridorlar arası geçiş kapıları açıldı, bina blokları arasında dolaşmak ve binayı tanımak kolaylaştı. Aslında baştan beri böyle olması gerekirdi ama tesis yöneticisinin kişisel tercihleri bazı sıkıntılar yaşanmasına neden oldu.
     Bu organizasyonda gördüğüm bir diğer nokta da Mersin esnafının ekonomik açıdan kendisine düşen payı alabildi mi? sorunun cevabını bulmak.
      Gözlemlediğim bazı şeyleri yazayım. siz buna karar verin. Örneğin kiralanan otomobillerin tamamı İstanbul plakalıydı. Taşımada kullanılan otobüs ve yarım otobüslerin büyük bölümü Mersin dışından. Kumanyaların içine konulan içme suyu İstanbul Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden ve "Hamidiye" içme suyu. Akdeniz "Temizlik ve Özel Güvenlik" şirketi; İstanbul şirketi. Gerçi bu şirket temizlik elemanlarını Mersin'den seçmiş ve işçiler Mersin'de ikamet eden insanlar. Benim gördüğüm kadarıyla işin ekonomik yönü İstanbul'a yaramış. Belki oteller ve lokantalar biraz kazandı diyebiliriz. 
                              
                                                                               Ali Akdoğan

4 Temmuz 2013 Perşembe

Kenger dikeninin Dili

     Hasan ile Mustafa aynı köyde oturan iki komşu çocuğu ve çocukluk arkadaşıdırlar. Birbirlerini çok severler ve hep birlikte oynar, hiç ayrılmazlardı. Birlikte; sapanla kuş avladılar. Dağda koyun güderken bazı geceler bostanlardan salatalık, kavun, karpuz çaldılar. Kimi zaman birbirlerine arka çıkarak başkalarıyla kavga ettiler. Anlayacağınız yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu.
    Aradan zaman geçti büyüdüler. Köyün genç kızlarının arasından yavuklularını seçebilmek için çeşme başlarında beklemeye başladılar. Kızlara bakıp işmar ettiler.
     Hasan köyün en güzel kızı Dilber'i çok beğenmişti. Ona gönlünü kaptırmıştı. Gidip konuşmak istiyordu. Ama cesaret edemiyordu. İlk günler göz göze bakışmakla yetindiler. Dilber'in gözlerine takılınca gözleri, kalbi heyecandan yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Yüzü utantancından pancar gibi kızarıyordu. Tabi Dilber de bunları görüyordu karşıdan ve o da Hasan'a karşı ilgi duymaya başlamıştı ama köy küçük yer ve kendini sakınması gerektiğini biliyordu. Fakat aşk bu, böyle şeyleri dinler mi? Dilber de her gün Hasan'ın yolunu bekler olmuştu. Gördüğü yerde Hasan'ın göz bebeklerine bakıp neler düşündüğünü oradan çözmeye çalışıyordu.
    Günler ilerledikçe bakışmalar, uzaktan da olsa laf atmalar aralarında bir sıcak ilişki doğurmuştu. Dilber'in okuması yazması olmadığı için mektuplaşma şansları yoktu. Tek çare yüz yüze konuşmaktı. Çeşme yolunda orda burada bakışmakla, laf atmayla işler yürümüyordu artık, buluşup konuşmaları gerektiğine ikisi de inanmıştı. Dilber'lerin evlerinin arka tarafında bir samanlık vardı. Laflaşırken orada buluşmayı kararlaştırdılar.
   Akşam güneş battıktan kısa bir süre sonra ortalık sakinledi. Dışarılarda kimsecikler yoktu. Herkes akşam yemeğinin telaşına düşmüştü. Önce Hasan samanlığa gitti. Hemen arkasından da Dilber girdi samanlığa. Koşarak birbirlerine sarıldılar. Heyecandan hiç bir şey konuşamıyorlardı. Bir süre sonra Hasan heyecandan kekeleyerek;
    - Seni çok seviyorum Dilber, dedi.
    Sanki içinde biriktirdiği heyecan korku arzu hepsi bir anda bu iki kelime ile ağzından çıkıp gitmişti. rahatladı. Daha sıkı sarıldı Dilber'e. Genç kız; Hasan'ın sıkılmış kolları arasında ancak;
    - Ben de, ben de seni seviyorum Hasan, dedi.  
     O da rahatlamıştı. bir süre daha hiç konuşmadan sarılmış vaziyette durdular. Birden Dilber'in aklına babası geldi. Heyecandan titremeye başladı. Korku ve heyecan ile karışık;
     - Hadi Hasan artık git. Şimdi annem yada babam gelir. Bizi burada böyle görürlerse hiç iyi olmaz, Ne olur Hasan acele et, dedi.
     Hasan da heyecanlanmıştı.

8 Haziran 2013 Cumartesi

Denizde Garip Şeyler Oluyor

    Güneyde Akdeniz'e kıyısı olan güzel kentimiz Mersin'de; öğretmen okulunda  öğrenciydim. Yıl 1973. Okulumuz denize sıfır bir mıntıkadaydı. Okulumuzun önünde denize girerdik. 
     Bir ilkbahar sabahı, sabah etüdünde sınıfımızın penceresinden denize baktım. Denize girdiğimiz alanda, kocaman siyah balıklar ikişerli gruplar halinde yarı bellerine kadar sudan dışarıya fırlayarak ileriye doğru uçar gibi tekrar denize dalıyorlardı. Daha önce böyle bir şey görmediğim için çok korktum ve tuhafıma gitti. Kendi kendime sorular sormaya başladım.
     - Bu yaklaşık iki metre boyundaki balıklara neler oluyor? Niçin Birbirlerinin üstünden atlar gibi uçarak tekrar suya dalıyorlar? Yoksa denizde bir olumsuzluk mu var? İstenmeyen bir doğa olayının habercisi miydi bu balıklar?
      Kafamın içindeki sorular uzadıkça uzadı. Sınıftaki yatılı öğrencilerin hepsi de Mersin'e; benim gibi doğu ve güneydoğu illerinden gelmişlerdi. Hiç birimizin denizdeki bu olayla ilgili en ufak bir bilgisi yoktu. Okulumuzun gündüzlü öğrencileri, yani Mersinli olan arkadaşlarımız saat sekizden sonra okulda olacak şekilde geliyorlardı. Dersimiz saat 08.30 da başlıyordu.
     Heyecanla gündüzlü arkadaşların gelmesini bekledik. Sabah kahvaltısı için çıkış zili çaldı. Etütten çıktık. Yemekhaneye doğru giderken okulun bahçesinde gördüğüm ilk gündüzlü arkadaşıma heyecanla;
     - Bugün denizde balıklar ikişerli birbirlerinin üstünden atlayarak doğudan batıya doğru gittiler. sayı olarak eli atmış çift civarındaydılar. Bu nasıl bir olay? dedim.
      Arkadaşım gülümseyerek;
     - Endişelenecek bir şey yok. Onlar yunus balıkları, sevişme dönemleri olduğu için denizde bazen böyle geçişler olur, dedi.
      Bu açıklama beni epey rahatlatmıştı. Çünkü 1971 yılı Mayıs ayında Bingöl'de öğrenciyken büyük bir deprem yaşamıştım. Bu depremden önce de garip olaylar olmuştu. Hiç rüzgar yokken bir fırtına çıkmış, ortalığı birbirine katmıştı. Arkasından Mayıs ayının 21'i olmasına rağmen hava sıcakken birden bire bir yağmur başlamış, daha sonra da ortalık buz kesmişti. Arkasından deprem Bingöl'ü yerle bir etmiş, sekiz yüzden fazla ölü, binlerce yaralı olmuştu. Şehir tam bir harabeye dönmüştü. Bu olayların etkisinde kaldığım için, bu olayı da bir şeylerin habercisi gibi düşünmüştüm.
     Kıyamet mi kopacak? Deprem mi olacak? diye korkular yaşamıştım. Bunlar benim kendi cehaletimden kaynaklanan korkularmış. Bilgilendikten sonra bu korkular yok olup gitti.
     Esas ilginçlik bir gün sonra ortaya çıktı. O yunus grubundan bir balık ölmüş, dalga o balık ölüsünü getirip bizim okulun önündeki kumsala atmıştı. Üçerli, beşerli gruplar halinde gidip balığı inceledik. ölü balığın boyu iki metre civarındaydı. O balık incelemesinden tek aklımda kalan şey, ağır bir koku. Daha sonra o balık ölüsü kumsaldan nereye kaldırıldı bilmiyorum. Ölüm sebebini sorduk. Bu konuda bilgisi olan bir arkadaşımız bazı açıklamalarda bulundu.
     -Bu balıklar sevişirken güç mücadelesi de yaparlar. Bu güç mücadelesinin sonunda bazen böyle ölümler olabiliyor. Tabiat kendi kuralını koymuş,  dengesini kurmuş, yapacak bir şey yok, dedi.
     Yeni şeyler öğreniyordum. Boşuna dememişler "Öğrenmenin yaşı yoktur". Diye. Belki biraz geç kalmıştım ama bunları yaşayarak öğrenmiştim.
                                                                 Ali Akdoğan

20 Şubat 2013 Çarşamba

SİGARA İLE DOSTLUĞUM

    Ben sigara dumanını ilk olarak öğretmen okulu birinci sınıfta ciğerlerime çektim. Okula yeni başlamıştık. Bir taraftan gurbet, diğer taraftan gençlik vardı serde. Bir arayış içindeydik.
    Göçmende kahveye gittik. Arkadaşlar oyun oynuyor, biz de izliyorduk. Oynayanlardan birisi Ali Timur adında sınıf arkadaşımdı. Bingöl'de ortaokulda da beraber okumuştuk. Ali o zamandan beri sigara içiyordu. Oyun esnasında çıkarıp birer sigara yaktılar. Birini de bana uzattı. İçmem dediysem de ısrar etti ve ben de bir sigara yaktım. Dumanını ağzıma alıp üfürüyordum. Ali bana dönerek;
    - Sigara öyle içilmez oğlum. Dumanını içine çekeceksin, ya da sigarayı içeceğim diye ziyan etmeyeceksin, dedi.
    Bu konuşmanın üzerine dumanı içime çektim. Çekmez olaydım. Öksürmeye başladım. Sanki ciğerlerim ağzımdan çıkacakmış gibi zorlanıyordum. Gözlerimden yaşlar geldi. Midem bulandı, Başım döndü. Çok kötü oldum. Kalkıp okula geldik. Akşam etüdünde hiç ders çalışamadım. Etüt bitinceye kadar da başım dönmeye devam etti. Yatakhaneye gittik. Hazırlığımızı yaptık yatacağız tuvalette sigara içenler bir keyifle içip sohbet ediyorlar ki sormayın. Koğuşa geçip yatağa uzandım. Yavaş yavaş aklım başıma gelmeye başlamıştı. Bir süre sonra uyumuşum. Sabaha kalktığımda bir şeyim kalmamıştı.
  Ertesi gün okulun tuvaletinde Ali bana bir daha sigara uzattı. Yok içmem dedim. O ısrarla;
 - Oğlum sen er geç bu zıkkımı içeceksin, iyisi mi naz etme dedi.
  Yine bir sigara yaktım ama içime çekmeden, bazen yarım çekerek içtim. Bu sefer fazla etkilenmedim ve hoşuma gitti. Artık sigara içenlerin yanında gezmeye başladık. Sigara verirlerse bir tane tüttürüyoruz. Para verip sigarayı paketle almak işimize gelmiyordu. Gelen harçlık zaten az, bir de sigaraya para harcarsak işimiz kötüydü. Bir süre otlakçılık yaptık. Tam sigaraya alıştık. O sigara tutup ısrar edenler kayboldu. Bir süre sonra ortaklaşa iki arkadaş bir paket almaya başladık. Bu sefer de sen çok içtin ben az içtim tantanası başladı. En sonunda tek başıma paket almaya başladım.
   Para fazla olmadığı için ikinci sigarası aldım. Çok kötüydü. İçimi çok berbattı. Birinci sigarasına terfi ettim. O fena değil ama onun da cakası düşük. Kimseye nispet yapamıyorsun. Para varsa filtreli samsun ya da bahar sigarası alırdım. Meğer bahar sigarası da bayanların tercih ettiği bir sigaraymış. Karizmamız çizilmesin diye gizliden çıkarıp yakıyorduk ki kimse görmesin. İçerken filtreli sigara mı filtreli sigara tamam. Bazen de bafra sigarası alırdım. O bize sigara ikram edenler yanımızda gezmeye başladılar. Bu sefer de biz nezaketen onlara sigara ikram ediyorduk. Meğer onlar böyle günler için bizi sigaraya alıştırmışlar. Sigaraları bitince kendilerine sigara verecek biri yedekte bulunsun diye bize sigara içmeyi öğretmişlerdi. Birisi bir gün;
   - Bak o zaman ben seni sigara içmeye teşvik etmeseydim, bugün ben de sigarasız kaldığım için sigara içemeyecektim, dedi.
    Sigarayı içenler kendilerine çeşitli bahaneler üreterek sigara içtiklerinin haklılığına kendilerini inandırmaya çalışırlar. Bunu ben de yaptım. Bazen efkar dağıtırmış diye içiyorum diye kendimi kandırdım. Bazen aşık olduğum, sevgiliyi unutmak istediğim  için içiyorum diye kandırdım kendimi. Aslında içerken bu tür bir faydasını görmedim. Çünkü ne sevdiğim kişinin onu sevdiğimden haberi vardı. Ne de onun beni sevip sevmediğinden haberim vardı. Ben kendi kendime gelin güven olmuştum. Sigarayı da dert ortağı seçmiştim kendime. Tam bir sigara keyifçisi olmuştum. Ve öğretmenlerin göremeyeceği yerlerde sigara içiyorduk. Genel olarak sigara içmek için portakal bahçesi ya da deniz kenarı seçiliyordu.
    Bir gün akşam etüdü bitiminde; ben, Mehmet Güler ve soyadını hatırlayamadığım bir diğer Mehmet, üç arkadaş; şu anda lokanta olarak kullanılan yerden deniz kenarına indik. Şu anda Adnan Menderes bulvarının geçtiği yerde, arkamızda yine o lokantanın ana binasının olduğu yer gibi deniz kenarından yüksekti. Ayrıca dalgaların gelip çarpıp geri döndüğü yerde küçük bir yükselti daha oluşmuştu. Kumların üzerine oturup sırtımızı o yükseltiye dayadık. Arkamızdaki bir başka kişinin bizi görmesi neredeyse imkansızdı. Dışarıda mehtap vardı. Deniz dalgalarının hışırtısını dinlerken filtreli bahar sigarası paketinden son sigaralarımızı yaktık ve boş paketi denize attık. Sigaralarımızı bitirince fiskeyle denize fırlattık. Gecenin karanlığından sigaranın ateşinin fark edileceğini hesap edememiştik.Nöbetçi öğretmen Himmet Şen yatakhanenin en üst katına çıkıp deniz kenarını gözlerken, bizim fiskeyle denize attığımız sigaraların ateşinin parlaması üzerine sigara içtiğimiz yeri tespit etmiş. Gelip tam arkamızdaki tepede dikilmiş. Bizim haberimiz yok, şakalaşıyorduk. Mehmet Güler ayağa kalkıp yatakhaneye doğru baktı ve hızla geri oturdu. Ve;
     - Arkadaşlar size kötü bir haberim var, Himmet hoca tam arkamızdaki tepede dikilmiş yolumuzu bekliyor, dedi.
    Hep birlikte ayağa kalktık durumu görünce tekrar oturup plan yapmaya başladık. İlk planımız kaçmak üzerineydi. Ama aramızda tartıştık. Kaçarsak hoca kapıyı bekler ve bizi yine yakalar. Ya da koğuş yoklamalarından isimlerimizi tespit edebilirdi. Bu plandan vazgeçtik.  Mehmet Güler kısa boylu bir arkadaştı. Çaktırmadan gidecek görmemiş numarası yaparak geçip gitmeyi deneyecekti. Yakalanırsa hep birlikte hocanın yanına gidecektik. Ya da aynı numarayı devam ettirecektik. Mehmet'i yolladık. Tam geçeceği sırada hoca kolunu önüne uzatıp onu yakaladı. Biz de kuzu kuzu yanlarına gittik. Hoca bizden sigara paketini istedi.
   - Paket bitti attık, dedik.
    Kibriti istedi. Çıkarıp verdik. Sınıflarımızı ve numaralarımızı kibritin üstüne yazdıktan sonra avucunun içine koyup kibritin olduğu eliyle yüzümüzün bir tarafından destek yaparken diğer eliyle çenemize birkaç yumruk vurdu. Elini değiştirip diğer tarafa yumruk attı. Gözümüzden yıldızlar uçuyordu. Ama sigara içmenin suçluluğundan sesimiz çıkmıyordu. Birde sınıfımızı ve numaramızı aldığı için bir korku başladı. İdareye verse disiplin kurulu bizi okuldan uzaklaştırma cezası ile cezalandıracaktı. Beden Eğitimi öğretmenimiz Mesut Özer'e verilirse numaralarımız Beden Eğitimi dersinden sınıfta kalacaktık. Esas yediğimiz dayak değil bu cezalar moralimizi bozuyordu. Yatakhaneye giderken plan yaptık. İdareye çağrılmadan gitmeyeceğiz. Mesut hocaya verilirse numaralarımız işte ona çare yok dedik. Herkes kendi yattığı koğuşa gitmek üzere yukarı çıktık.
     Akşam temizliğimizi yaptık yataklarımıza geçtik. Uyku tutmuyordu. Bir sabah olsa da bu işin sonu ne olacak, onu bir görsem diye sabırsızlanıyordum. Sabahı zor ettim. Çok heyecanlıydım. Sabah etüdünden önce tekrar görüşüp sözleştik. Herkes sınıfına gitti. Kahvaltıda canım hiç bir şey istemiyordu. Sigara içmenin keyfi bana zehir olmuştu. Birinci ders bitti. Teneffüste kulağımız idareye çağrılma anonsunda. Anons yapılmadı. Birbirimize sorduk, çağrılan yoktu. İkinci ders bitti yine aynı şeyler, çağıran olmadı. Yavaş yavaş heyecanım geçmeye başladı. Galiba idareden yırttık dedim kendi kendime. Sevinerek üçüncü derse girdim. Teneffüse çıktık yine kimse çağrılmadı. Artık bu iş tamam dedim. Ama beden eğitimi  öğretmeninin tavrı ancak iki gün sonraki derste anlaşılacaktı. Bu heyecanı iki gün daha yaşayacaktım. Başa gelen çekilir dedim. İki gün sonraki beden eğitimi dersinde kalbim yerinden çıkacakmış gibi deli çarpıyordu. Mesut hoca spor salonuna girip yoklamayı aldı. Kısa bir sessizlik oldu. Ben kendi kendime;
    -Tamam şimdi benim numaramı söyleyip sınıfın önünde fırçalayacak ve gerekeni söyleyecek dedim.
    Merakla beklerken derse başladık. Hani insanın altında ezildiği, kocaman ağır bir yük sırtından kalkar da rahatlar ve bir ter boşalır ya. İşte tam da bunları yaşadım.
    Himmet Şen büyüklük yapmış, yediğimiz dayağı yeterli görmüş, başka cezalara gerek görmemişti. Bu davranışı onu benim gözümde bir kat daha büyütmüştü. Bizim hiç dersimize girmedi ama ona karşı ayrı bir sevgi oluşmuştu bende. Saygı duyuyordum.
    Bu kadar çileye ve heyecana rağmen sigara içmeye devam ettim. Ta ki 1981 yılının Mart ayına kadar. Büyük oğlum beş aylıktı. Bingöl'de bir dağ köyünde çalışıyorduk. Çok kar yağıyordu ve soğuk bir yerdi. Lojman beton olduğu için daha da soğuk oluyordu. Oturduğumuz odanın pencerelerine sıcak olsun diye dışarıdan naylon çakmıştım. İçerisi havalandırılamıyordu. Üstelik ben sigara içince yanıma oturmaya gelen köylüler de sigara içiyordu. Bir gün eşim;
    - Şu sigarayı bıraksan ne iyi olur. Bak çocuk da var, çok etkileniyor dedi.
     Bu konuşma beni çok etkiledi. Eşimin bu ince davranışı zihnimde bir pencere açtı ve;
    - Çok haklısın, dedim.
     O gün sigarayı bırakmaya karar verdim. Evde on beş yirmi paket sigaram vardı. Cebimde paket, çakmak taşıyarak sigarayı bıraktım. İlk bir hafta çok zorlandım. Öğrencileri teneffüse çıkarttıktan öğretmenlerin sigara saati olduğu için  sınıfta oturup kendimle hesaplaşmaya başlıyordum.  Kendi kendime;
     - Çıkar bir tane sigara yak, diyordum.
     Tekrar bir hesaplaşma ve başka bir karar,
      - Niye kendine işkence ediyorsun ki? Sen bu sigarayı başkaları görüp görmeyeceği hesabıyla mı bıraktın? İçmeyeceksin. Kararına sahip çık, diyordum.
      İkinci karar hep galip geldi.  Bu durum yaklaşık bir hafta on gün sürdü. Yavaş yavaş alıştırdım kendimi. Ve bir karar verdim. İkram edilen sigarayı reddetmek sigarayı bırakmanın en önemli olayı olduğunu saptadım. İkram edilen sigarayı ret ettim. Hatta bir gün okula yakın bir köylü vatandaş hayvanlarını yemlerken yanına gittim. Cebinden tabakasını çıkarıp sigara sardı. Tabakayı bana uzattı. Yüzüne sitemli bir şekilde baktım ve;
    - Sen benim dostum musun, yoksa düşmanım mısın? dedim
    Şaşkınlıkla neye uğradığını anlayamamış bir ses tonuyla;
     - Niye hoca efendi? Nasıl böyle bir soru sorarsın bana, dedi.
    Gülümsedim ve;
     - Sen benim en yakın komşumsun. sigarayı bıraktığımı biliyorsun. Neden bana yardımcı olmuyorsun? dedim.
     Adam hemen tabakasını cebine soktu ve benden özür diledi. Ondan sonra o köyde üç yıl çalıştım.  Yanımda defalarca sigara içmek için tabakasını çıkarırken önce gözüme bakar ve sigarasını sardıktan sonra tabakasını cebine koyardı. Ben o günden sonra sigara içmedim. Evdeki sigara paketlerini de köyde sigarası bitenlere ara ara verdim bitirdim. Bakıyorum da sigarayla dostluğumu bitireli otuz iki yıl olmuş. Böyle bir dostluğun bitmesinden hiç de pişman değilim.
     Bu işte sevgili eşimin büyük desteğini gördüm. İnsan isterse neleri başarıyor birlikte.
     İşin püf noktası ikram edilen sigarayı reddetmek.

                                                                                  Ali Akdoğan
 

2 Şubat 2013 Cumartesi

KARA SİNEKLER

   Kadir henüz on dört yaşındaydı. İlkokulu bitirdikten sonra okula gönderilmemişti. Bulunduğu köyde sığırtmaçlık yapıyordu. Her gün sabah erkenden annesi uyandırırdı Kadir'i. Çünkü köy meydanında toplanan sığırlar onu bekliyordu.
    Kadir yarı uyanık yarı uykulu önüne konan ekmekten lokmalar koparıp ağzına koyuyor, bir taraftan da kaseden yoğurt kaşıklıyordu. Bütün bunları yaparken bile gözleri uykudan açılmıyordu. Son bir çabayla gözlerini kocaman açtı. Ekmek çıkınını yerden alıp beline bağladı. Duvara yaslı sopasını aldı. Yarı uyuşuk bir halde kapıdan dışarıya attı kendini. Meydanda toplanan sığırlara doğru yürüdü. Durdu ve yüksek sesle  bağırarak;
    -Haydi komşular, sığırları süreceğim, dedi.
      Biraz daha bekledi. Güneşin ilk ışıkları ufuktan  ovaya yeni yeni süzülmeye başlamıştı. Önünde toplanan sığırları bir iki sopa hareketiyle yola çıkardı. Köyün güney yamacına doğru yürüdüler hep birlikte. Kadir hayvanları çok seviyordu. Ama yalnızlık çok canını sıkıyordu. Akşama kadar  konuşacak, oynayacak bir arkadaş bulamamak onu çileden çıkarıyordu. Ama ailenin geçimine katkıda bulunmanın gururu ona haz veriyordu. Canı sıkılsa da bunları düşünüp mutlu oluyordu. Hele bazen öyle olaylar oluyordu ki saatlerce seyretse doyamıyordu.  Kendi kafasında bazı oyunlar tasarlıyor ve hayvanların o oyunları oynadığını düşünüyordu.
    İki tosunun kavgası veya iki eşeğin boğuşması Kadir için iki pehlivanın güreşmesinden farksızdı. At sineğinden huysuzlanıp koşmaya başlayan sığırları yüz metre koşan atletlere benzetir, yarışlarını ilgiyle izler, kazananı alkışlardı.
    Ne kadar eğlenceli de olsa  zaman zor geçiyordu.  Kolunda saat olmadığı için gölgesini ayakla sayarak ölçüyor ve güneşin batıya dönüp gölgenin büyüdüğünü  görmek Kadir'in en çok sevindiği saatler olurdu. Güneş batıya yaklaştıkça sevinci çoğalıyordu. Çünkü eve dönüş saati yaklaşıyordu. Güneş batıda ufuktan kaybolunca dünyalar onun olurdu. Hele bir de hayvanlar iyi doymuşsa büyükler ondan övgüyle söz edeceklerdi. Bunları düşündükçe sevinci bir kat daha artardı.
    Nihayet o gün de akşam olmuştu. Sürü köye doğru yola koyuldu. Yamaçtan aşağı inerken bir kuş kadar hafiflemişti Kadir. Dağda yalnız geçecek günler sayılıydı ve onlardan bir tanesi daha bitmişti. Hayvanlar köyün içine dağıldı. Bir telaş başladı sokaklarda. Hayvan sahipleri hayvanlarını ayırıp evlerine götürüyordu.
     Kadir görevini yüzünün akıyla yapmış olmanın gururu ile ve yaşına göre daha bir ağırbaşlılıkla eve doğru yürüdü. Kapının önünde duvara yasladı sopasını. Belinde bağlı olan ekmek çıkınını açtı
yere bıraktı. Kovadan bir tas su alıp içti. Çok yorulmuştu. Yan tarafta bulunan taşa usulca oturdu. Gözleri çevresinde babasını aradı, yoktu. Annesi sığırları yerine bağlamış ineklerden süt sağıyordu. Sarı inek kuyruğunu bir yelpaze gibi; bir sağa, bir sola sallarken arada bir Elif ananın suratına kırbaç gibi vuruyordu. Canı yanan kadın durup durup bağırıyor, ineğe verip veriştiriyordu. Bazen de canı çok yanınca hem ineği sağıyor hemde alttan, alttan yumruklayıp duruyordu.  Kadir onları izlerken kendini gülmekten alamıyor, kahkahalar atıyordu.
     Oturduğu taştan kalktı köy meydanında oynayan çocuklara doğru yürüdü. Onun da canı oynamak istiyordu. Çocuklar Kadir'in geldiğini görünce ona doğru döndüler. Tebessüm ederek onu karşıladılar. Hepsi çok heyecanlıydı. Duydukları olayı Kadir'e anlatmak istiyorlardı. En sabırsızı Cemal'di. Dayanamayıp;
    -Duydun mu Kadir olanları? dedi
    Kadir şaşkın bir tavırla;
     -Yooo.. Neyi? dedi.
    Cemal devam etti;
     - Bugün Elazığ Kara yolları Bölge mutemedi Erol Erdem Elazığ'dan parayı almış Bingöl'ün Solhan ilçesinde çalışan yol işçilerine dağıtmak için Bingöl'e götürüyormuş. Sarıcan tepesine gelmişler. Orada arabayı durdurmuş. Arabadan indikten sonra silahını çekmiş ve havaya bir iki el ateş etmiş. Arabanın şoförü; Niye ateş ediyorsun? demiş. Erol da; Silahımı deniyorum demiş. O sırada taşların arasına gizlenmiş bir kaç terörist çıkmış. Şoförü bağlamışlar. Erol da onlarla birlikte kaçıp gitmiş, dedi.
     Kadir heyecanla ve korkuyla;
     -Sonra ne olmuş? Şoför ne yapmış? dedi
    Cemal'ın    sözünü kesen Hasan Devam etti.
     - Şoför kendini çözmüş, gidip Karakoçan'da adliyeye teslim olmuş, dedi.
    Kadir'in gözleri heyecandan fal taşı gibi açılmıştı. Olayı anlayamamanın sersemliği içindeydi. Anlatılanlar onu dehşete düşürmüştü.
    -Çocuk başımla dağlarda sığır güdüyorum. Ya bir gün gelip beni de bağlasalar, hayvanları alıp götürseler, diye mırıldandı kendi kendine.
     Küçük kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpmaya başladı. Benzi sarardı. Gözleri karardı. Olduğu yerde dondu kaldı. Arkadaşları onu alıp evine götürdüler. Çok bitkin görünüyordu. Annesi yatağını serdi. Yatağa yatırdılar. Epey zaman sonra kendine geldi. Gözlerini açınca karşısında babasını, başucunda annesini gördü. Kalbi sevinçle ve cesaretle doldu. Heyecanla;
     - Baba çocuklar bir şeyler anlattılar, doğru mu? Bir de sen anlatır mısın? dedi.
     Babası;
     -Anlatayım oğlum, dedi
    Ve alıştıra alıştıra ve korkusuz bir dille anlattı olanları. Kadir durumu anlayınca şaşkınlığını üzerinden attı ve;
     _Onlar da biliyor ki sürü benim değil, Ben bir çocuğum, onların çocuklarla işi yok değil mi baba? dedi.
     Babası;
    - Tabi oğlum korkmana hiç gerek yok, dedi.
     Kadir'in evinde bunlar konuşulurken öte yandan adliyede şoförün sorgusu devam ediyordu. Şoförün ifadesinde bazı şüpheli noktalar vardı. Mesela şoför tarafındaki kapı camına sıkılan kurşun. Eğer şoför doğru söylüyorsa bu kurşunun mutlaka şoförün bir yerine isabet etmesi gerekirdi. Oysa şoförde en ufak bir çizik yoktu. Şoför yalan söylüyor olabilir düşüncesi ile göz altında tutuldu. Ancak şoför o gece bir yolunu bulup nezaretten kaçmış Elazığ'a kadar gitmeyi başarmıştı.
     Sabah saat on sıralarında şehir içindeki yollarda bakım yapan kara yolları işçilerinden birisi bekleyen bir taksinin içinde oturan kişinin parayı çaldıran şoför olduğunu fark etti. Taksideki şoförün tedirgin davranışları gözden kaçmıyordu. Belli ki kaçacaktı. Onu gören işçi durumu arkadaşlarına anlattı ve onu izlemelerini tembih ettikten sonra kendisi hızla en yakındaki polis karakoluna gidip durumu bildirdi. Bir kaç dakika sonra polis ekibiyle geri döndü. Taksiyi saran polisler kaçak şoförü kıskıvrak yakaladılar ve Karakoça'a geri gönderdiler. Belli ki daha sıkı tutulması gerekiyordu. Bütün tedbirler alındı.
   Kaymakam Nihat bey soruşturmayla bizzat ilgileniyordu. Ama aydınlatılması için zamana ihtiyaç vardı.
  İlçede bir dedikodu furyası başladı.
  Kimileri;
  - Erol o paraya tenezzül etmez. Bunda bir iş var, diyordu.
  Bazıları;
  - Babası ağaydı zulüm yaptı oğlu daha büyüğünü yaptı. Lanet olsun bunların sülalesine diyordu.
  Başkaları;
  - Devlet babanın eli, kolu uzundur. Mutlaka yakalanıp cezasını çekecek, diyordu.
   Bir diğerler;
   - O para fakir fukaranın alın teridir kimsenin boğazından kolay kolay geçmez, diyordu.
   Bu konuşmalar uzadıkça uzadı. Çoğaldıkça çoğaldı. Kimileri Erol'u övüp göklere çıkarıyor, bazıları da yererek yerin dibine geçiriyordu. Gıyabında konuşmak kolaydı çünkü. Bir taraftan da aramalara devam ediliyordu.
   Kadir için korkulu günler başlamıştı. O küçücük kafasının içinde bin türlü fikir dolaşıyordu. Ama korkunun ecele faydasının olmadığını o da biliyordu. Üzerine aldığı görevi sonuna kadar yerine getirecekti. Sabah erkenden hayvanları meraya sürüyor, akşam eve getiriyordu. Günler biraz daha sıkıcı olmaya başlamıştı.
    Yine sıcak bir Temmuz günüydü. Henüz güneş doğmamıştı.Dışarıda tatlı bir esinti vardı. Sığırlar köy meydanına birer ikişer toplanmaya başlamıştı. Kadir'in annesi oğlunu uyandırmak için hayli çaba harcadı. Çocuk uyandı. Yatağın içinde bir müddet oturdu. Uyku çok tatlı geliyordu. Canı yataktan çıkmak istemiyordu. Tekrar uzanıp yatağa, yorganı kafasına örttü. Kimselerin sesini duymak istemiyordu belli ki. Annesinin sesi yine odada çınladı. Biraz öfkeli ve daha yüksek bir tonda;
    -Kalk sana a oğlum. Niye mızmızlanıyorsun? İşin seni bekliyor, dedi.
    Kadir yeniden yorganı attı üstünden çaresizlik içinde gömleğini aldı, kollarını uyuşuk uyuşuk taktı. Pantolonunu aldı, ayağının birini taktı, ikinci ayağını takarken yanlışlıkla aynı paçaya takmıştı. Tökezleyip düştü. Bu düşmenin sonucunda uykusu açıldı. Pantolonu düzeltip giydikten sonra Mutfağa geçti. Zaten evleri bir oda, bir mutfak bir de ara holden oluşuyordu. Annesi sofrayı hazırlamıştı. Kadir sofraya baktı . Daha oturmadan iştahı kaçtı. Sofrada biraz ekmek ve bir tabakta kaymak vardı. Ekmek soğuk, kaymak soğuk, onun canı bir bardak da olsa çay istemişti. Ama artık çok geç olduğunu biliyordu. Olanla karnını doyurdu. Yerden ekmek çıkınını aldı beline bağladı. Sopasını aldı, kapıdan çıktı. Köy meydanına yürürken nedense o gün bir hafiflik vardı içinde. Buna bir anlam veremiyordu.  Meydanda toplanan hayvanları sürmeye başladı.
    Güneşin ilk ışıkları tepelerin arasından ovaya iplik iplik süzülüyordu. Her şey güzel görünüyordu. Sürünün en hantal sığırları canlanmıştı o gün sanki. İçindeki bu dolu dizgin sevincin sebebini yol boyunca düşündü, ama bir anlam veremiyordu. Yayılım yerine gelinmişti. Hayvanlar yayılmaya başlamıştı. Kadir de yüksekçe bir taşın üzerine çıkıp oturmuş etrafı izliyor, bir taraftan da bildiği türkülerden birini mırıldanıyordu. Zaman epey ilerlemiş öğlen olmak üzereydi. Sabahki o tatlı esintiden eser kalmamıştı. Bir sıcak bastırmıştı ki ortalık kavruluyordu. Kadir etrafa göz gezdirirken birden gözü bir taş yığınına takıldı. Taş yığının arasına kara sinekler hızla girip çıkıyorlardı. Kalabalık bir sinek kümesi durmadan vızıldayıp taş yığına girip çıkıyor.
   -Bu hayra alamet değil, dedi  Kadir kendi kendine.
   Taş yığınına usulca yaklaştı. Eğilip taşların arasından içeriye doğru bakınca, Tüyleri ürperdi. Gözlerine inanamadı.Geri çekildi. Bu bir rüya mı yoksa deyip kendini yokladı. Yok rüya değildi. Cesaretini topladıktan sonra eğilip bir daha dikkatlice baktı. Yanılmıyordu.Bir insan kolu dirsekten ilerisi görünüyor, etleri çürümeye başlamış, çevreye müthiş bir koku yayılıyor. Korktu hızla geri çekildi. Ne yapacağına bir süre karar veremedi. Şok olmuştu. Bir süre sonra kendisini toparlayıp bir plan yaptı. Hayvanları köyün yakınına tarlalara sürdü. Babasına seslenip yanına gelmesini istedi. Kadir  gördüklerini heyecanla bir nefeste babasına anlattı. Babası duyduklarının doğruluğunu test etmek için oğluyla olay yerine gitti. Durumu kendi gözleriyle gördükten sonra çocuğa korkmaması için nasihalarda bulundu. Daha sonra köye dönüp muhtarı buldu. Gördüklerini anlattı. Kadirin babası ile köy muhtarı ilçenin yolunu tuttular. İlk olarak kaymakam Nihat beyi bulup durumu anlattılar. Kaymakam gerekli birimleri haberdar edip ilgililer ile olay yerine gittiler.
    Herkes çok heyecanlıydı. Taşlar tek, tek  kaldırıldı. Elbiseleri ile birlikte bir battaniyeye sarılmış bir erkek cesedi. Üstüne mazot dökülmüş, cesedin yanması için ayak ucuna da bir kutu kibrit yakılarak bırakılmış. Ancak yanma işi gerçekleşmemiş. Cesette yapılan teferruatlı incelemede; ağzının içinden tek el ateş edilmiş kurşun başının arkasına doğru işlemiş bir kurşun yarası vardı. İlk akla gelen Erol oldu. Çünkü yakın zamanda olan tek olaydı. Hemen kız kardeşi teşhis için olay yerine çağrıldı. kadın ilçe merkezinde oturuyordu. Kısa sürede olay yerine geldi. Ağabeyini dişlerinden teşhis etti. Ancak daha emin olmak için elbiselerini inceledi. Kolunu kaldırdı. Koltuk altına mazot geçmediği için gömleğin rengi de değişmemişti. O gün üzerinde olan gömlek renginden de teşhis etti. Kadıncağız ağlayamıyordu. Çünkü olayın üzerinden bir aya yakın zaman geçmişti. Ağlamaktan göz pınarları kurumuştu. Ayağa kalktı. Etrafına bakındı. Kaymakam Nihat beye doğru yürüdü. Boynuna sarılıp hıçkırarak;
   -Ağabeyimin katillerini bulun, hesap sorun. O bunları hak etmedi kaymakam bey, diyebildi.
   Gelen yetkililer cesedi alıp ilçeye döndüler. İlçede üst düzey bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda stratejik plan hazırlandı ve işe başlandı.
    Olayın düğümünü çözecek kişi şoför Ramazan arabaya bindirildi. Toplantıya katılan ve soruşturmayla ilgili bütün kişiler de arabaya bindi. Elazığ'a duruşmaya götürüyoruz deyip ramazanı da aldılar arabaya. Olay yeri Elazığ Karakoçan arasında Yeniköy'ün üst tarafında Bağlı ağaç denilen mıntıkadaydı. Asfalttan bakılınca taş yığını görünüyordu. Araba olay yerinden geçerken Ramazan'ın davranışları yakından göz hapsinde izlenecekti. Söylenenler yapıldı. Tam olay yerinden geçerken Ramazanın tedirgin davranışları dikkat çekti. Taş yığınına doğru bakarken gözleri dolu dolu oldu. Sanki orada bir ceset var der gibiydi bakışları.
    Hemen araba durduruldu. Herkes arabadan indi. Ramazan inmek istemedi. Onu da indirdiler arabadan. Olayı anlatmasını istendiler. Bir iki yok moktan sonra Kaymakam devreye girdi ve;
   - Bak beyim biz cesedi bulduk her şeyi çözdük istersen daha fazla çabalama, söylediklerin aleyhine olur. Paşa paşa doğruları anlat, dedi.
  Sorulan küçük sorulardan sonra Ramazan taş yığınına doğru bir daha baktı. Taşların kaldırıldığını görünce işin ciddiyetini anladı ve başladı anlatmaya; 
   -Erol Kara yollarının mutemedi idi. Bingöl'ün Solhan ilçesinde çalışan işçilerin maaşını götürecekti. Benim bundan haberim vardı Kendi köylüm Mustafa ile plan yaptık. Arabayla gelecektik. Yukarı ovacık köyünde Mustafa'yı yol kenarından alacaktım. Yolun uygun bir yerinde Erolu halledecektik. Paraları alıp gidecektik. Plan doğru işledi. Elazığ'dan Erol ile birlikte yanımızda parayla yola çıktık. Karakoçan'a bağlı Yukarıovacık köyüne geldik. Mustafa yol kenarında el kaldırdı. Ben onu almak için yavaşladım. Erol; kimseyi alma, ortam kötü, yanımızda para var diye beni uyardı. Ama ben; bir şey olmaz dedim. Mustafa'yı aldıktan sonra buraya geldik. Arabayı durdurduk. Erol şüphelendi ama fırsat vermeden onu silah zoruyla arabadan indirdik. Şu görünen Yeniköy çok yakındı ses duyulmasın diye Mustafa silahı ağzına sokup bir el ateş etti. Cesedi arabadan aldığımız battaniyenin içine sardık. Şu taşların olduğu yere yatırdık. Arabanın yedeğinden aldığımız bir bidon mazotu üstüne döktük. Bir kutu kibriti yakıp ayak ucuna bıraktık. Şansızlık kibrit sönmüş. Yansaydı bütün bunlar olmazdı, dedi ve yutkundu. Etrafına uzun uzun bakındıktan sonra devam etti.
     - Sonra arabaya bindik. On kilometre daha gittik. Orada arabayı durdurduk. Mustafa ön kapı camına bir el ateş etti. Ben Mustafa'yı ve arabayı orada bıraktım Karakoçan'a geldim. Sonrasını biliyorsunuz. Mustafa nereye gitti bilmiyorum. Paraları o götürdü dedi.
     Bunları anlattıktan sonra yüzünde bir rahatlama belirmişti Ramazan'ın. Büyük bir yükten kurtulmuş gibiydi.
     Oraya gelenler aradıklarını bulmuşlardı. Onlar da rahatlamıştı. Çünkü karanlık bir olay aydınlanmıştı. Tabi bu olayın aydınlanmasında çoban Kadir'in dikkatli davranışını da unutmamak gerekir. Kaymakam Nihat bey Kadir'i  unutmadı. Ona da teşekkür ettikten sonra ilçeye döndüler. Ramazan bu itiraflardan sonra tutuklandı. Asıl suçlu Mustafa yakalanmamıştı. Çalışmalar başlatıldı. Birtakım araştırmalardan sonra Mustafa'nın da izi bulundu. Bingöl merkezde oturuyordu. Adres öğrenildi. İlgililer ile temas kuruldu. Yakalanması için ekip kuruldu. Ekibin başında yine Kaymakam Nihat bey vardı. Sabahın erken saatinde ev sarıldı. Kapıyı polis memurları çaldı. İçerden gür ama tedirgin bir ses;
    - Kim o... dedi
    Polis karalı bir sesle;
    - Aç polis dedi.
   İçerdeki ses;
   - Benim polislik ne işim olabilir ki? dedi.
   Pijamalı, sarışın, kısa boylu, tıknaz bir adam kapıyı açtı. Kapının ortasına durdu. Polisler geçmek istedi, adam müsaade etmiyordu. Tam o sırada polis ani bir hareketle bunu yakalayıp ellerini arkadan kelepçeledi. Evin içinde aramalara başladılar. İlk göze çarpan adamın hanımları oldu. İki evliydi. Evin içi çocuk kaynıyordu. Her bir hanımdan beş altı çocuğu vardı. Masanın altında para demetleri, karyolanın yatağı kaldırıldı. Yatağın altına serilmiş demet, demet paralar. Yastığın altından iki tane pasaport çıktı. Bu pasaportlardan birisi kendi adına, diğeri ise küçük hanımının adına alınmış ve bu pasaportlar ile hac ziyareti yapılacakmış. Ayrıca dokuz milimetre çapında on dörtlü tabanca bulundu. Gasp ettikleri paranın tamamı dokuzyüzellibin lira. bu paradan harcanan toplam para otuzbeşbin lira. Geri kalan para yakalandı. Toplanan kanıtlar ile birlikte Mustafa adliyeye teslim edildi. Mustafa da tutuklanarak ceza evine konuldu. Bu  olay 1976 yılının Temmuzu'nda meydana gelmişti.
      Olaylar hakında konuşmadan önce bekleyip görmek ve doğru değerlendirmede bulunmak için zamana ihtiyacımızın olduğunu unutmayalım. Acele edersek yanlış yargılara varabiliriz.
                                                                
                                                                       Ali Akdoğan
  
   
   


    

6 Ocak 2013 Pazar

Karnabahar İle Tanışmak

    Mersin öğretmen okuluna 1971 yılında Mersin'ın dışından gelen bir grup öğrenciydik. Çok toyduk ve çevreye yabancıydık. Gelen öğrenci grubundaki öğrencilerin bir çoğu yöresel şiveyle ve yörede etkin kullanılan "mişli" geçmiş zaman ekiyle konuşuyorduk. Okuldaki Mersin ve çevresinden gelen öğrenciler bu konuşma biçimine gülüyorlar ya da alay ediyorlardı. Bu benim çok hoşuma gitmiyordu.
    Okulun 1/C sınıfında öğrenciydim. Sınıfımızda okulun ilk açıldığı günlerde doğudan gelen öğrenciler pencere tarafındaki sıralarda ve sınıfın ortasındaki sıra dizilişinde, Mersin ve yakın çevresinden gelen öğrenciler ise duvar dibindeki sıra dizilişinde oturuyorlardı. Birinci sınıflarda kayıtlar devam ettiği ve sınıf mevcutları henüz tamamlanmadığı için ilk günler ders yapılmıyor, öğrenciler sınıf  başkanı denetiminde, kendi kendilerine sınıfta etkinlikler yapıyorlardı.
    Bir gün böyle bir etkinlik sırasında sınıfımızdaki kız arkadaşlardan birisi bir fıkra anlattı ama sanırım nükteyi tam vurgulayamadığı için kimse gülmedi. Arkadaş; birileri güler diye etrafına bakınırken bir sessizlik oldu.  Ben oturduğum yerden:
   -Eeee... bitti mi? deyince,
   Sınıfta bir kahkaha patladı. Belki o arkadaşa biraz saygısızlık oldu ama benim amacım saygısızlık yapmak değildi. Onu; o istemediği durgun durumdan kurtarmaktı. Onlar da bunu öyle anlamış olacaklar ki; ertesi gün sınıfın içine dağılarak oturmayı seçtiler. Hatta o kız arkadaş gelip benim oturduğum pencere tarafındaki sıra dizilişinin en öndeki sırasına oturdu.
    Yıl içinde arkadaşlıklar,  dostluklar, aşklar gelişti. Fakat bu konuşma sırasındaki "mişli geçmiş zaman ekini" yanlış kullanma ve alaya alınırım korkusundan kız arkadaşlarla daha yakın arkadaşlıklar kuramıyorduk. Konuşmadan sevgimizi nasıl anlatabilirdik ki? Belki bakışlarla ama bizim bakışlarımızdaki sevgiyi, aşkı onlar anlayamıyordu. Onların sevgi olarak algıladıkları bakışları biz beceremiyorduk. Anlayacağınız; o yıl aşkımızı kimseye açamadık. Gerçi ben ondan sonraki yıllarda da ta ki okul bitinceye kadar kimseye aşkımı açamadım. 1976 yılında eşimle tanışıncaya kadar bu durum devam etti. Eşimle tanışınca  gerçek aşkı ve sevgiyi yeni keşfediyor gibiydim. Çünkü birinci sınıftayken bir kırgınlık yaşamıştım ve kırk yıl oldu hala kırgınız. Gerçi şimdi kırgınlığım geçti ama kırgın olduğum kişiyi görsem de tanıyamayacak kadar unuttum yüzünü.
     Biz yatılı öğrenciydik. Yakın çevreden gelen arkadaşlar gündüzlüydü. Okulun yemek pişirim hizmeti hariç bütün temizlik ve yemekhanedeki diğer işlerini yatılı öğrenciler yapardı. Akşam etüt bittiğinde sınıf nöbetçisi sınıfı süpürür, günlük çöpünü döker yatmaya öyle giderdi. Sabah koğuş nöbetçisi yattığı koğuşu süpürüp koridora çıkarır sabah etüdüne ondan sonra giderdi. Esas nöbet yemekhanede tutulurdu.Bir grup haftanın dört günü , ikinci grup üç günü nöbet tutardı. Birinci dört gün nöbet tutanlar bir daha sıra kendilerine geldiğinde üç gün, üç gün tutanlar da dört gün nöbet tutarlardı. Ben birinci sınıftayken on yedi gün yemekhanede nöbet tuttum.
    Yemekhane nöbetindeki nöbetçi, öğrenci yemek salonundaki on tane masadan sorumlu olurdu.  Bu masalara yemek karavanalarını, tabak, kaşık, çatal ve  bardakları çıkarır. Sürahiyi suyla doldurur ve masayı hazır hale getirir. Yemek bittikten sonra da masadaki kirli tabak, kaşık, çatal, bardak ve karavanaları mutfağa indirir. Masaları siler, masaların altını süpürür ve salonun temizliğini tamamlardı. Yemek sırasında masada su eksik olursa çatal veya kaşıkla sürahiye vurun nöbetçi gelip suyu doldursun diye de tembihte bulunulurdu. Hepimiz nöbetimiz sırasında bunları yapardık. Fakat bir gün sınıfımızdan yemekhane nöbetçisi olan Mehmet isminde bir arkadaş; bizim sınıf arkadaşlarımızla yemek yediğimiz masadan sorumluydu ve masaya su koymamıştı. Arkadaşlarımızdan birisi kaşıkla sürahinin kenarına vurdu. Nöbetçi gelmedi. Başka bir arkadaş sürahiye vurdu nöbetçi yine gelmedi. Bize inat ediyordu.
    Masadakiler bir karar aldık. Tabaklara doldurduğumuz yemeklerden birinin tabaklarını masaya ters çevirelim masa fazla kirlensin. Nöbetçi de bu inadının cezasını masayı temizlerken çeksin dedik. Yemekte de hatırladığım kadarıyla bulgur pilavı komposto ve kıymalı karnabahar vardı. Masadakiler karnabaharı tanımadığımız için tadını sevmiyorduk ve dökülecek yemek olarak karnabahar belirlendi. Yemeğimizi yedik. Kimse karnabahar tabağına dokunmadı. Çıkarken tabaklardaki yemeği masanın üstüne ters çevirdik ve çıktık. Kendi aramızda da nöbetçiye çektireceğimiz eziyeti düşünüyorduk ve seviniyorduk. Akşam etüdüne girdik. Kısa bir süre sonra Nöbetçi öğretmen sınıfa geldi ve;
    - 67 Numaralı masada yemek yiyenler ayağa kalksın dedi. On kişi ayağa kalktık. Nöbetçi öğretmen de  "Koçero" lakaplı Turan Cengiz aynı zamanda ayniyat ve erzak işlerinden sorumlu müdür yardımcısı. Adam sayıp duruyor karnabaharın faydalarını ve;
    - Ulan babanızın evinde karnabahar mı yediniz? Hem de kıymalı. Eşek herifler,
    Biz bir fırsat bulup nöbetçinin davranışından dolayı yaptık bunu yoksa karnabahara bir kastımız yoktu diyecek oluyoruz. Ama hoca hızını kesmeden devam ediyor.
    - Hayvan herifler hepinizi sürerim. Siz kendinizi ne sanıyorsunuz? saymaya devam ediyor.
    Kısa bir sessizlikten sonra öğretmen sınıftan çıkıp gitti. Çok utanmıştık bir o kadar da sinirlenmiştik. Bu nöbetçi dayağı haketti diyenlerimiz çoğunluktaydı. Nöbetçi de bunu anlamış olacak ki bizden kaçtı bir süre. Hoca da bizi sürmedi. Okulumuzu Mersin'de bitirdik.
     Karnabaharla tanışmamız bu nahoş olayla oldu. Bu kadar yararlı bir sebze olduğunu da Koçero'dan öğrenmiştik. Şimdi soframıza arada sırada konuk oluyor ve afiyet ile yiyoruz.
     Öğrencilik ve gençlik çağının karar vermedeki tezcanlılığı bize bu hataları yaptırdı.
     Karar verirken "Kırk kez düşünüp, bir kez yapmak gerekir." diyor atalarımız.

                                                                          Ali Akdoğan