6 Ocak 2013 Pazar

Karnabahar İle Tanışmak

    Mersin öğretmen okuluna 1971 yılında Mersin'ın dışından gelen bir grup öğrenciydik. Çok toyduk ve çevreye yabancıydık. Gelen öğrenci grubundaki öğrencilerin bir çoğu yöresel şiveyle ve yörede etkin kullanılan "mişli" geçmiş zaman ekiyle konuşuyorduk. Okuldaki Mersin ve çevresinden gelen öğrenciler bu konuşma biçimine gülüyorlar ya da alay ediyorlardı. Bu benim çok hoşuma gitmiyordu.
    Okulun 1/C sınıfında öğrenciydim. Sınıfımızda okulun ilk açıldığı günlerde doğudan gelen öğrenciler pencere tarafındaki sıralarda ve sınıfın ortasındaki sıra dizilişinde, Mersin ve yakın çevresinden gelen öğrenciler ise duvar dibindeki sıra dizilişinde oturuyorlardı. Birinci sınıflarda kayıtlar devam ettiği ve sınıf mevcutları henüz tamamlanmadığı için ilk günler ders yapılmıyor, öğrenciler sınıf  başkanı denetiminde, kendi kendilerine sınıfta etkinlikler yapıyorlardı.
    Bir gün böyle bir etkinlik sırasında sınıfımızdaki kız arkadaşlardan birisi bir fıkra anlattı ama sanırım nükteyi tam vurgulayamadığı için kimse gülmedi. Arkadaş; birileri güler diye etrafına bakınırken bir sessizlik oldu.  Ben oturduğum yerden:
   -Eeee... bitti mi? deyince,
   Sınıfta bir kahkaha patladı. Belki o arkadaşa biraz saygısızlık oldu ama benim amacım saygısızlık yapmak değildi. Onu; o istemediği durgun durumdan kurtarmaktı. Onlar da bunu öyle anlamış olacaklar ki; ertesi gün sınıfın içine dağılarak oturmayı seçtiler. Hatta o kız arkadaş gelip benim oturduğum pencere tarafındaki sıra dizilişinin en öndeki sırasına oturdu.
    Yıl içinde arkadaşlıklar,  dostluklar, aşklar gelişti. Fakat bu konuşma sırasındaki "mişli geçmiş zaman ekini" yanlış kullanma ve alaya alınırım korkusundan kız arkadaşlarla daha yakın arkadaşlıklar kuramıyorduk. Konuşmadan sevgimizi nasıl anlatabilirdik ki? Belki bakışlarla ama bizim bakışlarımızdaki sevgiyi, aşkı onlar anlayamıyordu. Onların sevgi olarak algıladıkları bakışları biz beceremiyorduk. Anlayacağınız; o yıl aşkımızı kimseye açamadık. Gerçi ben ondan sonraki yıllarda da ta ki okul bitinceye kadar kimseye aşkımı açamadım. 1976 yılında eşimle tanışıncaya kadar bu durum devam etti. Eşimle tanışınca  gerçek aşkı ve sevgiyi yeni keşfediyor gibiydim. Çünkü birinci sınıftayken bir kırgınlık yaşamıştım ve kırk yıl oldu hala kırgınız. Gerçi şimdi kırgınlığım geçti ama kırgın olduğum kişiyi görsem de tanıyamayacak kadar unuttum yüzünü.
     Biz yatılı öğrenciydik. Yakın çevreden gelen arkadaşlar gündüzlüydü. Okulun yemek pişirim hizmeti hariç bütün temizlik ve yemekhanedeki diğer işlerini yatılı öğrenciler yapardı. Akşam etüt bittiğinde sınıf nöbetçisi sınıfı süpürür, günlük çöpünü döker yatmaya öyle giderdi. Sabah koğuş nöbetçisi yattığı koğuşu süpürüp koridora çıkarır sabah etüdüne ondan sonra giderdi. Esas nöbet yemekhanede tutulurdu.Bir grup haftanın dört günü , ikinci grup üç günü nöbet tutardı. Birinci dört gün nöbet tutanlar bir daha sıra kendilerine geldiğinde üç gün, üç gün tutanlar da dört gün nöbet tutarlardı. Ben birinci sınıftayken on yedi gün yemekhanede nöbet tuttum.
    Yemekhane nöbetindeki nöbetçi, öğrenci yemek salonundaki on tane masadan sorumlu olurdu.  Bu masalara yemek karavanalarını, tabak, kaşık, çatal ve  bardakları çıkarır. Sürahiyi suyla doldurur ve masayı hazır hale getirir. Yemek bittikten sonra da masadaki kirli tabak, kaşık, çatal, bardak ve karavanaları mutfağa indirir. Masaları siler, masaların altını süpürür ve salonun temizliğini tamamlardı. Yemek sırasında masada su eksik olursa çatal veya kaşıkla sürahiye vurun nöbetçi gelip suyu doldursun diye de tembihte bulunulurdu. Hepimiz nöbetimiz sırasında bunları yapardık. Fakat bir gün sınıfımızdan yemekhane nöbetçisi olan Mehmet isminde bir arkadaş; bizim sınıf arkadaşlarımızla yemek yediğimiz masadan sorumluydu ve masaya su koymamıştı. Arkadaşlarımızdan birisi kaşıkla sürahinin kenarına vurdu. Nöbetçi gelmedi. Başka bir arkadaş sürahiye vurdu nöbetçi yine gelmedi. Bize inat ediyordu.
    Masadakiler bir karar aldık. Tabaklara doldurduğumuz yemeklerden birinin tabaklarını masaya ters çevirelim masa fazla kirlensin. Nöbetçi de bu inadının cezasını masayı temizlerken çeksin dedik. Yemekte de hatırladığım kadarıyla bulgur pilavı komposto ve kıymalı karnabahar vardı. Masadakiler karnabaharı tanımadığımız için tadını sevmiyorduk ve dökülecek yemek olarak karnabahar belirlendi. Yemeğimizi yedik. Kimse karnabahar tabağına dokunmadı. Çıkarken tabaklardaki yemeği masanın üstüne ters çevirdik ve çıktık. Kendi aramızda da nöbetçiye çektireceğimiz eziyeti düşünüyorduk ve seviniyorduk. Akşam etüdüne girdik. Kısa bir süre sonra Nöbetçi öğretmen sınıfa geldi ve;
    - 67 Numaralı masada yemek yiyenler ayağa kalksın dedi. On kişi ayağa kalktık. Nöbetçi öğretmen de  "Koçero" lakaplı Turan Cengiz aynı zamanda ayniyat ve erzak işlerinden sorumlu müdür yardımcısı. Adam sayıp duruyor karnabaharın faydalarını ve;
    - Ulan babanızın evinde karnabahar mı yediniz? Hem de kıymalı. Eşek herifler,
    Biz bir fırsat bulup nöbetçinin davranışından dolayı yaptık bunu yoksa karnabahara bir kastımız yoktu diyecek oluyoruz. Ama hoca hızını kesmeden devam ediyor.
    - Hayvan herifler hepinizi sürerim. Siz kendinizi ne sanıyorsunuz? saymaya devam ediyor.
    Kısa bir sessizlikten sonra öğretmen sınıftan çıkıp gitti. Çok utanmıştık bir o kadar da sinirlenmiştik. Bu nöbetçi dayağı haketti diyenlerimiz çoğunluktaydı. Nöbetçi de bunu anlamış olacak ki bizden kaçtı bir süre. Hoca da bizi sürmedi. Okulumuzu Mersin'de bitirdik.
     Karnabaharla tanışmamız bu nahoş olayla oldu. Bu kadar yararlı bir sebze olduğunu da Koçero'dan öğrenmiştik. Şimdi soframıza arada sırada konuk oluyor ve afiyet ile yiyoruz.
     Öğrencilik ve gençlik çağının karar vermedeki tezcanlılığı bize bu hataları yaptırdı.
     Karar verirken "Kırk kez düşünüp, bir kez yapmak gerekir." diyor atalarımız.

                                                                          Ali Akdoğan

   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder