4 Temmuz 2013 Perşembe

Kenger dikeninin Dili

     Hasan ile Mustafa aynı köyde oturan iki komşu çocuğu ve çocukluk arkadaşıdırlar. Birbirlerini çok severler ve hep birlikte oynar, hiç ayrılmazlardı. Birlikte; sapanla kuş avladılar. Dağda koyun güderken bazı geceler bostanlardan salatalık, kavun, karpuz çaldılar. Kimi zaman birbirlerine arka çıkarak başkalarıyla kavga ettiler. Anlayacağınız yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu.
    Aradan zaman geçti büyüdüler. Köyün genç kızlarının arasından yavuklularını seçebilmek için çeşme başlarında beklemeye başladılar. Kızlara bakıp işmar ettiler.
     Hasan köyün en güzel kızı Dilber'i çok beğenmişti. Ona gönlünü kaptırmıştı. Gidip konuşmak istiyordu. Ama cesaret edemiyordu. İlk günler göz göze bakışmakla yetindiler. Dilber'in gözlerine takılınca gözleri, kalbi heyecandan yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Yüzü utantancından pancar gibi kızarıyordu. Tabi Dilber de bunları görüyordu karşıdan ve o da Hasan'a karşı ilgi duymaya başlamıştı ama köy küçük yer ve kendini sakınması gerektiğini biliyordu. Fakat aşk bu, böyle şeyleri dinler mi? Dilber de her gün Hasan'ın yolunu bekler olmuştu. Gördüğü yerde Hasan'ın göz bebeklerine bakıp neler düşündüğünü oradan çözmeye çalışıyordu.
    Günler ilerledikçe bakışmalar, uzaktan da olsa laf atmalar aralarında bir sıcak ilişki doğurmuştu. Dilber'in okuması yazması olmadığı için mektuplaşma şansları yoktu. Tek çare yüz yüze konuşmaktı. Çeşme yolunda orda burada bakışmakla, laf atmayla işler yürümüyordu artık, buluşup konuşmaları gerektiğine ikisi de inanmıştı. Dilber'lerin evlerinin arka tarafında bir samanlık vardı. Laflaşırken orada buluşmayı kararlaştırdılar.
   Akşam güneş battıktan kısa bir süre sonra ortalık sakinledi. Dışarılarda kimsecikler yoktu. Herkes akşam yemeğinin telaşına düşmüştü. Önce Hasan samanlığa gitti. Hemen arkasından da Dilber girdi samanlığa. Koşarak birbirlerine sarıldılar. Heyecandan hiç bir şey konuşamıyorlardı. Bir süre sonra Hasan heyecandan kekeleyerek;
    - Seni çok seviyorum Dilber, dedi.
    Sanki içinde biriktirdiği heyecan korku arzu hepsi bir anda bu iki kelime ile ağzından çıkıp gitmişti. rahatladı. Daha sıkı sarıldı Dilber'e. Genç kız; Hasan'ın sıkılmış kolları arasında ancak;
    - Ben de, ben de seni seviyorum Hasan, dedi.  
     O da rahatlamıştı. bir süre daha hiç konuşmadan sarılmış vaziyette durdular. Birden Dilber'in aklına babası geldi. Heyecandan titremeye başladı. Korku ve heyecan ile karışık;
     - Hadi Hasan artık git. Şimdi annem yada babam gelir. Bizi burada böyle görürlerse hiç iyi olmaz, Ne olur Hasan acele et, dedi.
     Hasan da heyecanlanmıştı.
     - Tamam ama yarın yine burada aynı saatte buluşalım, dedi.          Dilber bu sözlere zaten itiraz etmedi ve;
     - Tamam, tamam haydi acele et, kurban olayım bir gelen olmadan git, dedi
     Hasan; Buluşma sözünü alınca sevinç içinde, dikkatlice dışarıyı kontrol ettikten sonra çıktı ve gitti. Dilber bir süre bekledi; heyecan ve korku ile karışık duygularla dışarıyı kolaçan ettikten sonra o da hızla samanlıktan çıkıp eve gitti. Evdekiler onun yokluğunun farkına varmamıştı. Yüreğine su serpildi. Rahatladı ama aklı samanlıkta kalmıştı. Ayakları yerden kesilmişti sanki. İçinde tatlı bir heyecan vardı. Kendisine sorulan bazı soruları anlamıyor ya da dalgınlıktan duymuyordu. Annesinden sert bir azar işitince, silkinip hayal aleminden gerçek aleme döndü. Ucuz atlatılmıştı. Ya bir gören olsaydı diye aklından geçirdi Dilber. Yüzü  heyecandan bembeyaz kesildi. Arkasını dönüp hızla mutfağa gidip bir bardak su içti. Derin derin nefes aldı. Kendine geldi.
     Bu buluşmalar epey zaman devan etti. Her geçen gün kendilerini daha rahat hissetmeye başlamışlardı ki köye gelen bir haber ortalığın buz kesmesine sebep oldu. Hasan Askere çağrılmıştı. Arkadaşı Mustafa'nın da askerlik çağrı pusulası gelmişti. İki arkadaş Birlikte asker olmuştu. Hazırlılarını yaptılar çok zamanları yoktu.
     İki gün sonra ilçenin yolunu tuttular. Köylerine araba gelmiyordu. Epey bir yaya yürünecek yol vardı. Hasan'ın aklı köyde Dilber'de kalmıştı. İçinde ta derinlere bir sızı oturdu. Çıkardı bir sigara yaktı. Yorgunluk ve tedirginlikten boğazına bir gıcık takıldı. Katıla katıla öksürdü. Yol kenarında bir taş bulup üzerine oturdu. Arabanın gelmesini beklerken söylendi kendi kendine;
    - Gurbetlik bu gidip de dönmemek, dönüp de görememek var, dedi.
     Sıkıntısı bir kat daha artmış, gözleri çukura kaçmıştı üzüntüden. bir çaresi olsa gitmeyecekti. Ama askerlik görevi vatan borcu zorunlu gidilecekti. Bir iç çekti. Yanındaki Mustafa'yı bile görmüyordu gözleri. Bu duygular içindeyken bir araba durdu. Dalgınlıktan arabanın sesini duymamıştı. Kalktı taşın üstünden arabaya yürürken ayakları onu geri geri çekiyordu sanki.
      Mustafa'nın umurunda değildi. Köyde yavuklusu falan yoktu. Çok rahattı. Araba ile ilçe merkezine gidip. Askerlik şubesine gittiler. Askerlik yapacakları birlikleri ve şehirleri öğrendiler. İki arkadaş farklı şehirlere gidiyordu. İlk defa köylerinden ayrılan gençler birbirlerinden de ayrılmışlardı. Hasan Dilber'den sonra Mustafa'dan da ayrılmıştı. Askerlik şubesinden çıktıktan sonra Mustafa Hasan'ı teselli etmek için;
    -Yahu ne üzülüyorsun, sayılı gün çabuk geçer. İki yıl sonra yine buradayız. İzin falan kullanmazsan bir ay erken gelme şansın da var, dedi 
     Bu sözler Hasan'ın yüreğine su serpmişti. Otogara gidip biletlerini aldılar. Birliklerine gitmek için otobüslere bindiler. Otogar çok kalabalıktı. Asker yollamaya gelenler ayrı bir kalabalık oluşturuyordu. Köyden geldikleri için onları yolculamaya gelen yoktu. Olsun bir de buna mı üzüleceklerdi? Kafalarını takmadılar.Arabaların motorları büyük bir gürültüyle çalıştı. Dışarıdaki kalabalığın burun direkleri sızladı mazot kokusundan. Otobüsler hareket etti. Dışarıdakiler otobüsün içindekilere, otobüslerin içindekiler de dışarıdakilere el sallıyorlardı. Yani anlayacağınız herkes herkese el salıyordu. Otogardan bu uğurlamadan sonra yola koyuldular. Otobüsler yolda birbirlerini sollarken içeridekiler birbirlerine el sallıyordu. Kısa bir süre sonra yol ayrımlarında arabalar tek tek yollarına saptılar. Artık herkes kendi gideceği şehrin yolundaydı.
      Otobüste uyumak istiyordu Hasan. Ama her gözünü kapattığında Dilber'in yüzü geliyordu gözlerinin önüne. Heyecanla açıyordu gözlerini hayal olduğunu görünce bozuluyordu. Dilberini yanında istiyordu. Onunla konuşmak dertleşmek istiyordu. Bir karar verdi, bu sefer gözünü kapatacak ve yolculuk bitinceye kadar bir daha açmayacaktı. Belki hayalinde Dilber'le konuşma şansı bulacaktı. Ama şans bu ya aklına Mustafa takılmıştı. Dilber'i bir türlü göremiyordu. Bir sigara yaktı. Sigaranın dumanı dönerek yükselirken kendi kendine söylendi;
      - Hani sigara efkar dağıtır diyorlardı. Ben şimdi daha çok efkarlandım, dedi.
     Arkasına yaslandı. Güneş batmış dışarısı karanlıktı. Mustafa neredeydi şimdi?Bunları düşünürken, gözleri ağırlaştı. Uyumuştu. Arabanın durmasıyla uyandı. Dışarıdan bir ses;
     - Son durak abiler valizlerinizi unutmayın diyordu.
     Hızla aşağı indi. valizi yoktu. Askeri birliğin yerini sorup nasıl gidileceğini öğrendi. Yola koyuldu Yürüyerek gidiyordu. Yolda bir kaç kişiye daha sordu. Sonunda birliğinin olduğu yere geldi. Nizamiye kapısından girdi. Şaşkındı. Etrafına bakınırken nöbetçi ya da görevli askerlerden birileri geldi. Onu alıp götürdüler. Önce berberde saçını tıraş ettirdiler. Hamamda yıkanıp asker elbiselerini giydi. Tuvaletteki lavaboda elini yıkarken aynaya baktı. Epey zamandan beri saçını makineyle kestirmemişti. Yüzü kendisine çok garip geliyordu.
     -Şimdi Mustafa beni bu halde görseydi çok gülerdi, dedi.
     Ama aklına onun da aynı durumda olduğu geldi.
     -Onun haline şimdi kimler gülüyordur, kim bilir? dedi.
      Bir sesle kendine geldi. Askerlik başlamıştı. Koğuşa götürüp yatacağı yeri gösterdiler. Kendisine bir çelik dolap gösterip. eşyalarını burada saklayabileceğini söylediler. Ortam çok farklıydı. İlk defa köyünün dışındaki insanlar ile bir aradaydı. Akşam oldu. Yatağına uzandı. Uyku tutmuyordu. Bir gün bu kadar uzun ise, bu sayılı günler nasıl bitecekti. Yediyüzotuz gün saymakla bitmez vallahi. Herkes bir yerlere çentik atıp şafak sayıyordu. Hasan da başladı çentik atmaya. Eğitim çok sıkıydı. Yorgun argın dönüyorlardı koğuşa. Günler hızlı geçmeye başlamıştı. Akşam yatağına uzanınca Dilber'i geldi aklına. Derin hayallere daldı. Dilber ne yapıyordu şimdi? Annesinin babasının haberlerini gelen mektuplardan alıyordu. Ama Dilber okuma yazma bilmiyordu. Utanıyor, anasına, babasına da soramıyordu. Bu durum onu çok tedirgin ediyordu. İzin falan kullanmadan askerliğini bitirip bir an önce dönmek istiyordu köyüne ve Dilber'ine. Öyle yaptı. Dağıtımda da başka yere gönderilmedi. Komutanları seviyordu onu. Disipline uyumu efendiliği ile kendini sevdirmişti. Arkadaşları arasında da seviliyordu. Hiç bir sıkıntısı yoktu. Tek sıkıntısı, yavuklusundan haber alamamasıydı. Mustafa ile mektuplaşıyorlardı. Birbirlerine askerlik anılarını anlatıyorlardı mektuplarında. Bir gün çentik attığı kağıdı aldı eline ve saymaya başladı. on günü kalmıştı teskere almaya. Sayılı günler çabucak geçmişti. Köye dönüş hazırlıklarına başladı. Sivil elbiselerini hazırladı. Son günler çok uzun geliyordu. Onuncu gün nöbetçi teskere alacakların ismini okudu. Onunda ismi okunmuştu. Önce inanamadı. İki koca yıl geçmişti ve köyüne dönüş zamanı gelmişti. Komutanın odasına girdi. Ayakları yerden kesilmişti. Bıraksalar uçarak gidecekti Dilber'ine. Gerekli belgeler hazırlandı. İmzalar atıldı. Komutan;
     - Haydi bakalım çocuklar. Hayırlı olsun. Askerlik görevini şerefinizle tamamladınız. Köylerinize dönüyorsunuz. Yolunuz açık olsun, dedi.
     Hasan ve arkadaşları komutanın ellerine sarılıp öptüler ve helallik istediler. Komutanın odasından çıkınca sanki on yaş daha olgunlaşmış gibiydiler. Koğuşa gidip sivil elbiselerini giydiler. Orada bulunan arkadaşlarıyla vedalaştılar. Sanki bir parçaları geride kalıyor gibiydi. Güzel dostluklar kurulmuştu aralarında. Koğuştan çıktılar. Nizamiye kapısına doğru yürürken geldiği ilk günü düşündü. Hala rüyada gibiydi. Gerçekten bitmiş miydi askerlik?  Nizamiyeden çıktı. Etrafına bakındı. Güneş olanca parlaklığıyla ortalığı aydınlatıyordu. İlkbahar gelmiş, dağ bayır çiçeklerle bezenmişti.
     Hemen köyünü hayal etti. Şimdi kuzular ne güzel yayılıyor köyün kuzeyindeki yamaçlarda. Dilber'i düşündü. O neredeydi? Ne yapıyordu acaba? Hasan'ının döneceği ona malum olmuş muydu? Bunları düşününce içini bir sıcaklık kapladı. Yürüyerek çarşıya inmişti. Cebinde fazla parası yoktu. İşportacı tezgahından bir saç tokası aldı Dilber'ine. Doğruca otogara gitti. Acelesi vardı. Hemen biletini aldı. Arabanın kalkış saatini bekledi. Çıktı dışarıda biraz dolaştı. Zaman geçmek bilmiyordu. Gezecek bir yerler de bilmiyordu. Döndü otobüs yazıhanesinde oturdu. Akşam olmak üzereydi. Yolcular birer ikişer gelmeye başladı. Karnı acıkmıştı. Kapının önündeki simitçiden iki simit aldı. Onları yerken kalkış saati geldi. Anons yapıldı. Yolcular otobüse bindi. Hasan da geçip yerine oturdu. Hareket ettiler. İstiyordu ki araba çok hızlı gitsin. Ama her şey kurallara bağlanmıştı. Otobüs daha hızlı gidemezdi. Sorunsuz bir yolculuktan sonra kendi ilçelerine geldi Hasan. Arabadan indi etrafına bakındı. Gözleri bir tanıdık arıyordu. Mustafa'nın da askerliği bitmiş olmalıydı. Ama çevrede tanıdık kimseler yoktu. Köy minibüslerinin kalktığı durağa gitti. Köy minibüsü yolcularını almış hareket etmek üzereydi. Hemen bindi minibüse. Köye doğru yolculuk başladı. Meraklı gözlerle yol kenarındaki dağlara derelere tepeler bakıyordu. İlkbaharın bütün güzellikleri çevreyi sarmıştı. Köylerine girince araba, kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Dilber onu nasıl karşılayacaktı? Daha doğrusu Dilber onu beklemiş miydi? Çünkü iki yıldan beri hiç haber alamamıştı. Merak içindeydi.
     Minibüsün kapısı açıldı. Hasan indi arabadan evlerine doğru yürürken gözleri hep Dilber'in evindeydi. Pencereden gördü onu. Dilber'in gülümseyişi aydınlattı pencerenin içini.  Sanki güneş doğmuştu o pencerenin içine. Annesi geldiğini haber almış evlerinin kapısının önünde onu bekliyordu. Hızlı adımlarla annesine yaklaştı ve sarılıp elini öptü. Annesi de ona sarıldı. Bir süre bırakmadı boynunu hasret gideriyordu. İçerden babasının sesi geldi.
    -Kim geldi Nazlıcan? dedi.
    Hasan içeri girdi. Veysel amca bir sevinç çığlığı ile yerinden kalktı ve oğlunun boynuna sarıldı.
    -Hoş geldin asker oğlum, yiğit oğlum, dedi
    Baba oğul birbirlerine sarıldılar. Geçip oturdular. Hasan'ın aklı Dilber'deydi. İki yıl boyunca ondan hiç bir haber alamamıştı. Bir an önce onu görmek, sarılıp koklaşmak istiyordu. Ama akşam karanlığını beklemek zorundaydı. Annesi hemen bir sofra hazırladı. Yemek yediler sohbet ederken güneş de batmıştı. Ortalık kararınca Hasan bir yolunu bulup dışarı çıkacağını söyledi. Annesi;
    - Daha yeni geldin. biraz bizim yanımızda otur. Hemen dışarı çıkıp nereye gideceksin? Sen bizi hiç mi özlemedin? dedi.
     Hasan bu sözlerden sıkılmıştı. bir an önce kendini dışarı atmak istiyordu,
     -Anne bundan sonra hep yan yana olacağız. ben şimdi bir çıkayım, çok kalmam gelirim, dedi.
     Heyecanla kapıdan çıktı. Dilber onu pencerede bekliyordu. Bir baş işaretiyle samanlığa gel diye işaret verdi. Kendisi hızla samanlığa girdi. Hemen ardından Dilber uçarak gelmişti sanki. Saniye geçmeden o da samanlığa girdi Hasan'ı çok özlemişti. Birbirlerine sarıldılar. Konuşmadan bir süre öyle kaldılar. Hasan cebindeki saç tokasını hatırladı. Elini cebine götürdü. Tokayı çıkardı cebinden ve;
     - Sen daha iyi hediyelere layıksın sevgilim, ama bilirsin asker adamın parası olmaz. Sana ancak bunu alabildim, dedi.
     Dilber hayatında ilk defa birinden hediye alıyordu. Sevinçten gözleri dolu dolu oldu. Başındaki yaşmağı açtı. Kömür karası saçlarını parmaklarıyla kabartarak geriye doğru attı. Hasanın elinden aldığı tokayı saçlarına taktı. Çok yakışmıştı. Ama bunu birileri görür diye takamazdı. Bunu Hasan'a nasıl anlatmalıydı? Ya yanlış anlarsa diye düşündü. Ama sevgilisinin onu doğru anlayacağından emindi. Uygun bir dille;
     - Hasan ben bunu takarsam nereden aldığımı sorarlar. Yanlış anlarlar. Bana kızarlar. Sandığımda saklayacağım, dedi.
     Tam sırasıydı Hasan gerçek düşüncesini söylemek için fırsat kolluyordu. Askerdeyken bunları düşünmek için çok zamanı olmuştu. Hemen söze girdi.
     -Bak sevgilim; sen de kabul edersen, annemi babamı gönderip seni isteteceğim, Bana söz vermiştin sözünü unutma,  dedi.
     Bu resmen bir evlenme teklifiydi. Dilber kanatları olsa uçacaktı. Kelimeler hızla çıkıverdi ağzından.
     -Hiç unutur muyum sözümü? Tabi ki kabul ediyorum. Ben tam iki yıldır bu günü bekliyordum. Hemen gelsinler. Bir an önce kavuşalım Hasan'ım. Bu ayrılığa dayanacak gücüm kalmadı, dedi.
     Hasan'ın; bu cevaplar karşısında sevinçten dili tutuldu. Hiç bir şey söyleyemedi.Tekrar sarılıp öpüştüler. Birden gitme zamanı olduğunu hatırladılar. Çok kalmışlardı içerde.Gerçi ikisi de ayrılmak istemiyordu ama mecburiyetler vardı. Bir fark eden olacak dediler ve önce Hasan etrafı kontrol etti. Ortalık sakindi çıktı doğru eve gitti. Arkasından Dilber kapıyı açtı etrafa bakındı kimsecikler yoktu. O da hızla çıkıp eve gitti. Annesi evde olmadığını fark etmişti. Nereden  geldiğini sordu. Dilber cevap vermedi. Biraz şüphelenmişti durumdan, ama fazla uzatmadı. Kocasına da bir şey sezdirmedi.
     Askere gidenler tek tek dönmeye başlamıştı. İki gün sonra Mustafa da döndü köyüne. Hasan'ın can arkadaşı da gelmişti. Her şey eskisi gibiydi sanki hiç köyden ayrılmamışlardı. Hasan hemen Dilber'i isteteceğini Mustafa'ya söyledi. Arkadaşının bu acelesi onu şaşırttı. Mustafa;
     -Biraz acele etmiyor musun Hasan? Askerden yeni döndün. Biraz zaman geçsin, dedi.
      Hasan'ın sabrı kalmamıştı. bunları arkadaşı da biliyordu. Şimdi askerlik te bitmişti. Artık evlenmek için önlerinde bir engel kalmamıştı.
      -Sen de durumu biliyorsun Mustafa. Artık hiç sabrım kalmadı, dedi.  
     Bir gün akşam durumu annesine anlattı Hasan. Nazlıcan teyze de bu günlerin hayalini kuruyordu. Hemen durumu Veysel amcaya anlattı. Evde kendi aralarında konuşup kararlaştırdılar ve Dilberin evine haber gönderdiler. Olumlu haber geldi. Hazırlıklar yapıldı. Kız istemeye gidilecek gün kararlaştırıldı. Köyün ileri gelenlerinden bir ikisi de davet edildi.
    Akşam kız evine gidildi.Dilber'in babası  misafirleri kapıda karşıladı. İçeri geçip oturdular. Dilber çok heyecanlanmıştı. Gelenlerin sesi kulaklarında uğulduyordu. Bir an önce her şeyin olup bitmesini istiyordu. Sabrı kalmamıştı. Konuşmalar başladı. Veysel amca Allah'ın emri ile Dilber'i Hasan'a istedi. Kapının arkasından konuşulanları dinleyen Dilber'in heyecandan kalbi duracaktı. Kız tarafı biraz naz ettikten sonra, Cesur amca ile karısı Belkıs teyze misafirlerinin huzurunda kızlarını Hasan'a verdiklerini açıkladılar. Şerbetler içildi. Yemekler yendi. Her şey yolundaydı. Dilber sevinçten ağlıyordu. Hasan da haberi almıştı. Mustafa ile evin içinde deliler gibi tepiniyorlardı. 
      Misafirler kalkıp evlerine dağıldılar. Nazlıcan teyze Hasan'a haber verecekti ama haber çoktan ulaşmıştı eve. Çünkü Mustafa dışarıda pencerenin altında beklemiş ve konuşulanları duymuş, haberi Hasan'a o götürmüştü.  Hasan'ın keyfine diyecek yoktu. Ertesi gün ve diğer günler köyün içinde daha bir gururlu dolaşıyordu. Çünkü köyün en güzel kızıyla nişanlanmıştı. Düğüne gün sayıyordu.
     Nişanlanalı bir ay  olmuştu. Hasan bir an önce düğün yapılsın istiyordu. Dilber de aynı fikirdeydi. Hasan annesini babasını bir kez daha Dilber'in evine gönderdi. Düğün için gün saptandı.
      Gerekli hazırlıklara başladılar. Hazırlılar tamamlandı. Düğün günü gelip çattı. Köyde davul çalmaya başladı. Bütün köylüler düğün evlerine toplandı. Kızın yakınları kız evinde, erkeğin yakınları erkek evinde toplandılar. Davarlar kesildi. Yemekler yapıldı. Yemekler yendi. Şenlikler yapıldı. Oğlan evinden kız evine haberci ve hediyeler gönderildi. Ertesi gün düğün alayı kız evine doğru yola çıktı.
    Aynı köyde oturuyorlardı ama aynı köyden olsalar da yengelerin ata binmesi adettendi. Düğün alayı köyün içini bir kez turladıktan sonra gelinin evinin önüne geldi. Ev sahibi misafirlerini kapıda karşıladı. Yengelerin atları uygun yere çekilerek onların kazasız belasız attan inmeleri sağlandı. Yengeler kızın olduğu odaya geçtiler. Erkekler de misafir odasına geçtiler. Sohbetler ediliyordu. Dışarıda davul zurna çalıyor, gençler halay çekiyordu. Sofralar kuruldu. Davul zurna sustu. Yemekler yendi. Sofralar toplandıktan sonra kızın çeyizi sayılmak için dışarı çıkarıldı ve atlara yüklendi. Gelinin hazırlığı yapıldı. Yengeler gelini giydirdi. Elbisenin üstüne siyah bir çarşaf giydirdiler. Yüzüne duvak olarak kırmızı ipekli bir tülbent örttüler. Gelin için süslenen at uygun yere çekildi. Oğlan tarafından gelen yengeler gelinin iki taraftan kollarını tutarak kapıdan çıkarttılar. Dilberin annesi kardeşleri ağlıyordu. Dilber de ağlıyordu. Yıllardır yaşadığı evin kapısından içeriye son bir kez dönüp baktı. Yüksekçe bir taşın üstüne çıkarak ata bindi. Düşmemesi için yengeler tutuyordu. aslında Dilber normalde ata çok binmiş ve kendinden emin duruyordu atın üstünde.
     Oğlan evine doğru yola çıktılar. Yine köyün içini turlayarak yollarını uzattılar. Çocuklar bir kaç kez düğün alayının önünü kesip bahşişler aldılar. Düğün alayı Hasan'ın evinin önünde durdu Gelini attan indirdiler. Kapıya doğru getirdiler. Hasan sağdıcı Mustafa ile birlikte yüksekçe bir yere çıkarak bir tabakta bulunan üzüm ve leblebiyi gelinin başından döktüler. Yere dökülen üzüm ve leblebileri çocuklar toplarken birbirini eziyordu. Gelin  eve doğru yürüdü. Kapıdan gireceği sırada yere bırakılan bir bardağı ayağıyla vurup kırdı. Bu bardak gelinin baba evinden alınmıştı. Bardak kıran gelin çok hamarat olur diye düşünülür. İçeri geçildi Gelini odaya aldılar ama damat sağdıcın evine götürülmüştü.. Akşama kadar da orada kalacaktı. Damat ile gelin ayrı ayrı yerde özlemleri devam ediyordu.  Bir an önce akşam olsun diye dua ediyordu gelin ile damat ayrı ayrı yerlerde.
     Güneş battı. akşam olmuştu. Sağdıç Mustafa Hasan'ı alıp  düğün evine getirdi. Odanın kapısından içeri gönderirken sırtına öyle bir yumruk vurdu ki, öldürseydi ondan iyiydi. Hasanın nefesi kesildi. Böyle sert bir yumruğa ne gerek vardı ki dedi, kendi kendine. Bir anlam veremedi.
    Odanın kapısından girdi. Dilber ayağa kalktı. Başını önüne eğerek sessizce beklemeye başladı. Hasan Dilber'in yanına yaklaştı. Duvağını açtı. Yüz görümlüğü olarak aldığı kolyeyi cebinden çıkarıp Dilber'in boynuna taktı ve onu alnından saygı ile öptü. Bu saygı ona duyduğu sevginin büyüklüğünün göstergesiydi. Birbirlerinin olmaları için  bekledikleri an gelmişti. İlk başta utanıp sıkılsalar da birbirlerine kavuşmanın bütün güzelliklerini yaşadılar. Gece sabah olsun istemiyorlardı. Konuşuyor, konuşuyorlar bir türlü sohbetten sıkılmıyorlardı. Meğer konuşacak ne çok şeyleri varmış. Onlar da şaşırdılar. Bir de baktılar ki pencere aydınlanıyor. Sabah olmak üzereydi. Sabah kalkınca neler yapmaları gerektiğini aralarında tartıştılar ve bazı kararlar aldılar.
      Kalkar kalkmaz Nazlıcan teyzenin ve Veysel amcanın elini öpeceklerdi.  Öyle yaptılar. Hasan küçük kardeşlerini de öptü. Onlar da abilerini kutlayıp hayırlı olsun dileklerini ilettikten sonra herkes kendi işine gitti. Yeni damat ve gelin bir hafta boyunca işe falan gitmediler. Ama çalışmadan da olmayacaktı. Üstelik düğün borçları da birikmişti. Hasan daha çok çalışmalıydı. Kendi ailelerine ait tarla, çift, ekin işlerini yapmaya başladı. Koyunları; küçük kardeşleri güdüyordu. Hasan çobanlıktan kurtulmuştu artık.  Mevsim sonbahar kışa yaklaşıyordu. kışın köyde pek iş olmazdı.
       Mustafa cephesinde ilginç gelişmeler vardı. Düğün alayının Hasan'ların kapısının önüne geldiğinde. Dilberi'n atın üstündeki duruşundan etkilenmişti. Ona içi ısınmış, içten içe ilgi duymaya başlamıştı. Bu duygulardan önceleri utanç duydu. Çünkü en yakın arkadaşının karısıydı artık. Ama kendisine engel olamıyordu. Gün geçtikçe içindeki sevgi onu esir alıyordu. Bu duygular içinde cebelleşirken bir plan yapıp Hasan'ı köyden uzaklaştırmak istiyordu
       Mustafa bir gün;
     - Hasan büyük şehre çalışmaya gidelim mi? dedi.
     Hasan  da kafasından böyle şeyler planlıyordu. Gerçi evleneli henüz dört ay olmuştu ama borçları da vardı. Bu borçlar ödenmeliydi. Konuşulan konuyu akşam yatakta Dilber'e açtı.
     - Biz Mustafa ile büyük şehre çalışmaya gitmeyi düşünüyoruz ama sen bu konuda ne düşünürsün  bilmem, dedi.
      Dilber böyle bir şeyi aklının ucundan geçirmemişti. Hasan'ıyla hep yanyana olmak ve birlikte çalışıp birlikte kazanmak istemişti. Uzak yerler ona tersti. Gidenlerin başına nelerin geleceğini bilemezsin dedi kendi kendine. İçine hemen bir sıkıntı saplandı karşı çıktı bu düşünceye.
      - Hayır Hasan; gitme, beni bırakma. Ben sensiz buralarda ne yaparım? dedi.
      Hasan;
       - Bak canımın içi, sevgilim. Bizim düğün borçlarımız var. Kışın köyde iş yok, güç yok. Gidip çalışayım büyük şehirde. İlkbaharda söz köye geri döneceğim, dedi.
       Dilber bir düşündü gurbette kalacakları süreyi hesapladı.
      -Topu topuna beş altı ay kalacaklar. Bu çok uzun bir zaman değil. Askerlik iki yıldı, bekledim. Yine beklerim bu da geçer, dedi.
      Hasan rahatlamıştı. Dilber'i onu anlamıştı. Hemen hazırlıklara başladılar. İki gün sonra yola çıkacaklardı. Tam yola çıkacakları günün gecesi Dilber bir rüya gördü.  O rüyanın etkisindeydi. Hasan'a anlatmaya cesaret edemiyordu. Ama anlatması gerektiğini düşündü ve;
      - Hasan ben bu gece çok kötü bir rüya gördüm. Korkuyorum, şu şehire gitme işinden vazgeçsen nasıl olur? Başına bir iş gelecek diye çok korkuyorum, dedi.
       Hasan karışık duygular içine giren Dilber'i bu halde bırakıp gitmek istemiyordu. Dilber'den rüyasını anlatmasını istedi. Dilber önce tereddüt etti ve sonra başladı anlatmaya;
       -Rüyamda seni gördüm. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Önümde koşup gidiyordun. Ben seni yakalamaya çalıştım ama her elimi uzattığımda daha uzaklaştın. Başının üstünde bir ışık yanıyordu. O ışık ortalığı aydınlatıyordu. Sen koşarak tepeden kaybolup gittin. dedi.
       Hıçkırarak ağlamaya başladı. Göz yaşlarını elleriyle silerken;   
      -Ne olur Hasan gitme. İçimde kötü bir his var diye yalvardı.
      Hasan gidip gitmeme arasında bocalamaya başlamıştı. Sokağa çıktı Mustafa'yı buldu, ve;
      - Yahu Mustafa ben çalışmaya gitmekten vaz geçtim. İçim el vermiyor, dedi.
     Mustafa kafasına koymuştu. Hasan'ı köyden koparıp uzaklara götürecekti. Hemen;
     -Yahu Hasan ne çabuk hanımın emrine girdin. Sen kılıbık mısın? Borçlarını kim neyle ödeyecek, dedi. 
     Bu sözlerle Hasan'ın damarına basmıştı. Erkeklik gururu devreye girdi ve Hasan sinirli bir ses tonuyla;
     -Yok yahu ne hanımın emrine girmek. Bizde öyle şey olmaz. Yarın gidiyoruz, dedi.
     Mustafa içinden kıs kıs gülüyordu. İstediğine yavaş yavaş ulaşıyordu. Çantalarını hazırlayıp  ertesi gün yola çıktılar. Dilber onları kapıya çıkarak uğurlamış ve arkalarından uzun uzun bakmıştı. Mustafa ikide bir de dönüp arkasına bakıyordu. Dilberin görüntüsünü aklından çıkaramıyordu. Bu düşüncelerinden utanıyordu ama duygularına engel olamıyordu. Bu nasıl kötü bir duyguydu. Bundan nasıl kurtulacaktı. Köyde başka sevecek güzel bir kız olsaydı belki tüm bunlar olmazdı. Yol üzerinde güzel bir pınar vardı. Pınarın başındaki söğütlerin gölgesinde mola verdiler. Çantalarından yolluklarını çıkarıp karınlarını doyurdular. Hasan çantadan Dilber'in elleriyle yaptığı börekleri çıkarırken derin düşüncelere daldı. Anlatılan rüya gelmişti aklına. Kalkıp yürümeye başladılar. Ayakları onu geri geri götürüyordu. Sanki bacaklarından canı çekilmiş gibiydi. Yorucu bir yolculuktan sonra asfalta inmişlerdi.
      Yoldan geçen kamyonlara , otomobillere el kaldırıyorlardı ama onların el kaldırdığını gören sürücüler gaza daha çok yüklenip yanlarından hızla geçip gidiyordu. Onlar da durmayan arabaların arkasından bir tekme sallayıp küfürler savuruyorlardı. Sonunda bir otobüs durdu. Bindiler ve büyük şehire doğru yola çıktılar. Çok yorulmuşlardı. Arabaya biner binmez kısa süre sonra uyudular. Gözlerini açtıklarında sabah olmuş ve otobüs dağların arasından hızla yol alıyordu. Akşam güneş batımında  büyük şehire geldiler. Arabadan indiler hiç bir yer bilmiyorlardı. Gece olunca her yer daha ürkütücü geliyordu. Üzerlerinde; köyden gelmiş olmanın şaşkınlığı da vardı. Önce ucuz bir otel bulup yerleşmek için sağa sola bakındılar. Uygun bir otel bulup yerleştiler. Hemen uyumak istiyorlardı. Hasan'ın aklı köydeydi. Dilber şimdi ne yapıyordu? Annesi babası nasıl karşıladılar bu durumu, merak ediyordu. Yatağa uzandı. Yol yorgunluğu kısa süre sonra uyudu. Mustafa zaten çoktan uyumuştu. 
      Sabah erkenden kalktılar. Bakkaldan ekmek peynir zeytin alıp karınlarını doyurduktan sonra iş aramaya çıktılar. Doğru dürüst bir meslekleri yoktu. Kimse onlara iş vermek istemiyordu. Akşam yorgun argın otele döndüler. Bir kaç gün böyle devam etti. Köyden getirdikleri paralar da suyunu çekmek üzereydi. Geri dönecek harçlıkları da kalmamıştı. Son bir umut dolanırken bir odun deposuna uğradılar. Mustafa depo sahibine ürkek bir sesle;
     - Biz odun kırarak bu depoda çalışmak istiyoruz. Size işçi lazım değil mi? dedi. 
      Depo sahibi de günlerden beri bu işi yapacak adam arıyor bulamıyordu. Kısmet ayağına gelmişti. Ama onları ucuza çalıştırmak istediği için önce naz yaptı. Kurnaz bir ses tonuyla;
     - Bana adam lazım değil ama sizin hatırınız için, böyle bir iş verebilirim ama çok para veremem, dedi.
      Hasan atılarak;
      -Tamam bey amca ne verirsin, sen onu söyle, dedi.
      Adam onların mecburiyetlerini iyice anlamıştı. Pazarlık Başladı. Normal yevmiyenin yarısını teklif etti. Geçler el mahkum kabul ettiler. İş tamam ama baltaları yoktu. Adama bir teklifleri daha oldu.
     - Bize iki tane balta yaptır, yevmiyelerimizden kesersin, dediler.
      Adam;
     - Tamam, dedi.
      Otellerine sevinçli dönmeden önce, akşam yemeği için ancak bakkaldan biraz helva ile ekmek almak için paraları vardı. Aldılar azıklarını deponun bir köşesinde karınlarını doyurdular. Gidip erkenden uyudular. Sabah erkenden kalkıp depoya gittiler. Baltaları sapları takılmış halde kenarda bekliyordu. Aldılar baltalarını ve deponun uygun bir köşesinde başladılar odunları yarmaya. Bazı odunlar çok inatçıydı. Vurdukça baltayı saplanıp kalıyordu. Baltayı saplandığı yerden çıkarmak da marifet isterdi. Bir gün akşam oluncaya kadar analarından emdikleri süt budunlarından gelmişti. El işi kendi işine benzemiyordu. Çok yorulmuşlardı. Aldıkları para da çok azdı. Otel ucuz olsa da kazançları orada kalmaya yetmiyordu. Para biriktirip köylerine dönmek için daha ucuz bir yerde kalmak için depo sahibine bir teklif daha götürdüler.  Hasan;
       - Adam iyi birine benziyor bizden para falan da istemez, dedi.
        Mustafa Çekinerek;
      -Patron biz depoda geceleri uyusak burada kalsak, hem depoya da sahiplik ederiz, dediler.
      Adam seviniyordu. Bulmuştu saf köylü çocuklarını. Bunların sırtına neyi vursan götürürler düşüncesiyle;
     - Olur gençler ama bir miktar para vermeniz gerekir bedavaya olmaz, dedi.
     Gençler el mahkum pazarlığa başladılar.
      -Ne kadar istiyorsun? Gecelik ne vereceğiz burada kalmak için? dedi.
      Adam;
      -Otele ödediğinizin yarısını isterim, dedi
      Hasan şaşkınlıkla;
      - Ne yaptın amca? Kaldığımız otelden daha çok para istedin.Yorgan döşek de alacağız daha, dedi
       Adam;
       -Ben Bilmem işinize gelirse, dedi
       Mustafa;
        -Yahu amca sende insaf yok mu? bari dörtte biri olsaydı, dedi.
       Adam;
        -Üçte bir olursa olur yoksa başka yerde kalırsızınız, dedi.
       Gençler kabul etti bu teklifi. Adam depo bekçiliğini de bedavaya getirmişti. İkisi koşarak deponun uygun bir köşesine seçtikleri kütüklerden birer sedir hazırladılar. Bit pazarından birer eski döşek ve battaniye satın aldılar. Getirip yataklarını düzdüler. Otelden çantalarını alıp ayrıldılar. Gelip depodaki hazırladıkları kulübeye yerleştiler. Şimdi çalışmaya dört elle sarıldılar. .Avuçları hep patlamıştı. Soğuktan ellerinin üstü yarılmış kanıyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Depoda o kadar çok kırılacak odun vardı ki bazen gözleri korkuyordu. Günler birbirini kovalıyordu. Hasan akşam yataklarına uzanınca derin düşüncelere dalıyordu. Dilberi'ni düşünüyordu. Onu çok özlemişti. Bir an önce para biriktirip köye dönmek istiyordu. Çünkü yolunu bekliyordu karısı. Haberi yoktu ama bir de bebesi bekliyordu yolunu. Çünkü Dilber hamileydi.
     Mustafa pek para biriktirmek gibi bir derdi yoktu. Köyde onu bekleyen yoktu. Annesi babası bekliyordu yolunu elbette ama onlara kırgındı. Yaşı geldiği halde ona bir kız bulup evlendirmemişlerdi. Bu konuda hiç bir çaba harcamamışlardı. Bu da Mustafa'nın zoruna gidiyordu.
      Akşam olmuştu bakkaldan aldıklarıyla karınlarını doyurdular. Çıkıp dolaşmak için ceplerinde fazla para yoktu hemen yatağa uzandılar. Hasan köyü, Dilber'i annesini babasını ve kardeşlerini özlemişti. En çok da Dilber'i. Hayallere daldı gitti. Mustafa da bazı şeyler düşünüyordu. Birden Dilber'in onları yolculamasını gözlerinin önüne getirdi. Derin bir iç çekti. Yaptığı şeyin yanlış olduğu geldi aklına. Hasan'ın yatağından tarafa bakamıyordu. Yorganı başına çekti.Yüzünü gizledi. Uyumak için zorladı kendini. Uyudular. Sabah kalktılar. Hava çok soğuktu baltaları mangalda ısıttılar. Isıtılmayınca kırılır baltanın ağzı. Bunu büyüklerinden duymuşlardı. Biraz ısıttıktan sonra deponun arka tarafına geçip günlük işlerine başladılar.
     Yaptıkları işin çok yorucu olduğunun bilincindeydiler. Akşamı zor ettiler. Güneş batmak üzereyken işi bıraktılar. Ellerini yüzlerini yıkayıp, bakkaldan yiyecek bir şeyler aldılar. Karınlarını doyurdular. Gündeliklerini akşam peşin alıyorlardı. Epey para biriktirmişti Hasan. Mustafa'nın düzeni bozulmuştu. Para biriktirmek için bir çabası yoktu. Akşam oldu mu dışarı çıkıyordu. Gece geç vakit gelip yatıyordu. O gün de geç geldi. Hasan ile kısa bir tartışma yaşadı. Sanki Mustafa; içinde bir kin biriktirmişti Hasan'a karşı. Tartışmaları hemen kavgaya varacaktı. Ama Hasan uzatmak istemedi. Vurup Kafayı yattı. Sabah erken kalktı. Hazırlık yapıyordu. Kulübenin kapısı çaldı. Açtı kapıyı, karşısında postacı duruyordu. Elindeki mektubu Hasan'a uzattı. Mektup Dilber'inden geliyordu. İyi ama okuması yazması yoktu ki; bu mektubu kime yazdırmıştı Dilber? 
      Mektubu heyecanla alıp içeri geçti. Bir kütüğün üzerine oturup zarfı açtı. Heyecanla okumaya başladı.
     Sevgili Hasan'ım;
     Mektubunu aldık, çok sevindik. Nasılsın? İnşallah iyisin. Bizi soracak olursan biz de iyiyiz.Baban ile anan, kardeşlerin herkes çok iyi.
    Burada karlar erimeye başladı. Bahar geldi. Ekinler yemyeşil bir örtü gibi tarlaları örttü. Bizim sarı inek buzağıladı, hem de danası erkek. Büyütüp çifte koşar tarlamızı süreriz. Ha sarı inek dedim de aklıma geldi. Hasan'ım nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Biraz utanıyorum. Ama duyunca çok sevineceksin biliyorum. Bizim  bir bebemiz olacak Hasan'ım. O da seni çok özlemiş, tepinip duruyor karnımda.
    Sana daha çok şeyler yazmak isterdim ama biliyorsun benim okumam yazmam yok. Bu mektubu da komşumuzun kızı Safiye'ye yazdırdım. Hani Cemal amcanın kızı, geçen yıl beşten çıkmıştı. İşte o yazdı, sağ olsun.
     Seni çok özledim bir an önce gel Hasan'ım. Selam ederim hasretlen ve özlemlen kucaklarım. Annen, baban ve kardeşlerinin de çok çok selamları var. Büyükler gözlerinden küçükler ellerinden öperler.
      Hoşça kal
                                                                                                                  Dilber
    Hasan bu haber üzerine havalara uçmak istiyor, İçi içine sığmıyordu. Tepinmek, bağırıp herkese bir çocuğu olacağını duyurmak istiyordu.Fakat çevresinden utandı, yapamadı. Mustafa bu hengameye uyanmış, şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu.
    Epey para biriktirmişti Hasan . Bir karar verdi. En kısa zamanda dönmek istiyordu. Kararını Mustafa'ya da söyledi. O zaten çoktan dönmeye razıydı. Bir kaç kez söylemiş, Hasan kabul etmemişti. Şimdi o da dönmek istediğine göre sorun yoktu. O gün depoda son olarak odun kırdılar. Akşam iş çıkışında deponun sahibine ayrılacaklarını söylediler. Bir gece daha kulübede yatacaklardı. Yevmiyelerini aldılar. Çarşıya çıkıp hediyeler alacaklardı.
     Hasan tuhafiyeciye girdi. Bir tane mavi kazak, bir beyaz entarilik ve çorap aldı Dilber'ine. Özellikle beyaz entarilik çok önemliydi Hasan için. Çünkü Dilber gelin olurken siyah çarşaf giydirmişlerdi. Bu beyaz entari gelinlik niyetine alınmıştı. Hasan; şehirlilerin giydiği gelinlik gibi Dilber'in de beyaz gelinlikle gelin edilmesini hayal etmiş ama başaramamıştı. Şimdi bu entari ile o özlemini giderecek fırsatı yakalamıştı. Doğacak çocuğu için zıbın, çorap ve bir pijama takımı aldı. Annesine babasına ve kardeşlerine de çam sakızı çoban armağanı hediyeler aldı. Kulübeye döndü. Mustafa gelmemişti. Yatmak için hazırlık yaparken o da geldi. Hasan aldığı hediyeleri gösterip,
    - Sen ne aldın, dedi?
     Mustafa da aldığı bıçağı gösterdi. Çok beğenmişti bu bıçağı Mustafa. Yataklarına uzandılar. Uyku tutmuyordu. Farklı şeyler düşündükleri için aralarında bir konuşma konusu gelişmiyordu. Bir süre sonra uyudular.
      Sabah kalkıp toparlandılar.  Çantalarını alıp kulübeden dışarı çıkarken depo sahibi de geldi. Vedalaşıp ayrıldılar oradan. Yürüyerek otogara gittiler. Biletlerini aldılar. Otobüsün hareket saatine daha çok vardı. Bir yerlere gitmeden oturdular yazıhanede. Zaman geçmek bilmiyordu. Hasan ikide bir saatine bakıyordu. Bir ara saatinin durduğunu sanıp başka birine saati sordu. Zaman yaklaşıyordu. Karınlarını simit çayla doyurdular. Anons üzerine arabaya bindiler. Kısa bir süre sonra yola çıktılar.
     Hasan çok heyecanlıydı. Bir an önce yetişmek istiyordu. Mustafa ile aralarında bir soğukluk vardı. Buna bir anlam veremiyordu. Yolculuk süresince yanyana oturdukları halde hiç sohbet etmediler. İlçelerine vardılar. Arabadan indiler. Tanıdık yerlerin kokusu bir başka olurmuş dediler. Güneş tam tepede. Köy minibüsü ile köye doğru yola çıkmadan bakkaldan azık ve ekmek aldılar. Çünkü arabadan indikten sonra epey yayan yürünecek yolları vardı. Hazırlıklarını tamamlayıp minibüse binip köye doğru yola çıktılar. Köyün durağına gelince arabadan inip yaya yoluna saptılar. Bundan sonrası ıssız ve uzun bir yaya yürüyüş başlamıştı.
     Güneşli ve ılık bir ilkbahar günü, yaya yürümeye elverişli bir sıcaklık vardı. Birlikte yürüyorlardı. ikisinin de kafasında farklı düşünceler vardı. Hasan Dilber'ine kavuşmanın hayallerini kurarken, Mustafa da  Dilbere olan sevgisini düşünmeye başlamıştı. Kendisinden utanıyordu. Unutmak istedikçe içindeki sevgi büyüyor, onu esir alıyordu. Köye gidince Hasan ona sahip olacaktı. Bu düşünce Mustafa'yı kinlendiriyor, deliye çeviriyordu. Kıskançlık duygusu içinde ne yapacağını şaşırmıştı. Hiç bir konuşma geçmiyordu aralarında. Sanki küs gibiydiler. Bu iki can arkadaşın arasına kara kedi girmişti sanki. Yol kenarındaki pınarın başında dinlenme kararı aldılar. Söğütlerin gölgesine oturdular. Çantalarından azıklarını çıkardılar. Bir şeyler yemeye başladılar. Tam o sırada. Mustafa o satın aldığı ve çok sevdiği bıçağını çıkarıp oynamaya başladı. Yol boyunca hiç kimseyle karşılaşmadılar. Ortalık çok ıssızdı.Kengerler henüz yeni yeşermiş, boyları beş parmak kadar olmuştu. Mustafa bir elindeki bıçağa baktı bir Hasan'a, Aklından Dilber'i geçirdi. Delirmiş gibiydi Gözleri bir tuhaf bakıyordu. Hasan; bir terslik olduğunu Mustafa'ya baktıktan sonra anladı. Tedirgin bir ses tonuyla;
     - Ne oldu sana Mustafa? Neyin var? Gözlerin bir tuhaf bakıyor, dedi.
     Mustafa karmaşık duygular içindeydi. ne söyleyeceğini bilmiyordu. Ancak ağzından fısıltı şeklinde çıkan bir sesle;
     - Seni öldüreceğim Hasan, dedi.
     Hasan neye uğradığını şaşırmıştı. Korku ve şaşkınlık içinde;
     - Niçin? ben sana ne yaptım ki? Hani biz kardeş değil miydik seninle? dedi.
      Mustafa adeta delirmişti. Kararlı bir sesle;
     - Biliyorum yanlış ama ben de Dilber'i seviyorum.Onu sana bırakmam. Sizin evlenmeniz yanlıştı. Sen erken davrandın. Şimdi de sıra bende. Ben erken davranacağım.
      Hasan tam bir hayal kırıklığı içindeydi. Çaresizlik sesine yansıdı;
      - Sen beni öldüreceğini söylüyorsun. Bu çocuk oyuncağı değil. Ya bir gören olursa, dedi.
     Mustafa kendinden emin ve ıssızlığın verdiği güvenle;
      -Etrafta kimsecikler yok Yol boyunca kimseyi gördün mü etrafta? Kim görecek? dedi  
      Hasan işin ciddi olduğunu anlamıştı. ama yapacak fazla bir şeyi yoktu. Ona ders veren bir ses tonuyla;
      - Kimsecikler yok etrafta ama kenger dikenlerini unutma. Onlar görüyor. Gün gelecek onlar dile gelip söyleyecekler senin yaptığın bu kalleşliği. Mutlaka hesap vereceksin.
      Mustafa bu sözler üzerine bir kahkaha atar ve;
      - Sen bunları korktuğun için söylüyorsun. Kenger dikenlerinin şimdiye kadar hiç konuştuklarını gördün veya duydun mu? dedi.
      Mustafa yalvarır bir sesle;
      - Yapma. Beni öldürünce eline ne geçecek? Sen beni öldüremezsin. Biz kardeş gibiyiz. Şaka yapıyorsun. Ama yeter böyle şaka olmaz, dedi.
      Mustafa kararını çoktan vermişti;
      - Ben şaka falan yapmıyorum. Çok ciddiyim. Seni öldüreceğim. Gidip Dilber'le de evleneceğim. Bunun olması için senin ölmen gerek, dedi
      Hasan son bir ikazla;
      - Yapma Mustafa yanlış yapıyorsun, dedi
      Mustafa elindeki bıçakla saldırıya hazırlanmıştı;
      - Fazla konuşma Hasan, dedi
      İkisinin arasında bir boğuşma başladı. Mustafa bu boğuşma sırasında elindeki bıçağı Hasan'ın göğsüne sapladı. Hasan kanlar içinde yere yığıldı. Mustafa girdiği o canavar ruh halinden uyandı ama geç kalmıştı. En yakın arkadaşını bıçaklamıştı. Hem de kalbinden. Derin bir inilti duyuldu.  Kısa bir süre içinde Hasan oracıkta can verdi.
        Mustafa oturduğu yerden uzun bir süre kalkamadı. Etrafını boş gözlerle izliyordu. Birden kalktı yerinden, pınarda yüzünü yıkadı. İki avuç dolusu su içti.  Aklı başına geliyordu yavaş yavaş. Cenazeyi ortadan kaldırmanın planlarını yaptı. Ayaklarından tutup pınardan otuz kırk metre uzağa götürdü. Küçük bir tepenin arkasına boylu boyunca uzattı. Pınara gidip kontrol amaçlı baktı cenaze görünmüyordu. Cenazenin yanına geri döndü. Etraftan taş toplayıp cenazenin üzerine dizdi. İyice gizlediğinden emin olduktan sonra oradan ayrıldı. Bir kaç adım geri çekilip taş yığınını tekrar kontrol etti. Dikkat çekici bir durum olmadığına karar verdikten sonra tekrar pınarın başındaki çantaların yanına gitti. Oradaki kan izlerini temizledi. Etrafı topladı. Gitmeye hazırlandı. Ama köye gidip gitmeme konusunda kararsızdı. Bir süre daha orada oturup plan yaptı. Kalktı köye doğru yürüdü. Kafasının içinde çeşitli fikirler geziniyordu. Tam bir karara varamamıştı. Köyün tepesine geldi. Artık köy görünüyordu. Orada bir süre oturdu. Köye gitmekten vaz geçti bir ara, geri dönmek istedi. Ama eninde sonunda köyüne gelecekti. İkna edici bir hikaye uydurdu. ve kalkıp köyün içine doğru yürüdü. Köye girdiğinde ilk ev Hasn'ın eviydi. Veysel amca tarladan gelmiş elini yüzünü yıkıyordu. Dilber de ibrikle eline su döküyordu. Mustafa selam verdi. Veysel amca onu görünce sevindi. Hemen doğrulup ona doğru bir iki adım attı. Mustafa gelip yaşlı adamın elini öptü. Veysel amca;
     - Hoş geldin Mustafa, hani Hasan gelmedi mi? O nerede? Nasıldı Hasan'ım? Dedi.
       Mustafa pişkinliğe vurup;
     - Hoş bulduk. Ben iyiyim, yalnız Hasan dedi.
       Sonra başını önüne eğdi. Bir süre sessizlik oldu. Veysel dayı heyecan ve korkuyla;
      - Hasan'a ne oldu Mustafa? Yoksa.....
      Mustafa uydurduğu hikayenin neresinden başlayacağını kestirmeye çalışıyordu. Sakin bir ses tonuyla;
       - Nasıl söylesem dayı, bilmiyorum ki dilim varmıyor, dedi.
       Hıçkırarak Veysel dayıya sarıldı. Veysel dayı dona kalmıştı. Neler olduğunu anlamaya çalışırken gözleri uzaklara dalıp gitti. Dilber şakındı. Konuşulanlardan hiç bir şey anlamamıştı. Nazlıcan dışarı çıkarken onların konuşmalarına tanık oldu. Bir Veysel dayıya baktı. Bir Dilber'e, dönüp bir de Mustafa'ya baktı.  Ortada garip bir şeylerin olduğunu anladı ve işin aslını öğrenmek için Mustafa'ya dönerek;
      -Ne oldu Hasan'a, Mustafa? Konuşsana. Bunlar niye böyle şaşkın? Dedi.
      Mustafa'nın sakinleşmeye ihtiyacı vardı. Nazlıcan teyzeye dönerek;
      -Teyze bana bir bardak su getirir misin? dedi.
       Mustafa suyu içip biraz sakinleştikten sonra yolda planladığı yalanı anlatmaya başladı.
       - Ben bir kaç gün Hasan'dan ayrılıp başka bir işte çalışmaya başlamıştım. Sizin mektubunuzu almadan bir hafta kadar önceydi. Üç dört gün çalışıp tekrar oraya döndüm. Döndüğümde Hasan'ı bulamadım. Patrona sordum. Olanları bana bir bir anlattı, dedi.
      Derin bir iç çektikten sonra sustu. Kısa bir sessizlikten sonra inandırıcı olması için hıçkırarak anlatmaya devam etti.
      -Hasan bir akşam üstü çarşıya çıkmış. Ne olduğunu anlayamadan bir araba gelip çarpmış. Hasta haneye götürürken yolda ölmüş dedi.
       Hıçkırıklara boğuldu, Anlatmaya devam etti.
       - Üzerini aramışlar. ceplerinde kimliğini ve adresini gösteren hiç bir şey bulamamışlar. İşe gelmeyince patron araştırmış, gidip morgda teşhis etmiş. O da bizim nereli olduğumuzu bilmediğini söyleyince belediye kimsesizler mezarlığında bir mezar açtırmış, oraya gömmüşler. Ben depoya dönünce patron olanları bana anlattı. Neye uğradığımı şaşırdım. Deliye döndüm. Oturup saatlerce ağladım. Sonra kendimi biraz toparlayınca patronla mezarını görmeye gittim. Hasan'ın orada yattığına inanamadım. Köye dönünce sizlere nasıl söyleyeceğimi düşündükçe aklım başımdan gidiyordu. Kardeşten daha yakındık biz onunla, dedi.
      Mustafa bunları anlatırken Nazlıcan teyze saçını başını yoluyordu. Veysel dayının gözlerinden süzülen iki damla yaş, hüzünden kırış, kırış olan yanaklarında durdu. Takati kesildi dizlerinin üstüne çöktü öylece kaldı. Dilber'in beyni zonkladı. Kulakları uğulduyordu. Başı döndü. Midesi bulandı. kendinden geçmişti. Olduğu yere yığılıp kaldı. Durumu karşıdan izleyen komşular koşup yetiştiler. Dizlerinin üzerine çöken Veysel dayının gözleri uzaklara bakıyordu. Acı ile karışık bir ses tonuyla;
     -Oğlumm.... dedi.
     Nazlıcan teyze başını duvarlara vurarak ağlıyor ve ağıtlar yakıyordu.
      - Hasan'ım!... civanım!... Bizi burada koyup nerelere gittin? Doğacak beben kime baba diyecek? Talihsiz gelinim kimin yolunu gözleyecek? Ocağımız söndü a komşular!... Evimizin direği göçtü a komşular!...Gözümüzün ışığı söndü a komşular!... dedi ve bayıldı.
      Dilber şok geçirmişti. Komşuların çabasıyla uyandı. Neler olduğunu hatırlayamadı. Karnında bir sancı, göğsünde bir ateş yandığını hissetti. İçeri götürüp yatağa yatırdılar. Veysel dayı da içeri gitti. Nazlıcan teyze bayıldığı yerden kendine geldi. Uzun uzun yola baktı. Yola doğru koşmaya başladı. Komşular peşinden yetişip yakaladılar. Koltuklayıp eve doğru yürüttüler. O durmadan çırpınarak;
     -Bırakın beni!... Oğlumu görmeye gideceğim!...Karnı acıkmıştır!...Belki de üşüyordur!...Ona yorgan, yatak, azık götüreceğim!...Ne olur bırakın da gideyim!...İçim parçalanıyor komşular!...dedi.  
      İçerden Veysel dayının sesi duyuldu.
      - Nazlıcan acımız büyük, ama metin olmalıyız. Kaderimiz bu. Ölüm sırasıyla hepimizin kapısını çalacak. Bu gün o gitti Yarın sırayla bizler de gideceğiz. Ağlamakla, bağırmakla geri döndüremeyiz onu, dedi.
      Nazlıcan kendini toparlayarak ve metin bir sesle;
      - Peki bey her ölenin bir mezarı var. Oğlumuzun mezarını görmeden öldüğüne nasıl inanalım? Mezarsız ölü olur mu? Bari mezarını görmeye gidelim, dedi. 
       Mustafa bunları duyunca bir an şaşkınlık yaşadı. İşin burasını düşünmemişti. Bir an ne diyeceğini şaşırdı. Ama ona da bir yalan uydurdu hemen oracıkta.
       - Ama mezarının yerini ben de tam olarak bilmiyorum. Başucunda; Üzerinde kimliğinin yazılı olduğu bir taşı yok.  Mezarı bulmak imkansız. Şehirde çok insan ölüyor. Günde beş, on kişi öldüğü için çok mezar var. İkinci gidişimde mezarını bulamadım ve aramaktan vazgeçtim. Dedi.
       Bu konuşmaları duyan Dilber şiddetli bir kanama geçirdi.Bebeğini düşürme tehlikesi belirdi. Çocuk büyük olduğu için köyde bu işin sonuçlanması imkansızdı. Hemen doktora yetiştirilmesi gerekiyordu. Komşular bir sal hazırlayıp hastayı üzerine yatırdılar. Düşmesin diye bağlamaya çalışıyorlardı ki, sağlık ekibi yukarı köylerden dönüyordu. Köydeki kalabalığı görünce cipi durdurup Doktor Mahmut bey Cipin penceresini açıp;
        - Bu kalabalık neyin nesi? Dedi.
        Köylülerden birisi heyecanla;
         Efendim bir ölüm haberi geldi köye. Cenaze evindekiler perişan, gelinleri ağır hasta, dedi.
        "İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir" özdeyişi gerçek olmuştu. Sağlık ekibi hızla arabadan inip eve doğru yürüdü. Ebe hemşire Dilberi Muayene etti. Düşük başlamıştı. Çok Ağır bir kanama vardı. Durumu hemen doktora iletti. Doktor Mahmut bey;
        - Bu burada olmaz. Durum çok tehlikeli. Hemen ilçeye yetiştirmeliyiz. Yakınlarından kim varsa biri bizimle gelsin. Hastayı cipe taşıyın, dedi.
        Veysel dayı oğlunu yeni kaybetmişti. Gelini ondan bir emanetti. Ona daha çok sahip çıkması gerektiğini biliyordu. Hastayı cipe bindirip ilçenin yolunu tuttular. Veysel dayı da onlarla gitti.  Dilberin şansı yaver gitmiş, her şey kaşla göz arasında olup bitivermişti. yoksa o da kaybedilebilirdi. Nazlıcan teyze ağıt yakmaya devam ediyordu.
        - Nedir bu başımıza gelenler. Oğlum gitti. Şimdi de bebemiz gidiyor. Biz kime ne yaptık ki başımıza bunlar geldi? Dedi.
        Sağlık merkezinde yapılan müdahale sonucunda bebek alındı. Dilber kurtarılmış, fakat bebek kaybedilmişti. Dilber hala şaşkınlığını atamamıştı üzerinden. Bütün bunların başına neden geldiğini hatırlayamıyordu. Çocuğunun alındığını biliyordu. Kimseye bir şey söyleyemedi, çünkü utanıyordu. İçin için ağladı, kimseye belli etmeden. Ertesi gün kiralanan bir araba ile köye döndüler. 
       Evdeki acıya ikinci bir acı eklenmişti.Aile hayatının en kötü günlerini yaşıyordu. Nazlıcan teyzenin aklı fikri; gidip Hasan'ın mezarını bulmaktaydı. Veysel dayı ilçeden döner dönmez hemen;
      - Bey ne olursun gidip Hasanı'mı bulalım!...
       Veysel dayı;
       - Peki kadın gideriz, hele bir yarın olsun, dedi.
        Dilber yatağından sadece dinliyor ve olanları hatırlamaya çalışıyordu. Mustafa'nın söylediklerini bölük pörçük hatırlıyordu. Parçaları birleştirdi ve olayı anlamaya başladı. Yatağının içinde, yorganı başına çekti. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Ölen kocasına mı yansın? Düşen bebeğine mi? Boğulacak gibi oluyordu. Kolu kanadı kırılmıştı. O güzel günler çabuk tükenmiş, yerine kabus dolu kara günler gelip çatmıştı. Artık ne kocası vardı, ne de içinde sıcaklığını hissettiği bebesi. Koca dünyada yapayalnız kalmıştı. Onun için yaşamanın hiç bir anlamı kalmamıştı. Bir an ölmeyi geçirdi aklından. Etrafına toplanan arkadaşları ve komşuları onu teselli etmeye çalıştılar.
       -Sabırlı ol. Metin ol. Kendini harap etme. Bak sen hastasın. Böyle devam edersen Allah korusun sana da kötü şeyler olur. Ağlamakla onları geri getiremezsin. Acın büyük biliyoruz. Kaynanan ile kayın babanı da düşünmelisin. Sen onlara Hasan'ın hatırasısın. Sana bir şey olursa onlar çok daha büyük acılar yaşarlar. Lütfen kendine hakim ol, dediler.
      Söylenenler Dilber'e mantıklı gelse de, içinde yanan ateşin etkisinden göz yaşlarını tutması imkansızdı. Gür bir pınardan boşanırcasına akan göz yaşları, solgun yanaklarından süzülerek yastığına damlıyordu. Onları silmek için mendil yetirmek imkansızdı. Başının altındaki yastık suya keşmişti. Ağladıkça içindeki yangın hafifleyeceğine gittikçe şiddetleniyordu. Komşular onu teselli etmek için kendilerini paralıyorlardı. Epey zaman sonra üstündeki ağırlık biraz hafifledi. Ağlaması. Kesildi. Gerçi ağlamaktan göz pınarları kurumaya başlamıştı.
     Sabah Veysel dayı ile Nazlıcan teyze kente mezar aramaya gitmek üzere hazırlık yaptılar. Azıklarını yanlarına aldılar. Mustafa'ya da haber gönderip yanlarında gitmesini istediler. Ancak Mustafa onlarla birlikte gitmeyi kabul etmedi. İki ihtiyar yola çıktılar. Epey yürüdükten sonra söğütlü pınarın başına geldiler. Orada dinlenip bir parça ekmek ve peynirle karınlarını doyurdular. Bir haftadan beri midelerine pek bir şey girmemişti. Kalkıp yürüdüler. Asfalta indiler. Biraz yol kenarında beklediler. Gelen ilk araba ile çocuklarının çalışmaya gittiği kente doğru yola çıktılar. Kente vardılar. Hem heyecanlı hem de buruktular. Direk mezarlığa gittiler. Mezarlık bekçisine Hasan'ın ölüm şeklini ve gömülme biçimini Mustafa'dan duydukları kadarıyla anlattılar. Bekçi;
     - Bilmediğini, ancak kendilerinin arayabileceklerini söyledi.
      Çocuklarının mezarını bulmaya gelmişlerdi köyden. Mezarlığın içine doğru yürüdüler. Ayakları geri geri götürüyordu onları. İnşallah yalandır diyorlardı kendi kendilerine. Epey aradılar. Ancak çok mezar vardı. Bulamayacaklarını anlayınca mezarlıktan çıktılar. Çalıştıkları depoyu aramaya başladılar. Bir kaç depoya sordular. Kendilerine yardımcı olabilecek kimseler yoktu. Çocuklarının hangi depoda çalıştığını da bilmiyorlardı. Belediyeye gitmeye karar verdiler. Belediyeye gidip ilgili kişilerle görüştüler. Kimsesiz mezarlığında trafik kazasından ölen bir kişinin mezarının olduğunu öğrendiler. O mezarın kendilerine gösterilmesini ve açılmasını istediler. Ertesi gün mezar açılması için bütün hazırlıklar yapıldı. Mezarlığa gittiler. Veysel dayı çocuğunun mezarını bulacağına sevinsin mi? Üzülsün mü bilemedi. Cenazeyi alıp köye götürme hayalleri kurmaya başladı. Nazlıcan teyze bitkin bir halde erkeklerin arkasından bir oraya, bir oraya gitmekten yorgun düşmüştü. Mezar açıldı. İlgili makamlar gerekli işlemleri yapmaya başladılar. Teşhis için babası çağrıldı. Adam çıkarılan cenazeden arta kalan kemiklere baktı. Tuhaf duygular içindeydi. Mırıltı ile karışık;
     - Benim oğlum daha uzun boyluydu, diyebildi.
     Tanınacak herhangi bir iz kalmamıştı. Tek çare "DNA" ölçümü yapılmasıydı. Test için gerekli numuneler alındı.Çok kısa sürede sonuçlandırılması gerekiyordu testin. Köyden gelenlerin kalacak yeri ve geniş imkanları yoktu. Ölçümler yapıldı. Sonuçlar olumsuz çıktı. Mevta yerine defin edildi. Köyden gelenler eli boş döndü köye. Veysel dayının kafasında bazı sorular belirmeye başladı. Ama konduramıyordu. Çünkü Mustafa, Hasan'ın en yakın arkadaşıydı. Ona kötülük yapmaz diye teselli ediyordu kendisini. Nazlıcan teyze artık neye inanacağını bilemiyordu.
        Acıları küllenmeye başlamıştı. Ölümün de hayatın bir gerçeği olduğunu, ölen ile ölünmediğini, hayatın devam ettiğini kabullenmeye, yavaş yavaş işlerini yapmaya başlamışlardı. Mevsim ilkbahar, iş güç zamanıydı. Tarlaya çalışmaya gidiyorlardı. Dilber de iyileşmiş iş tutuyordu.
       Olayın üzerinden üç ay geçmişti. Ev halkı tarlaya gitmişti. Dilber evde yalnızdı. Mustafa; Dilber ile konuşmak için fırsat kollamış ve o fırsatı yakalamıştı. Evlerine gitmeye karar verdi. Hasan'ın aldığı hediyelerin içinde olduğu paketi kimseye göstermemişti. Hediye paketini aldı. Veysel amca ile Karısı tarlada çalıştıkları için kendinden emin adımlarla onların evine gitti. Kapıyı vurdu. İçerden Dilber;
         - Kim o dedi!
         Mustafa rahat bir ses tonuyla;
         - Benim Dilber! Mustafa..!
         Dilber kapıyı açtı. Karşısında Mustafa'yı görünce biraz heyecanlandı. Genç bir kadındı. Evde de kimse yoktu. Sesi titreyerek;
         - Buyur Mustafa, dedi
        Mustafa elindeki paketi uzatarak;
         - Bunları ben almıştım, dedi.
        Hasan'ın en yakın arkadaşı gelmişti Kapıdan göndermenin ayıp olacağını düşünerek;
         - Buyur içeri gel, dedi.
       Mustafa namuslu bir tavır takınarak;
        - Evde kimse yok. Komşular yanlış anlarlar. sen paketi açmayacak mısın? Dedi.
       Dilber paketi açtı İçindekilere baktı. Derin bir iç çekti. Bunları Hasan'ım almalıydı dedi içinden. Paketin içinden çıkan çocuk elbisesi acısını depreştirdi. Bebesinin düştüğünü hatırladı ve derin bir acı hissetti kalbinin derinliklerinde. Hediyeleri inceledikten sonra kendini toplayarak;
       -Ben bunları kabul edemem, dedi.
      Mustafa yine cinliği ile olayı kendi lehine çevirmeyi bilmişti. Sakin bir sesle;
      - Hasan ölmeden önce bunları almayı hayal etmişti. Onun en yakın arkadaşı olarak onun arzusunu yerine getirdim, dedi
       Dilber'in kafasında birden şimşekler çaktı. Ve;
       - Peki ya bu çocuk elbisesi. Hasan mektubu almadan çocuğumun olacağını nereden biliyordu? Ölmeden önce mektubumu aldıysa nasıl oluyor da mektuptan bir hafta önce ölüyor? Dedi.
      Bu sorular karşısında Mustafa şaşkına döndü. Az kalsın itiraf edecekti. Dilber'in bu şüphe uyandıran sorularına makul bir yalan aradı ve hemen buldu;
       -  Mektubu istemeyerek ben okudum. Çocuğunun olacağını öğrenince bu elbiseleri almayı uygun gördüm, dedi.
      Dilber hıçkırıklara boğuldu;
      - Çocuk da babasının yanına gitti. Elbiseyi kime giydireceğim, dedi.
       Mustafa rahatlamış bir ses tonuyla;
       - Üzülme. Saklarsın.Daha çok gençsin.Bir gün yine evlenirsin. Çocukların olur, dedi
       Dilber; Hasan'ın hatırasına ihanet etmiş düşüncesi içinde irkilerek;
       - Allah Korusun. Hasan'ın üzerine evlenmek mi? Haram olsun bana, dedi.
       Konuşma tam da Mustafa'ın istediği gibi gelişmekteydi. Fırsatını kollayan Mustafa;
       - Öyle konuşma. Sen daha çok gençsin. Ölen ile ölünmez.Hasan'ı ben de çok severdim. Ölüm onu aramızdan aldı. Duvağınla ölünceye kadar bekleyemezsin, dedi.
       Bir süre sessizlik oldu. İkisi de önlerinden yere bakıyorlardı. Bu sessizliği mustafa bozdu.
       - Arkadaşımın karısıydın. Gözümün nurusun. Senin mağdur olmanı istemem. Eğer bir gün evlenmeyi düşünürsen, benimle evlenmeni isterim, dedi.
       Dilber'in yüzü kızardı. Ne diyeceğini bilemedi. Biraz ürkek bir sesle;
       - Sen ne diyorsun Mustafa. Bunları bana nasıl söylersin? Hem sen Hasan'ın en yakın arkadaşıydın. Utanmıyor musun? Dedi.
       Mustafa ısrarcı bir tavırla:
      - Ben sana bugün evlen demiyorum. Eğer ilerde evlenmeyi düşünürsen diyorum. Seni evlenmeden önce de seviyordum. Kader işte, böyle oldu, dedi.
      Dilber; bakışlarıyla, bir an önce gitse de kurtulsam der gibiydi. Mustafa kapının önünde fazla kaldığını anlamıştı. Düşüncesini açık açık ortaya koyduğu için artık içi rahattı. Müsaade isteyip oradan ayrıldı.
      Dilber bu konuşmalardan sonra karmakarışık duygular içine düşmüştü. Kafasının içi karma karışıktı. Bir türlü silip atamıyordu o karmaşık düşünceleri.
      Akşam olmuştu. Tarlada çalışanlar eve dönmeye başlamıştı. Veysel dayı ile Nazlıcan teyze de eve döndüler.Çok yorulmuşlardı. Dilber, içerden bir kova su, sabun, havlu alıp geldi. Onların eline su döktü, havlu tuttu. İhtiyarlar ellerini yıkarken gelinlerinin dalgınlığını fark ettiler, ama bir anlam veremediler. Gelin dalıp, dalıp giriyordu. Bir değişiklikler vardı. Nazlıcan teyze hemen;
      - Neyin var kızım? Hasta mısın? Diye sordu.
      Dilber irkildi. Her şeyi anladılar mı yoksa diye endişelendi. Mahcup bir ruh haliyle iki kenarına bakındıktan sonra;
       - Yok, hasta falan değilim. Bir şeyim yok, dedi.
       Kaynana üsteleyerek;
       - Seni hiç böyle görmemiştim. Dalıp, dalıp gidiyorsun. Bir rahatsızlığın varsa çekinme söyle, dedi.
       Dilber daha kararlı bir sesle;
       - Yok ana vallahi bir şeyim yok. Sadece biraz başım ağrıyor o kadar, dedi.
      Kaynanası; sevecen bir sesle;
       - Dikkat et, kendini yorma kızım. Ağır durumlar atlattın, dedi.
      Konuşmalar kesildi. Dilber yine dalgındı. Mustafa'nın söyledikleri dönüp duruyordu kafasının içinde. Bir an, içinde bir isyan duygusu kabardı ve;
       - Bu nasıl dünya? Kocam öleli daha üç ay olmadan en yakın arkadaşı benimle evlenmek istediğini söylüyor. Anlayamıyorum, bu ne biçim arkadaşlık, dedi.
       Günler akıp giderken Mustafa da Dilber'den cevap bekliyordu. Bu arada bir çöpçatan da bulmuştu. Köyün en fetbaz kadını Nigar çöpçatan olmuştu. Kadın hiç boş durmuyordu. Çünkü Mustafa ona bu iş için para verecekti. Bir taraftan Dilber'in ağzını yokluyor, diğer taraftan da  ondan aldıklarını anında Mustafa'ya ulaştırıyordu. Bir gün Dilber'e;
       -Kimi bekliyorsun kız. Bırak gel babanın evine. Mustafa iyi çocuktur, dedi.
        Nigar bu üzerine aldığı işi mutlaka  başarmıştır. Dilber'e söylediği bu sözlerden sonra kadının kafası iyice karıştı. Mustafa'nın getirdiği hediyeleri kimseye göstermemişti. Artık ona ilgi de duymaya başlamıştı. Ancak duygularını iyice tartarak davranmak zorunda olduğunu da biliyordu. Sonunda duygularına yenik düştü. Mustafa'ya umut verdi. Onunla evlenmeyi geçirmeye başladı kafasından. Ancak evlenebilmesi için küsüp babasının evine dönmesi gerekiyordu. Bir gün ortada hiç bir neden yokken kaynanası ile tartıştı ve bohçasını alıp babasının evine döndü. Babası durumu hemen anladı. Kızı artık evlenmek istiyordu. Kaynanası Nazlıcan da durumu anladı. Ancak bu kadar erken olacağını beklemiyordu.
       Yaşadıkları çevrede, dul bir kadın koca evinden baba evine dönerse bunun tek bir anlamı vardı. Evlenmek istediği için bu davranışta bulunmuştur şeklinde anlaşılırdı. Öyle de oldu. Çok geçmeden Mustafa'nın annesi ile babası Dilber'i istediler. Kızın babası biraz nazlandı. Sonunda verdi Dilber'i Mustafa'ya. Söz kesildi. Sonbaharda düğün yapılacaktı.
       Nazlıcan teyze ile Veysel dayı; çok şaşırdılar bu işe.
      - Başkasıyla olabilirdi. Ama Hasan'ın en yakın arkadaşı. Bu kız nasıl yaptı bunu? Dilber bu kadar düşüncesiz miydi? Dediler.
       Onlar bu düşünceler içindeyken iş olup bitmişti bile. Dilber de niye yaptığını tam olarak bilmiyordu. Tek bildiği şey sonbaharda düğünlerinin olacağıydı.
        Yaz mevsimi bütün haşmetiyle ortalığı kasıp kavuruyordu. Köylüler tarlalarda harıl harıl çalışıyorlardı. İşlerini erken bitirmek zorundaydılar. Çünkü yaz mevsimi kısa, sonbahar ile beraber yağmurlar da başlar. Ekin işi yağmura kalmamalıydı. Sonbaharı iple çekenler de vardı. Onların başında da Mustafa geliyordu. Çünkü sonbaharda düğünü olacaktı.
       Harmanlar kaldırıldı. Ara işler de yavaş yavaş bitiyordu. Artık Mustafa için düğün zamanı gelmişti. Dilber'in babasına haberciler gönderildi. Düğün günü kesinleştirildi. Düğün hazırlıları başladı. Tam bu sırada Dilber'in kafasına bir soru takıldı;
      - Ya Hasan ölmediyse, mezarı da bulunmadı. Ya bir gün çıkar gelirse!...Dedi.
      İçini öyle bir acı kapladı ki, rengi uçtu. Takati kesildi. Nefes almakta zorlanıyordu. Bir an öleceğini sandı. Kına yakmak için gelen yengeler telaşla birbirlerine bakarak;
       - Ne oldu bu kıza? Yoksa pişman olup vaz mı geçecek evlenmekten? Dediler.
        Ama artık çok geçti. Bunları düşünmenin zamanı değildi. Eğlence başladı. Yemekler yendikten sonra gelin baba evinden çıkarılmak üzere giydirilecekti. Mustafa'nın getirdiği beyaz fistanı giydirdiler geline. O beyaz fistanı Hasan'ın aldığını nereden bilsin Dilber. Oysa Hasan o fistanı ne hayallerle almıştı.
       Düğün evinde bunlar olurken bütün köylüler oradaydı. Ancak Veysel dayı ile Nazlıcan teyze yoktu. Bu olay onlara oğullarının ölümünden daha acı gelmişti. İki ihtiyarcık evlerinde için için ağlamaktaydılar herkesten habersiz.
     Düğün alayı yola çıktı. Tam çeşmenin yanından geçerken çeşmede su doldurmakta olan Nazlıcan teyze ayağa kalktı. Gelinin atına doğru yürüdü söyleyecekleri vardı. Atın yanına gelince sözler boğazına düğümlendi. Durdu. Yutkundu ve atın yularını tutarak konuşmaya başladı.
      - Hasan'ın en yakın arkadaşı ile evlenmek için onun ölümünü mü bekledin? Madem evlenecektin, niçin onun en yakın arkadaşını seçtin? Yazıklar olsun sana. Allahtan tek dileğim siz de murat almayasınız. Muradınız gözünüzde kalır inşallah, dedi
      Ve bayıldı. Komşulardan bir kaçı koşup onu ayıltmaya çalışırken düğün alayı Mustafa'nın evine doğru yoluna devam etti. Dilber Nazlıcan teyzenin sözlerine verecek cevap bulamadı. Atın üstünde hıçkırıklara boğuldu. İçinden de;
     - Kadın haklı, dedi.
     Gelinin atı Mustafa'ın evinin önünde durdu. Gelini attan indirdiler. Odasına çıkardılar. Kulaklarında durmadan Nazlıcan teyzenin söyledikleri uğulduyordu. Çok kötü olmuştu. Daha ilk günden beddualar almıştı. bu evlilik nasıl olacaktı. Merak ediyordu. Bütün bunlar benim kaderim deyip kendini teselli etmeye çalıştı.
     Akşam gerdek vakti Mustafa odaya girdi çok heyecanlıydı. Yıllardır hayal ettiği şey gerçek olmuştu. Ancak Diber biraz soğuk davranıyordu. Bu da normaldi. Çünkü Dilber'in ikinci evliliğiydi. Üstelik öldüğüne dahi inanmadığı eski kocasının en yakın arkadaşıydı yeni kocası. Ama bunlar geçici duygulardı. Sonunda istediklerine kavuştular. Hayat umulmadık bir anda onları karı koca yapmıştı. Hayatlarından memnundular. Bir kaç yıl mutlu yaşadılar. Çocukları doğdu. O sakladıkları çocuk elbiselerini giydirdiler çocuklarına. Çocuklar büyüyordu bazı giyecek ihtiyaçları vardı.
       Bir gün ihtiyaç almak için kasabaya gitmeye karar verdiler. Evliliklerinin dördüncü yılındaydılar. Mevsim yine yaz sonuydu. Otlar kurumuş, etraf sarıya kesmişti. Sabah erkenden kalkıp azık çıkınlarını hazırladılar ve yola çıktılar. Hava çok sıcaktı. Hafif bir esinti vardı. Epey yürüdükten sonra yoruldular. Söğütlerin gölgesine zor attılar kendilerini. Pınarın soğuk suyundan içip yüzlerini yıkadılar. Çimlerin üzerine oturdular. Ekmek çıkınını açıp yemek yiyeceklerdi ki kuvettli bir esinti kurumuş otları briribirine dolayarak sürüklemeye başladı. Mustafa'nın gözü sürüklenen otlar arasındaki kurumuş kenger yapraklarına takıldı ve gülmeye başladı. Ortada gülünecek bir şey yoktu ama Mustafa kendini tutamıyordu. Bir taş yığınına, bir de kenger yapraklarına bakıp kahkahalarla gülmeye devam ediyordu. Dilber aptallaşmıştı.
     - Bu adam neye gülüyor ki ortada gülünecek ne var? Dedi.
     Mustafa gülmeye devam edince Dilber sessiz kendi kendine sorduğu soruları ona sormaya başladı.
     - Niçin güldün Mustafa? Dedi
     O da gayet rahattı. Çünkü Dilber artık onun karısıydı. Ondan kendisine zarar gelmeyeceğini düşünüyordu.
     - Hiç öylesine güldüm, dedi
       Dilber; bir şeylerin kendisinden saklandığından şüphe etti, ve;
      - Nasıl hiç? Gülünecek ne varsa bana da söyle birlikte gülelim, dedi.
       Mustafa ısrarla bir taş yığına, bir de rüzgarda yuvarlanan kenger yapraklarına bakıp gülmeye devam etti. 
       Dilber sinirlenmeye başladı. Sert bir şekilde;
       - Ne var o taş yığınında Mustafa? Niçin bakıp Gülüyorsun? Bana güvenmiyor musun? Hadi anlat çok merak ediyorum, dedi.
      Mustafa Dilber'e uzun uzun baktıktan sonra;
      - Peki anlatayım, dedi ve devam etti. Senin mektubunu aldık Hasan mektubu okuyunca çok sevindi. Aramızda köye dönme olayını  konuştuk. Bende dönmek istiyordum. Beraber pazara çıktık. O sana bir beyaz fistan, mavi bir kazak, çorap, doğacak çocuğuna elbise, anasına babasına da bazı hediyeler aldı. Epey para biriktirmişti. Bunları aldıktan sonra biraz parası da arttı. Ben pek para biriktirmedim. Dönerken de sadece bu bıçağı aldım, dedi.
     Ve elindeki bıçağı gösterdi. Dilber bıçağa iyice baktı. Çok meraklanmıştı. İşin sonunu duymak istiyordu.  Mustafa anlatmaya devam etti.
     - Çalıştığımız yerden birlikte ayrıldık. Garaja gelip otobüse bindik. Memlekete doğru yola çıktık. İyi bir yolculuktan sonra bu çeşmenin başına kadar beraber geldik. Çok acıkmıştık. Burada oturup  yemek yedik, dedi
      Bunları anlattığı sırada bakışları taş yığınına doğru kaydı. Bir ara sustu ve düşüncelere daldı. Belli ki yeni yalanlar planlıyordu. Anlatmaya devam etti.
      -Yemek sırasında; Hasan Dilber'i ben de seviyordum, dedim.
       Bana kızarak;
       - Sen ne biçim konuşuyorsun, dedi.
       Ben de;
       - Sen erken davrandın. Hepsi o kadar. Eğer sen olmasaydın ben evlenecektim onunla. Sizin evlenmeniz yanlıştı. O benim karım olmalıydı, dediğimde yerinden kalktı ve bana ağır küfürler etti, dedi.
      O kadar sakin anlatıyordu ki; ona inanmamak imkansızdı. Yalnız anlatım sırasında arada bir gözlerini kapatarak dalıp gitmesi biraz kuşku yaratıyordu. Ama Dilber artık onun karısıydı. Ona inanmak istiyordu. Mustafa bıçağı göstererek anlatmaya devam etti.
      -Bu bıçakla ekmek dilimlemiştik. Bıçak benim önümde duruyordu. Yerden bıçağı aldım. Ayağa kalktım. Çok kızmıştım. Bana küfür ettin dedim. Bu senin sonun olacak. Burada seni öldüreceğim. Paralarını ve eşyalarını alacağım. Gidip karınla da evleneceğim, dedim. Bunları niçin söylediğimi bilmiyorum. Tek bildiğim şey seni çok seviyordum ve senin için her şeyi yapardım, dedi.
      Bunları anlatırken yüzü bembeyaz olmuştu. Sanki her şeyi yeni baştan yaşıyordu. Olayın sırasını kaçırmamaya çalışarak devam etti.
      - Hasan bunları duyunca büsbütün şaşırdı. Benim şaka yaptığımı sanıyordu. Ciddi olduğumu anlayınca  yalvarmaya başladı, dedi.
      Hasan çok kokmuştu. Bana yalvararak;
      - Yapma Mustafa, biz yakın arkadaşız. Kardeşten de yakınız sen beni öldüremezsin diye yalvardı.
      Ben kararımı çoktan vermiştim.
     - Seni öldüreceğim Hasan. Dilber ile olman çıldırtıyor beni, dedim.
      Hasan;
     - Ya bir gören olursa, dedi.
      Etrafta kimseler yoktu.  Mustafa kendinden emin bir biçimde anlatmaya devam etti.
     - Kim görecek ki? Burada kimsecikler yok dedim.
      Hasan korkudan ne söylediğini bilmiyordu, bana yalvarmaya devam etti ve,
      - Etrafta kimse yok ama kenger dikenlerini unutma. Gün gelecek onlar dile gelecek ve her şeyi söyleyecek, sen de cezanı çekeceksin, dedi.
       Derin düşüncelere daldı. Bir süre sonra titreyerek kendine geldi ve anlatmaya devam etti,
      - Ben de güldüm. Şimdiye kadar kenger dikenlerinin hiç konuştuğunu duydun mu? veya gördün mü? Dedim. O sırada aramızda bir boğuşma oldu.- Elindeki bıçağı göstererek- bu bıçakla onu göğsünden bıçakladım.Öleceğini anlayınca saklayacak yer aradım. Şu karşıda görünen taş yığınının altına sakladım. Tüm izleri ortadan kaldırdıktan sonra oturup düşündüm. O malum hikayeyi uydurdum. Kalkıp köye geldim. Sonrasını da zaten biliyorsun. Bu güne kadar kaç yıl oldu dikenler  kimseye söylemedi, dedi.
       Oysa Hasan'ın söylediği gerçek olmuştu. Mustafa farkında olmadan, rüzgarda yuvarlanan kenger dikenlerine bakarak her şeyi kendi ağzıyla itiraf etmişti.  
       Mustafa anlattıklarından sonra çok rahatlamış ağır bir yükten kurtulmuştu. Belli ki bu sır onu çok yormuştu. Dilber'e doğru yüzünü dönerek çimlerin üzerine sele serpe uzandı.
       Dilber bir yılanla evlendiğini yeni yeni anlamaya başlamıştı. Kendisinden iğreniyordu. Böyle bir insanla nasıl evlenmişti. Vücudunun her zerresi buz kesti. Kendini bir süre oynatamadan öylece kaldı. Hiç konuşmuyordu. Sanki dili tutulmuştu. Kendini toplayıp oturdu. Taş yığınına doğru bakmaya cesaret edemiyordu. Çünkü Hasan'ın ölüsü oradaydı ve  onlara bakıyordu. Bu düşünce Dilber'in içine öyle bir korku düşürdü ki konuşmaya cesaret bile edemiyordu. Bir an Nazlıcan teyzenin düğünde ettiği beddualar geldi. Hepsi gerçek oluyordu. Eski kocasının katili ile yanyana bir hayatı paylaşmak büyük ısdırap veriyordu ona. Ama Mustafa'nın ne yapacağı belli olmazdı. Onun için dikkatli olmalıydı. Ürkek bir sesle;
        - Kalk buradan gidelim. Daha fazla burada kalmaya korkuyorum, dedi
       Mustafa gayet sakin bir sesle;
        - Korkma karıcığım. Her şey anlattığım gibi. Korkacak ne var? Dedi.
       Kalktılar. Toparlanıp kasabaya doğru yola koyuldular. Kasabadan ihtiyaçlarını aldılar. Köye dönmek üzere yola koyuldular. Giderken ve gelirken yolda bir tek kelime konuşma olmadı aralarında yol boyunca. Dönüşte söğütlü pınarın yanından geçerken Dilber, Mustafa'nın arkasına saklanarak geçti. Etrafına dahi bakamıyordu korkudan. Köye döndükten sonra da aralarında buz dağları oluşmaya başladı. Günden güne geçimsizlikleri artıyordu. Kavgasız günleri yok gibiydi. Bunlar iyi geçiniyordu. kasaba yolunda ne oldu da bu hale geldiler diyen köylüler işin iç yüzünü bilmese de bir olumsuzluk olduğunu hissetmişlerdi.
       Yine böyle bir ağız kavgası sırasında Mustafa, Dilber'i bir güzel dövdü. Dayaktan canı yanan kadın sokağa fırladı ve avazı çıktığı kadar bağırarak;
      - Katil!... Arkadaş katili!... Yalancı!... Hasan'ı öldürdün. Taş yığınının altına gömdün. Gelip yalan uydurdun. Hepimiz de sana inandık. Cezanı çekeceksin!... Yılan!...
       Bunları duyan köylüler koşup Dilber'in etrafında toplaştılar. Neler söylediğini sordular. Tam o sırada Nazlıcan teyze de duymuştu Dilber'in söylediklerini.Koşarak geldi. Gözleri çakmak çakmaktı. Yüzündeki bekleme ifadesi sona ermişti. Sanki oğlunun geri döneceği haberini almış gibiydi. Dilber'in yanına oturdu. Heyecanla karışık korkuyla sordu;
      - Biraz önce bağıra bağıra bir şeyler söyledin. Onlar doğru muydu? Sana kim söyledi bunlar? dedi.
      Dilber; Nazlıcan teyzenin boynuna sarılıp olanları bir bir anlattı hıçkırıklar içinde.
      Nazlıcan teyze yerinden ağır ağır kalktı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Kalabalığın arasında Mustafa'yı arıyordu. Gözleri Veysel dayıya takıldı. O da haber alıp gelmişti. Kalabalığın arasında o da Mustafa'yı arıyordu. Bütün köylüler şaşırmıştı olanlara. Mustafa Kaçma hazırlığındayken köylüler tarafından yakalandı. Köy muhtarı ile bekçisi de oradaydı. Mustafa'yı muhafazaya aldılar. Jandarmaya haber verildi. Söğütlü pınardaki taş yığınında yapılan aramada Hasan'ın kemikleri bulundu. Durum doğrulandı. Mustafa İlçeye götürülüp adalete teslim edildi. Cezasını çekmesi için ceza evine kondu.
    Nazlıcan teyze ile Veysel amca, Hasan'ın kemiklerini alıp köyün mezarlığına defin ettiler. Çocuklarının bir mezarının olması onların acısını hafifletmişti. Ama bütün bunlar böyle olmamalıydı dediler kendi kendilerine. Mustafa'ya ve Dilber'e büyük kin duyuyorlardı.
         
                                                               Ali Akdoğan
      -

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder