22 Şubat 2011 Salı

Bir Mendilin İki Sahibi

   Hani öğrenciler; okulun bahçesinde veya sınıfın içinde, yerde buldukları sahipsiz eşyaları sahibine ulaştırılsın diye öğretmene verirler ya, İşte bu da o türden bir öykü.
   Bingöl merkez Yaygınçayır köyüne bağlı Uğurova mezrasında öğretmen olarak görev yapıyordum. Bir gün derse verilen aradan sonra öğrenciler sınıfa girerken Nurettin Barut adındaki öğrenci öğretmen masasına yaklaşıp elinde tuttuğu büyük boy bir erkek mendilini bana uzatarak;
   -Öğretmenim bu mendili dışarıda buldum, dedi.
    Mendili aldım. Nuretti'ni sınıfın önünde  onore ederek yerine gönderdim ve sınıfa dönerek;
   -Arkadaşınız örnek bir davranış gösterdi. Kendisine ait olmayan bir eşyayı getirip bana verdi. Bu dürüstlüğü hepiniz gösterirsiniz inanıyorum, dedim.
    Hepsi birden;
   -Evet öğretmenim, bulduğumuz her şeyi size getiriyoruz, dediler.
    Elimdeki mendili kaldırarak;
   -Bu mendilin sahibi kim ise gelsin alsın, dedim.
    İki öğrenci yerinden kalkıp yanıma gelerek, mendilin kendilerine ait olduğunu söyleyince şaşırdım. Çünkü bu öğrencilerin aileleri arasında husumet vardı. Böyle küçük olaylardan sıkıntı doğabilirdi. Böyle bir şeye meydan vermemek için daha titiz davranmam gerektiğini biliyordum. Mendilin bir sahibi olmalıydı. İkisinden biri yalan söylüyordu. Bunu bulup ortaya çıkarmak için küçük sorular sormaya başladım.
    Önümde duran öğrenciye dönerek;
   -Cengiz mendili nereden aldın? dedim.
    Çocuk çok rahat bir biçimde;
   -Öğretmenim babam Bingöl'den getirdi, dedi.
    Diğer öğrenciye;
   -Bedri sen nereden aldın? diye sordum.
    O da;
   -Öğretmenim köye çerçi gelmişti. Annem çerçiden aldı, dedi.
    İçinden çıkılmaz karmaşık bir olayla karşı karşıya olduğumu anladım. Şok olmuştum. Sorunu nasıl çözeceğimi bilemiyordum. Acele bir karar vermeliydim. Çocuklara dönerek;
   -Bu mendil birinize ait olmalı. Biriniz yalan söylüyorsunuz. Bu size yakışmıyor. Son defa soruyorum. Bu mendil kimin? dedim.
    İkisi bir ağızdan; mendilin kendilerine ait olduğunu söyleyince, aniden kafamın içinde bir çözüm belirdi. Hemen uygulamaya koydum. Sınıf dolabından makası alıp mendili ortadan ikiye kestim. Bir parçasını Cengiz'e, diğer yarısını da Bedri'ye verdim. Mendil parçalarını alıp gülümseyerek yerlerine geçip oturdular. Kesilen mendil ikisinin de işine yaramaz hale gelmişti. Eğitimde bu tür olaylar fırsat eğitimine olanak sağlar. İyi kullanılırsa kişilik gelişimi üzerinde çok önemli etkiler bırakır. Bu konuda biraz daha konuşmam gerektiğini düşünerek;
   -Bakın çocuklar; Nurettin güzel bir davranış gösterdi. Kendisine ait olmayan eşyayı getirdi öğretmenine teslim etti. Arkadaşınızı  kutluyorum. Ama diğer iki arkadaşınız yanlış davrandılar. Sonuçta o mendil bir kişiye aitti. Fakat biz bunun kime ait olduğunu kesin olarak bilemediğimiz için ikiye kestik. Mendil işe yaramaz hale geldi. Keşke böyle olmasaydı. Umarım yanlış davranan arkadaşınız hatasını anlar ve bir daha böyle bir davranışta bulunmaz. Çünkü yapılan çok yanlış bir davranıştır. Sahtekarlıktır, dedim.
    Bu olaydan sonra iki yıl daha o okulda görev yaptım ama mendilin kime ait olduğunu öğrenemedim. Öğretmenler bazen böyle sürpriz olaylarla karşılaşabilir. Pratik çözüm üretmek gerçekten çok önemli.
                                                                                  Ali Akdoğan
 

18 Şubat 2011 Cuma

Gözlük

   Yıl 1973.  Mehmet ağabeyim Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde ziraat teknisyeni olarak görev yapıyordu. Bana gönderdiği mektupta; elli lira para yolladığını, askere gitmek üzere ev eşyasını toplamakta olduğunu,  yarıyıl tatilinde memlekete giderken Pazarcık'ta inmemi ve kendilerine eşyaları kamyona yüklerken yardım etmemi istediğini yazmıştı.
   Mersin Öğretmen okulu ikinci sınıf öğrencisiydim. Gençliğin en deli çağı. Gösteriş merakının ağır bastığı yıllar. Yarıyıl tatilinde memlekete gitmek için hazırlık yapıyordum. Ağabeyimin mektubunu okuyunca parayı nasıl harcayacağımı planladım.
   Pazarcık'ta ineceğim için otobüs biletine yirmiiki lira ayırdım. Çarşıya çıktım. Önce otobüs biletimi aldım. Dolaşırken işporta tezgahında gözüme çarpan ve çok hoşuma giden metal çerçeveli bir güneş gözlüğü aldım. Memleketteki arkadaşlarıma hava atmak için en fiyakalısıydı. Gözlüğü takıp yolda yürümeye başladım. Caddede yanımdan geçen insanları göz ucuyla  süzerken, içimden müthiş bir kendini beğenmişlik duygusu yükseliyordu. Dükkanların içine girerken, gözlüğün kararttığı ortamdan etrafımı zor gördüğüm halde, gözlüğü çıkarmak yerine, gençliğin verdiği aldırmazlık duygusuyla dükkanda dolaşmaya devam edip içerdeki eşyalara çarptım. Bereket bir şeyler düşüp kırılmadı. Çünkü herhangi bir şey kırılsaydı cebimde ödeyecek para bile yoktu.
   Kalan parayla kendime çorap, kardeşlerim için  portakal-limon aldım. Yol parası dışında onbeş lira param kaldı. Okula döndüm. Valizimi hazırladım. Akşam altıda otobüsle yola çıktım. Yol boyunca; memlekette beni gözlüklü görecek arkadaşlarımın yüz ifadelerini hayal ediyordum.
   Pazrcık'a geldik. İnen varsa acele etsin diye yükselen muavinin sesiyle irkildim. Aceleyle yerimden kalkıp arabadan indim. Valizimi  aldım. Gece yarısı olmuş. Mevsim kış Şubat ayının başları. Yerde otuz-kırk santim kar var. Hava çok soğuk. Yürüyerek abimin oturduğu eve gittim. Bahçe kapısı demirden yapılmış, kale kapısı gibi sağlam. Kapıya elimle vurdum. Eve uzak, duyan olmadı. Yumruklamaya başladım. İçerden bir kadın sesi;
   - Kim o, dedi.
   Çok üşümüştüm. titreyen bir sesle;
   -Benim teyze, kiracınız Mehmet beyin kardeşiyim, Mersin'den geliyorum, dedim.
   Kadın üzgün biraz da şaşırmış bir sesle;
   -Onlar dün evini yükleyip memlekete gittiler, dedi.
   Kadına cevap bile veremedim. Gerisin geriye arabadan indiğim yere gittim. Yol kenarında bir kahve açık ve içerde insanlar görünüyordu. Kahveye girdim. Sobanın kenarına oturup kara kara düşünmeye başladım. Cebimdeki para Elazığ'a kadar  otobüs biletine yetmiyor, yirmiiki liraya ihtiyacım var, cebimdeki para onbeş lira. Ağabeyimin evinde yerim diye, yolda yemek bile yemedim. Karnım açlıktan zil çalıyordu. Tanıdık birisi var mı acaba? Bu düşünce içinde, minnet duygusu yüklü gözlerle kahvenin içindekilere göz gezdirdim. Yan masada oyun oynayanlardan birisi, ağabeyimin ev sahibi Mustafa amcaydı. İnsan çok yakın akrabasını görünce nasıl sevinirse, ben de öyle sevindim. Yanına yaklaşıp kulağına alçak bir ses tonuyla;
   - Mustafa amca merhaba, ben kiracınız Mehmet beyin kardeşiyim. Mersin'den  gelirken burada indim. Ama abim evini yükleyip gitmiş. Yol param yetersiz. Varsa bana yirmi lira verin, memleketten dönerken size öderim, dedim. 
    Adam yüzüme baktı. Beni tanıyordu. Yumuşak bir sesle;
   -O yeğenim hoş geldin. Otur hele bir çay iç, dedi.
   Elini cebine sokup çıkardı. Parasının içinden beş lira çekip verdi, ve;
   -Benim de harçlığım az, kusura bakma, dedi.

   Parayı aldım ve;
    -Sağ ol Mustafa amca dönüşte paranı getiririm, dedim.
    Mustafa amca;
   -Boş ver evladım getirmene gerek yok, dedi.
    O zamana kadar hiç kimseden borç para istememiştim. Bu kadar cesareti kendimde nasıl bulduğuma hala çok şaşırıyorum.
    Kahveden çıktım. Yol kenarında beklerken Elazığ'a giden başka bir otobüs gelip durdu. Yolcular inerken ben bindim. Önlerde boş yer olmadığı için en arka koltukta muavinin yanına oturdum. Biraz yol gittikten sonra yol parası istendi. Çıkarıp onbeşlira verdim. Beş lirayı da her ihtimale karşı harçlık olarak bıraktım. Muavin sert bir sesle azarlar gibi;
   -Bu yetmez, yedi lira daha vereceksin, dedi.
   Yetmediğini biliyordum. Allah kahretsin olan parayı gözlüğe vermiştim. Bir pişmanlık duyuyordum ki sormayın. O havalı yürüyüşler, hava atacağım hayalleri fitil fitil burnumdan geliyordu. Uygun ve yalvarır bir sesle;
   -Öğrenciyim, Mersin'den gelirken burada indim. Ağabeyim beni bekliyor olacaktı. Ama evini yükleyip memlekete gitmiş. Oyuna geldim. Param bitti, dedim.
    Adam umursamaz bir tavırla;
   -Bana ne kardeşim yol paranı tam vereceksin, dedi.
   Durumun vahametini anlatan bir tavırla;
   -Bak kardeşim; Gölbaşı - Pazarcık arasında ıssız bir yerdeyiz. İstersen arabadan indir. Bu gece vakti kurda kuşa yem olayım. Vicdanına kalmış. Param yok, dedim.
   Muavin ikna olmuş olacak ki sesini kesti. Arabanın kaloriferleri yanmıyor, içerisi buz gibi. Camlar içerden buz kaplamış, dışarısı gözükmüyordu. Karnım çok aç ve çok üşüyordum. Sabaha karşı saat beşte Elazığ'a vardık.  İzzet Paşa camisinin önünde indirdiler bizi.
   Arabadan indim, kütürüm gibi soğuktan her yanım tutulmuştu. Bir elime valizimi, diğer elime de narenciye dolu el çantasını aldım. Ellerimde eldiven yoktu. Yürümeye başladım. Yollar hep buz, yerde yarım metre kar vardı. Aksaray mahallesinde oturan dedemin evine yürüyerek gidecektim. Yaklaşık yarım saatlik yol. Sokaklara girdim. Saçaklardan düşen kar, sokağı kapatmış. Yolumu değiştire, değiştire Aksaray mahallesinin girişinde, çimento fabrikasının yol ayrımındaki köprüden mahalleye döndüm. Hafif baş aşagı bir meyil vardı. Elimdeki valizin kulpu koptu ve yere düştü. Yol buz olunca epeyde kayarak ileriye doğru gitti. Diğer çantanın ipleri elimi kesmiş ama soğuktan farkına bile varmamıştım. Dedemin evine geldim. Kapıyı çaldım. Dedem kapıyı açınca  gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi şaşırdı. Beni beklemiyormuş. Hemen içeri girdik. Sobayı yaktı. Sobanın kenarına oturdum. Parmaklarım gerçekten donmuştu. Sıcağa gelince müthiş bir sancı ile parmaklarımın acısını hissediyordum. Ellerimi ovuştururken, sızıdan ve acıdan ağlamaya başladım. Dedem bazı konularda tecrübeliydi. Hemen yerden yün bir çorap alıp ellerimi o çorapla üfelemeye başladı. Üfeledikce canım gidiyordu. Epey sonra yavaş yavaş parmaklarıma can gelmeye ve acısı , sızısı azalmaya başladı.
    Hazırda mercimek çorbası varmış. Isıtıp getirdiler. Çorbayı içerken içim ısındı, can gelmeye başladı bacaklarıma. zaten sabah ta olmuştu. Uyumadan oturduk. Başımdan geçenleri anlattım. Dedem çok üzüldü. 
   Karakoçan'a gitmek için otobüs bilet ücreti oniki buçuk lira,  cebimdeki para beş lira, daha yedi buçuk liraya ihtiyacım vardı. Dedem bana iki buçuk lira verdi. Saat dokuza doğru  Dursun dayımın evine gittim. Biraz oturup sohbet ettik. Laf arasında
   -Dayı gel pişti oynayalım dedim.
   Dayım;
   -Tamam oynayalım, ama ben boş oynamam, dedi.
   Ben de;
  -Tamam beş lirasına oynayalım öyleyse, dedim.
   Oyuna başladık. Çok çekişmeli bir oyundan sonra oyunu kazandım. Paramı istedim. Dayım biraz karşı çıktı ama nafile alırım dedim. Parayı aldıktan sonra durumu anlattım. Çok şaşırdı.
   Öğleden sonra Karakoçan'a gitmek üzere oradan ayrıldım.  İki saatlik bir yolculuktan sonra ilçeye vardım. Otobüsten indim. Çarşı; doğu-batı istikametinde yüzelli metre uzunluğunda bir caddeden ibaret. Yürürken babam ile abim beni uzaktan görmüşler. Karşılamaya gelirken Mehmet abim gülümseyerek bana yaklaştı. Kendisine çok kırılmıştım. Aynı sıcaklığı göremeyince bozuldu. Başımdan geçenleri anlatınca çok şaşırdılar. 
Tabi gözlük aldığımı, o nedenle parasız kaldığımı  çok sonra anlattım.
    Gösteriş merakının nasıl sıkıntılara mal olduğunu, bu yaşananlardan sonra, en iyi ben anladım.
                                                                               Ali Akdoğan

8 Şubat 2011 Salı

Kızak Yolda Kaldı

    1983 yılında Bingöl merkez ilçeye bağlı Yaygınçayır köyü Uğurova mezrasında öğretmen olarak görev yapıyordum. O yıl kışın çok kar yağmıştı. Hele bulunduğumuz yer o yörenin en yüksek mevkisine kurulmuş bir mezraydı. Oraya daha çok kar yağıyordu. Mezra yol kenarı olmadığı için, yaklaşık bir buçuk saat yürüyerek arabanın geçtiği yola gidip, oradan minibüsle şehire gidiyorduk. İhtiyaçlarımızı aylık alıp köye döndüğümüzde esas eziyet o zaman başlıyordu. Çünkü aldığımız erzaklar ve diğer ihtiyaçlarımızı omuzumuzda taşıyarak evimize götürüyorduk.
    Mutfak ihtiyaçlarımız olduğu için şehire gitmek gerekiyordu. Nisan ayının maaş alma günü gelmişti.  İlk hafta, Cuma günü  sabah erkenden kalktım. Kahvaltımı yaptım. Eşim ve çocuklarımla vedalaşıp dışarı çıktığımda içimi tatlı bir sevinç kapladı. Hava hafif soğuk ama çok güzeldi.  Masmavi gök yüzünde doğmak üzere olan güneş, duvağı açılmış  bir gelin gibi parlayarak etrafı aydınlatıyor ama henüz ısıtmaya gücü yetmiyordu.  Bingöl'e gitmek üzere yola çıktım. Gece ayaz olduğu için kar kütük gibi donmuştu. Donan karın üzerinde hoplaya zıplaya yürüyerek arabanın geçtiği yola kadar gittim. Çok beklemeden minibüs geldi, bindim. Arabanın içinde, başka köylerde çalışan öğretmen arkadaşlar da vardı. Köy öğretmenleri; maaşımızı almak üzere şehire gidiyorduk. Ayda bir görüşme imkanımız olduğu için birbirimizi epey özlemiştik. Yol boyunca sohbet ederek özlem giderdik. Yolculuk iyi geçti. Mutemedin bulunduğu ilköğretim müdürlüğüne gittik. Maaşımızı aldıktan sonra herkes evinin ihtiyaçlarını almak üzere dağıldık. İhtiyaç listemi tamamlayıp köyün durağına gittim. Minibüs hazırda bekliyordu. Eşyalarımı yerleştirdikten sonra uygun bir yere geçip oturdum. Köye doğru geri dönüş başladı.
     Araba yol alırken içime bir sıkıntı çöktü. Köy durağında indikten sonra, bu kadar ağırlığı nasıl taşıyacağımın sıkıntısıydı bu. Çaresi yok, omuzlayıp gidecektim ama ineceğim yeri seçmekte tereddüt ediyordum. Dere ağzında inersem; dik bir rampa tırmanmam gerekiyordu ve yukarı  çıkarıncaya kadar çok yorulacaktım. Tepede inersem; yol düz daha kolay giderim düşüncesiyle tepede inmeye karar verdim.
   Tepeye geldik arabadan indim. Yalnız başımaydım.  Eşyaların bulunduğu çuvalları heybe biçiminde bağlayıp omuzuma aldım. Sabah geldiğim yoldan geri dönüş yoluna başladım. Gündüzün sıcağında donan karın çözülüp  yumuşayacağını ve batacağını düşünememiştim. Yoldan ayrıldıktan kısa bir süre sonra bunu anladım ama artık çok geç kalmıştım. Kar yumuşamış su haline gelmişti. Bastığım her yer çatala kadar batıyordu. İki üç adımda bir bekleyip soluklanmak zorunda kalıyordum. Önümde yaklaşık dört kilometreye yakın yürünecek yol vardı. Bata çıka bir kilometreye yakın gittim. Baktım olmuyor. Köyden kızak getirip eşyaları kızakla götürmeye karar verdim. Eşyaları yol kenarına bırakıp yürümeye devam ettim. Bata çıka köye gittim. Akşam olmak üzereydi.  Bir kızak bulup eşyaları bir an önce eve getirmeliydim.
    Komşu evden bir kızak buldum. Bir ip bağlayıp arkamdan sürüyerek eşyaya doğru yola çıktım. Kar sulanmış, kızak kaymıyordu. Hafif bir rampadan yukarı çıktıktan sonra kızağı bırakıp eşyayı kızağa taşımaya karar verdim. Bulunduğumuz yer ile eşyaların bulunduğu yer arasındaki mesafe yaklaşık bir kilometreden fazlaydı. Yorgunluktan dermanım kesilmiş, gözlerim kararmaya başlamıştı. Ama başka yolu yoktu. Yürümeye başladım. Biraz yürüdükten sonra, keçilerini; karın eridiği güneyli yamaçlara otlatmaya götüren  Sıddık Barut ile  karşılaştım. Beni görünce şaşırdı ve;
    -Hocam; hayırdır bu akşam üzeri nereye gidiyorsun? dedi.
    Yorgun bir sesle;
    -Bingöl'den gelirken biraz ihtiyaç getirmiştim. Yorulunca ilerde yolun kenarına bıraktım. O eşyayı almaya gidiyorum, dedim.   
    Adam yorgunluğumu yüzümden okumuş olacak ki;
    -Sen çok yorulmuşsun. Keçilerin önünde yürü. Onlar peşinden gelir. Ben eşyayı alır getiririm, dedi.
    Bu bana verilebilecek en büyük ödüldü. Hayvanların önünde yürümeye başladım. Köye kadar gittik. Çok geçmeden Sıddık eşyaları omuzlayıp geldi. Ama bu sefer de kızak yolda kaldı. Karanlık olmadan onun da köye getirilmesi gerekiyordu.
    Biraz dinlendikten sonra kızağı almaya gittim. Güneş batmış, hava soğumaya başlamıştı. Kızağı çekmeye başladım. Kar hafiften donmuş, kızak kolay kayıyordu. Baş aşağı olunca, kızağı arkamdan sürüyeceğime, bindim  köye kadar kayarak geldim.
    Kararsızlık, hele bazen de yanlış verilen kararlar, insanı olduğundan fazla yorarmış. 
                                                              Ali Akdoğan

5 Şubat 2011 Cumartesi

Çocuğumuz Nekadar Önemli?

   Bu soru sorulduğunda akan sular durur.  Çocuklarımız mutlaka çok önemlidir. Bundan şüphelenmeye kimsenin hakkı yok. Ama kuru bir ifadeyle bunu kanıtlayamazsınız. Davranışlarınız ve konuşmalarınız bu düşüncenizi destekliyor mu? Bu sorunun cevabı evet ise işte o zaman inandırıcı olursunuz.
   Çocuğun kendini değerli hissetmesi için ne yapıyoruz? Kendini güvende hissetmesi için hangi çabalar içindeyiz? Düşüncelerini ne kadar önemsiyoruz? Kararlarını uygulamak istediklerinde, sabır gösterebiliyor muyuz? Kararlarımıza bir itirazları olduğunda, onları sonuna kadar dinleme olgunluğunda mıyız? Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Cevaplarını ararken kaçına evet dediğimiz önemli.
    Çocuğumuz okuldan gelirken kendisini kapıda güleryüzlü karşılıyorsak, çantasını sırtından alıp içeriye hafiflemiş bir biçimde girmesine yardımcı oluyorsak, herhangi bir zamanda, soru sorduğunda; ne kadar önemli işimiz olursa olsun, ertelemeden anında cevaplıyorsak,  çocuğumuzun kendini değerli hissetmesi için üzerimize düşen sorumluluğun büyük bölümünü yerine getirmiş oluruz.
   Karşılaştıkları güçlükleri aşmalarında kendilerine fırsat vermeliyiz. Çözümsüzlüklerde, desteğimizi arkalarında görmeleri, kendilerini güvende hissetmelerini sağlar. Ama bu destek korumacılıkla karıştırılmamalıdır. Kişiliğinin oluşmasında, korumacılığın olumsuz etkilerini asla unutmamalıyız.
    Düşüncelerini önemsemeli, aile içinde alınan karalara onları da ortak etmeliyiz. Eve alınan bir eşyada, onların fikrine de başvurulmalı, doğru bulunduğuna karar verilirse, onların düşüncesi doğrultusunda davranılarak aile içinde önemsendikleri fikri aşılanmalıdır.
    Herhangi bir konuda kararlarını açıkladıklarında, olumsuz davranış içine girip, peşinen karşı çıkmak yerine, tartışarak kararın anlaşılmasına ve olgunlaşmasına yardımcı olmalı, eğer uygun bulunuyorsa, yüreklendirerek lider kişiliklerinin gelişmesine olanak hazırlamalıyız.
    Verdiğimiz bir karara itiraz ettiklerinde; hemen saygısızlık yapıyor gibi algılayarak kestirip atmamalı, düşüncesini sonuna kadar dinleme sabrını mutlaka göstermeliyiz. Kararımıza neden karşı çıktığını anladıktan sonra, uygun bir anlatımla ikna etme yolunu seçerek olabilecek kırgınlıkların önüne geçmeliyiz.
     Bu yazılanların, aile bütünlüğünün devamında olduğu kadar, çocuklarımızın gelecekteki başarılarının ve sağlam kişiliklerinin oluşmasında da çok önemli  olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
     Sağlıklı bir toplum yaratmak için, sağlam kişilikli bireyler yetiştirmemiz gerektiğini unutmayalım.
                                                                         Ali Akdoğan




1 Şubat 2011 Salı

Kekemelik Kader Değil

   Çocuklar genellikle kurallı uzun cümle kurma döneminde kekelemeye başlarlar. Üç ile dört yaş arası bu döneme denk gelmektedir. Aile büyüklerinin bu yaş döneminde konuşmalarında çok dikkatli olması gerekir.
    Aslında bu dönemde çocuklar daha güzel ve anlamlı cümle kurmak için çabalarken, düşünme sırasında geçen sürede, farkında olmadan, ünlü seslerin başa geldiği sözcüklerde kekelemeye başlarlar. Böyle bir ortam oluştuğunda, yanında bulunanları göz ucuyla izleyen çocuk, bütün dikkatlerin üzerinde toplandığını hissederse heyecanlanır. Kekeleme süresi ve kekelediği ünlü ses sayısı artmaya başlar. Çevresindeki insanların; işin farkına varıp gülüşmesi, durumun vahametini arttırır. Zamanla, çocuk konuşmaya başlayıp kekelediği sözcüklerin sonunu getirmeye çalışırken, yanındaki büyükleri, sözcüğü çocuğun ağzından kapıp tamamlarsa, iş çıkmaza doğru gider. Gelen misafirin yanında kekeleyen çocuk daha çok konuşmak ister. Bu, kendini ispat çabasıdır. Fakat büyükler; çocuğun daha çok yorulmasını önlemek amacıyla konuşmalara müdahale ederek farkında olmadan küçük düşürürler. Kendine güvenini yitiren kimi çocuklar, böyle durumlarda içine kapanarak kekemeliği bir kader gibi kabullenmeye başlar. Bazı zeki çocuklar ise, bu duruma kendi çabalarıyla çözüm bulmaya çalışarak mücadelesine devam eder.
     Çocuk ünlü sesle başlayan sözcüğün başına bir ünsüz ses getirerek sözcüğü daha kolay çıkarmaya başlar. Örneğin "anne" sözcüğünün başına "v" sesi getirerek sözcüğü "vanne" haline getirdiğinde kekelemeden söylemeye başlar. İşte tam burada büyüklere büyük görevler düşer. Çocuğu yüreklendirmeli ve bu tür sözcükleri çoğaltarak konuşma alıştırmalarında yardımcı olmalıyız. Ünlü seslerin başa geldiği sözcükleri heceleyerek ve türkü formatında çocukla birlikte söylemeli ve buna uzun zaman ayırmalıyız. Çocuğun kekeleyerek başladığı sözcüğü tamamlamasını beklemeli ve sıkıldığımızı ona sezdirmemeliyiz. Onu olduğu gibi kabullenmeli ve ailece görüştüğümüz kişilere bunu anlatarak onların da bu durumu kabullenmelerini sağlamalıyız. Okulda öğretmenine durumu anlatıp sınıf içindeki arkadaşlarının arasında alay konusu olmasına engel olmalıyız. Bunları yaparken çocuğumuzun geleceğini kurtardığımızı unutmayalım.
    İlkokul öğrencisiydim. Sınıfımızda Sultan Güvercin adında bir arkadaşımız vardı. Çok zekiydi. Dersleri bizden daha iyiydi. Ama kekeme olduğu için ilkokuldan sonra okulu bırakmak zorunda kaldı. Bu beni çok derinden etkilemişti.  
   Bu tür sorunları olan aile büyüklerinin profesyonel destek almaları mutlaka gereklidir. Bu konuda yazılmış eserleri okumaları gerekir. Ben Mersin'in Mut ilçesi Ilıca köyüne bağlı Çatakbağ mahallesinde öğretmen olarak görev yaparken, büyük oğlum tam kurallı cümle dönemindeydi. Atamamızın çıkması ve geldiğimiz köydeki insanların yöresel dil ile konuşmaları ve konuşmadaki şive farkından dolayı kekelemeye başladı. İlk başlarda ne yapacağımızı bilemedik. Mehmet Okuturlar'ın bu konuda yazdığı bir kitabı olduğunu öğrenip kendisinden istedim. Mehmet bey elinde yeterli kitap olmadığı için ilgili bölümün fotokopisini çektirip postayla bana gönderdi. Mehmet beyin bu özverili davranışı beni çok duygulandırdı.  Bana göre bu çok büyük bir insani davranıştı. Kendisine buradan minnettarlığımı bildirmek istiyorum.
    Gelen fotokopileri okuduktan sonra ne büyük yanlışlıklar yaptığımı gördüm ve öğretmen olarak bunları bilmediğim için utandım. Çocuğumla doğru ilgilendikten sonra sorunu daha kolay çözdük. Kekelemeyle ilgili hiç bir sorunumuz kalmadı. Oğlum başarılı bir öğrencilik döneminden sonra; Ortadoğu Teknik Üniversitesinde çift ana dal okudu. Fizik ve Fizik öğretmenliği bölümünü bitirdi. Eğitim alanında doktorasını yaptı.
     İşte yukarıda verdiğim Sultan  örneği ve bizim örneğimiz canlı birer hayat dersi. Bu tür sorunu olan aileleri uyarmak amacıyla böyle bir yazı yazma ihtiyacı duydum. Uyarılarımla onların ufuklarında küçük de olsa bir pencere açmış olmayı umut ediyorum.  
    Her bilgi insanın ufkunu genişletir. Yaşamına anlam katar.
                                                            Ali Akdoğan