2015 yılının Ağustos ayı ortalarıydı. Hava çok sıcaktı. Klimayı çalıştırmış salonda oturuyorduk. Çocuklarımız gelmişti. Çok sevinçliydik.
Sertaç oğlumuz ve kız arkadaşı Elif; akıllı tahtaların kullanımı ile ilgili öğretmenlere seminer vermek üzere SEBİT şirketi adına görevli olarak Ankara'dan gelmişlerdi. Serkan oğlumuz da konservatuvar mezunu ve aynı zamanda İstanbul'da bir özel okulda müzik öğretmeniydi. Yaz tatiline gelmişti.
Hava çok sıcak olduğu için klima çalışıyordu. Oturduğumuz evimizin salonu serinlemişti. Biz de bu serinlikte oturmuş sazlı sözlü bir ortam yaratmıştık. Serkan saz çalıyor, biz de türkü söylüyorduk. Evin içi şenlik yeri gibiydi. Eşim de mutfakta çalışıyor, oradan oraya gidip geliyor, bazen de bize katılıyordu. Mutfağımız amerikan mutfak ve salon ile beraber olduğu için yemek pişerken aspiratör çalışsa bile içeriye bazen yemek kokuları yayılabiliyordu.
İşte bu kokulardan rahatsız olmayalım diye, eşim balkonda piknik tüpünde haşlansın diye tencerede nohut koymuş. Tüp alevi rüzgardan etkilenmesin diye önüne korunak olarak izopan panel koymuş. Öyle bir kamuflaj oluşmuş ki; uzaktan bakınca ne tüpün yandığı, ne de tencere görünmüyor- du Bundan eşim hariç hiçbirimizin haberi yoktu. Daha sonra eşim de evdeki şenliğin havasına kapılıp balkondaki nohut haşlanan tencereyi unutmuştu. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık.
İçeriye bazı yanık kokuları gelmeye başladı. Eşim balkona çıktı. Az sonra geri geldi.
- Üstümüzde oturan komşulara Mut'tan misafirler geldi. Buğday kavırkası yapıyorlar. Fena koktu, dedi.
Biz eğlenceyi kesmeden devam ettik. Koku giderek çoğaldı. Ben balkona çıktım. Etrafı koklayarak kokunun nereden geldiğini saptamaya çalıştım. Bir sonuç alamadım. Ama etrafta ağır bir yanık kokusu vardı. Evden çıktım Bahçeye indim Çöp dökme bahanesiyle bahçeden dışarı çıktım. Uzaktan binaya baktım. Herhangi bir anormallik göremedim. Eve geri döndüm. Bir süre daha sazlı sözlü ortam devam etti. Eşim bir kez daha balkona çıktı dolanıp geri geldi. Koku giderek artıyor. Bu kez de eşimin ilginç bir açıklaması oldu.
- Yan taraftaki inşaatlarda plastik kablo falan yakıyorlar herhalde. Bu koku etrafı batırdı, dedi.
Bu açıklama mantıklı gelmişti. Ama çok geçmeden klimanın çalıştığını hatırladık.. Bizim klimanın herhangi bir yerinde şase olmasın diye hepimiz aynı anda balkona fırladık. Etrafı koklayarak dolanmaya başladık. Hiç birimiz bir şey bulamadık. Eşim;
- Çıkıp komşuların kapılarını tek, tek çalalım. Kimden geliyorsa bu yanık kokusu uyaralım. Allah korusun evin dışı köpükle yalıtımlı. Bir tutuşursa kısa sürede bütün bina yanıp küle döner, dedi.
- Vakit gece yarısını geçmiş. Saat bir, Bu saatte kimin kapısını çalalım. Olmaz, dedim.
Serkan koklayarak dolanmaya devam etti. Birden balkonun köşesinde durdu.
- Ne varsa burada var. Bütün koku buradan geliyor, dedi.
Lambayı yakmadığımız için etrafta loş bir aydınlık vardı. İzopan panelin arkasındaki tüpün yanmakta olduğunu ve üstündeki tencereyi işte o zaman gördük. Eşim; gözleri yuvasından fırlamış, şaşkın bir vaziyette;
- Ben bunu tüpe koyalı çok oldu. İçerideki eğlenceye kaptırdık, unutmuşum, dedi.
Tencerenin kapağını açtık. Kesif bir yanık kokusu etrafa yayıldı. Tencereyi Bir hışımla aldım. Çocuklar Tüpü söndürdüler. Tüpün demirden yapılmış sac ayağı kor haline gelmişti. Balkonun ışığını yaktık. Tencerenin içindeki nohutları incelemeye başladık. Çoğu kömürleşmişti.Eşime takıldım.
- Bu nohutları ben pazardan alıp getirdiğimde beğenmediğini söylemiştin. Bu nohut neden böyle ufak demiştin. Hatırladın mı? Yazık oldu benim ufak nohutlarıma, Sen bu nohutları yakacağına o günden karar vermişsin anlaşılan dedim.
Hep birlikte güldük.
Kendi halimize gülmeye başladık. İyi ki kimsenin kapısını çalmamıştık. Ama bunun yanında yangın ihtimalini düşününce içimiz ürperdi. İyi ki kötü bir şey olmamıştı.
Zaten çoğu ev kazaları böyle basit unutma yada önemsemeden yapılan işlerden kaynaklanmıyor mu? Sakın unutmayalım.
Ali AKDOĞAN
28 Aralık 2015 Pazartesi
3 Ekim 2015 Cumartesi
Analar Ağlamasın Derken Babalar Unutulmasın
Son zamanlarda ülkemizde o kadar çok ölümler oldu ki, trafik kazaları sel felaketleri, çatışmalar ve daha bir çok ölümler, yok yere yitirilen canlar. Analar ağlamasın derken her gün anaları ağlattık. Toplumda öyle bir düşünce yerleşti ki; ölen evlatların arkasından sadece annelerin ağladığı düşünüldü. Peki açıktan ağlayamayan veya göz yaşlarını açıktan akıtmayı erkekliğe sığdıramayarak içine damlatan ve yüreği kanlı göz yaşlarıyla dolan babalar. Babaların çektiği acıyı düşünebiliyor musunuz?
Hiç düşündünüz mü? Ölen evladın ardından annenin acısı daha fazla, babanın acısı daha az olabilir mi? Bu soruyu kendinize sordunuz mu? Böyle bir düşünceye sahip olmak bile ayrımcılıktır. Evlat hem annenin, hem de babanın canının yarısıdır. Bir anne ve baba için yaşama sevinci, çocuğunun sağlıklı yaşıyor olmasıdır. Çocuğunun tırnağı taşa değse her iki ebe beyinin de ciğeri aynı derecede sızlar. Anne biraz daha fazla feveran ederek acı çektiğini açığa vurur. Baba ise yüz ifadesinin değişmesiyle gösterir acısını. Yaşanan travma aynı ölçüdedir aslında.
Lütfen acıları yarıştırmak için bu yazıyı yazdığımı sanmayın. Benim tek rahatsızlığım acılar tanımlanırken babaların unutulması. Aslında kardeşler, eşler, çocuklar, sevgililer de büyük acı yaşarlar. Bunların hiç birinin unutulmaması gerekir. Bu saydığım yakınların acısını basitleştirerek onların acısına saygısızlık yapılmasını istemiyorum. Acı acıdır. "Ateş düştüğü yeri yakar." Bu söz aslında çok anlamlıdır ve tam da burada yerine oturuyor. Ama bizim folklorik kültürümüzde bile bu ayrım yapılmıştır. Halk Türküsünün birinde "Ağlarsa anam ağlar, Gerisi yalan ağlar" sözleriyle acıların farklı yaşandığını ima etmektedir.
Tabi ki analar ağlamasın. Ama bunun yanında babalar, kardeşler, eşler çocuklar, sevgililer de ağlamasın. Yaşatmamız gereken insanımızı gözümüz gibi sakınalım koruyalım ki kimse ağlamasın. Aslında çok güzel günler yaşamak bu toprağın insanlarının da hakkı. Bu hakkı kendimize verelim. Dünya büyük, ülkemiz güzel, herkese yaşayacak kadar yer vardır, diyorum.
Ali AKDOĞAN
Hiç düşündünüz mü? Ölen evladın ardından annenin acısı daha fazla, babanın acısı daha az olabilir mi? Bu soruyu kendinize sordunuz mu? Böyle bir düşünceye sahip olmak bile ayrımcılıktır. Evlat hem annenin, hem de babanın canının yarısıdır. Bir anne ve baba için yaşama sevinci, çocuğunun sağlıklı yaşıyor olmasıdır. Çocuğunun tırnağı taşa değse her iki ebe beyinin de ciğeri aynı derecede sızlar. Anne biraz daha fazla feveran ederek acı çektiğini açığa vurur. Baba ise yüz ifadesinin değişmesiyle gösterir acısını. Yaşanan travma aynı ölçüdedir aslında.
Lütfen acıları yarıştırmak için bu yazıyı yazdığımı sanmayın. Benim tek rahatsızlığım acılar tanımlanırken babaların unutulması. Aslında kardeşler, eşler, çocuklar, sevgililer de büyük acı yaşarlar. Bunların hiç birinin unutulmaması gerekir. Bu saydığım yakınların acısını basitleştirerek onların acısına saygısızlık yapılmasını istemiyorum. Acı acıdır. "Ateş düştüğü yeri yakar." Bu söz aslında çok anlamlıdır ve tam da burada yerine oturuyor. Ama bizim folklorik kültürümüzde bile bu ayrım yapılmıştır. Halk Türküsünün birinde "Ağlarsa anam ağlar, Gerisi yalan ağlar" sözleriyle acıların farklı yaşandığını ima etmektedir.
Tabi ki analar ağlamasın. Ama bunun yanında babalar, kardeşler, eşler çocuklar, sevgililer de ağlamasın. Yaşatmamız gereken insanımızı gözümüz gibi sakınalım koruyalım ki kimse ağlamasın. Aslında çok güzel günler yaşamak bu toprağın insanlarının da hakkı. Bu hakkı kendimize verelim. Dünya büyük, ülkemiz güzel, herkese yaşayacak kadar yer vardır, diyorum.
Ali AKDOĞAN
11 Temmuz 2015 Cumartesi
Sifonu Çektikten Sonra Yaşadığım Korku
1968 yılında Ortaokul ikinci sınıftayken Yatılı okul sınavını kazandım ve Bingöl Lisesinin ortaokul bölümünde yatılı öğrenci olarak okumak üzere Bingöl'e gittim. Geldiğim yer aile ortamından daha modern bir yerdi. Düzenli bir yaşam ortamıyla ilk kez tanışıyordum. Çünkü;evimiz ilçe merkezinde olmasına rağmen sıradan bir köy evinden farksızdı. Yani; suyu akan sifonu olan bağımsız bir tuvaleti yoktu. Ortama alışmak uzun sürdü.
Bir gün tuvalette ihtiyacımı giderdikten sonra kafamı kaldırıp yukarı baktım. Tuvaletin içini inceliyordum. Yukarıda duvara asılı bir beyaz kutu ve onun kenarından aşağıya sarkan bir zincir gördüm. Adının sifon olduğunu sonradan öğrendiğim teknoloji ile ilk tanışmamdı bu. Sifonun kenarından aşağıya sarkan zincirin ucunda tokmağa benzer bir tutamaç görünüyordu. Sallanan tutamağı tutup incelemeye başladım. Ne işe yaradığını çözmeye çalışıyordum. Elimdeki tutamağı aşağı doğru çektim. Çok kuvvetli çektiğimi fark edememiştim. neredeyse yukarıda asılı duran su kutusu yerinden sökülüp yere düşecekti. Borudan aşağıya faş diye bir sesle su akmaya başladı. Tuvaletin içine, kovadan boşalırcasına su akıyordu. Çok su akınca, koktum.
- Herhalde bozuldu dedim.kendi kendime.
Bekledim bir türlü su kesilmiyordu. Okulun su kutusunu bozdum. Beni okuldan atacaklar diye çok korktum. Neyse ki; sonra akan su durdu. Bu sefer de yukarıda asılı duran kutuya su dolmaya başladı. Doluncaya kadar bekledim. Su sesi kesilince içime bir rahatlama geldi. Tek sevincim su kutusu bozulmamıştı.
Ama bu nasıl bir sistemdi. Su akıyor, kendi kendine kesiliyor ve boşalan depo tekrar doluyor. Depoyu dolduran musluk kendi kendine suyu kesiyor. Depoya dolan su yukarıda yeni kullanım için hazırda bekliyor. diye merak etmeye başladım.
İpi bir daha ama bu kez yavaş çektim. Yine faş diye bir sesle su akmaya başladı. Akan su tuvaletin içini yıkadıktan sonra tahliyeden boşalıp gitti. Yine su dolmaya başladı ve bir süre sora ses kesildi. Bunu bir kaç kez yaptıktan sonra kendime geldim. Bunun bir oyun aracı olmadığını, akan suyun boşa gittiğini düşündüm. Tuvaletten çıktım. Hızlı adımlarla okulun bahçesinde gezinen, sohbet eden arkadaşlarımın yanına gittim. Onlara bazı şeyler sormak istiyordum. Ama beni bilgisiz, cahil olarak tanısınlar istemedim. Soracaklarımı içimde tutmaya karar verdim. Okula yeni gelmiştik. Yeni tanışıyorduk. Hiç gerek yok dedim. Kafamın içindeki sorular beni rahat bırakmıyordu.
Bir gün okulun hizmetlisine aklımdan geçen soruları sordum. O da gayet güzel cevapladı.
Kutuyu gösterip,
-Bunun adı nedir? diye sordum.
Hizmetli;
- Sifon, dedi
-Ne işe yarıyor? dedim.
-Onun içine su doluyor. İpini çektiğimiz zaman içindeki su tuvalet taşını ve çevresini yıkayarak temizliyor, dedi
- O su oraya nasıl doluyor? Niye akmaya devam etmiyor? diye sorunca;
- Onlar teknik işler. Onun içinde bir takım mekanizmalar var. Ben onları sana anlatamam. Anlatsam da sen anlayamazsın. Büyüyünce öğrenirsin, dedi.
Gerçekten de büyüdükten sonra onun içindeki şamandırayı ve suyun nasıl dolup nasıl boşaldığını öğrendim. Ama yine de bana çok şey öğretmişti okulumuzun hizmetlisi. Bilgisizlikten, cahillikten kurtarmıştı.
Ali Akdoğan
,
Bir gün tuvalette ihtiyacımı giderdikten sonra kafamı kaldırıp yukarı baktım. Tuvaletin içini inceliyordum. Yukarıda duvara asılı bir beyaz kutu ve onun kenarından aşağıya sarkan bir zincir gördüm. Adının sifon olduğunu sonradan öğrendiğim teknoloji ile ilk tanışmamdı bu. Sifonun kenarından aşağıya sarkan zincirin ucunda tokmağa benzer bir tutamaç görünüyordu. Sallanan tutamağı tutup incelemeye başladım. Ne işe yaradığını çözmeye çalışıyordum. Elimdeki tutamağı aşağı doğru çektim. Çok kuvvetli çektiğimi fark edememiştim. neredeyse yukarıda asılı duran su kutusu yerinden sökülüp yere düşecekti. Borudan aşağıya faş diye bir sesle su akmaya başladı. Tuvaletin içine, kovadan boşalırcasına su akıyordu. Çok su akınca, koktum.
- Herhalde bozuldu dedim.kendi kendime.
Bekledim bir türlü su kesilmiyordu. Okulun su kutusunu bozdum. Beni okuldan atacaklar diye çok korktum. Neyse ki; sonra akan su durdu. Bu sefer de yukarıda asılı duran kutuya su dolmaya başladı. Doluncaya kadar bekledim. Su sesi kesilince içime bir rahatlama geldi. Tek sevincim su kutusu bozulmamıştı.
Ama bu nasıl bir sistemdi. Su akıyor, kendi kendine kesiliyor ve boşalan depo tekrar doluyor. Depoyu dolduran musluk kendi kendine suyu kesiyor. Depoya dolan su yukarıda yeni kullanım için hazırda bekliyor. diye merak etmeye başladım.
İpi bir daha ama bu kez yavaş çektim. Yine faş diye bir sesle su akmaya başladı. Akan su tuvaletin içini yıkadıktan sonra tahliyeden boşalıp gitti. Yine su dolmaya başladı ve bir süre sora ses kesildi. Bunu bir kaç kez yaptıktan sonra kendime geldim. Bunun bir oyun aracı olmadığını, akan suyun boşa gittiğini düşündüm. Tuvaletten çıktım. Hızlı adımlarla okulun bahçesinde gezinen, sohbet eden arkadaşlarımın yanına gittim. Onlara bazı şeyler sormak istiyordum. Ama beni bilgisiz, cahil olarak tanısınlar istemedim. Soracaklarımı içimde tutmaya karar verdim. Okula yeni gelmiştik. Yeni tanışıyorduk. Hiç gerek yok dedim. Kafamın içindeki sorular beni rahat bırakmıyordu.
Bir gün okulun hizmetlisine aklımdan geçen soruları sordum. O da gayet güzel cevapladı.
Kutuyu gösterip,
-Bunun adı nedir? diye sordum.
Hizmetli;
- Sifon, dedi
-Ne işe yarıyor? dedim.
-Onun içine su doluyor. İpini çektiğimiz zaman içindeki su tuvalet taşını ve çevresini yıkayarak temizliyor, dedi
- O su oraya nasıl doluyor? Niye akmaya devam etmiyor? diye sorunca;
- Onlar teknik işler. Onun içinde bir takım mekanizmalar var. Ben onları sana anlatamam. Anlatsam da sen anlayamazsın. Büyüyünce öğrenirsin, dedi.
Gerçekten de büyüdükten sonra onun içindeki şamandırayı ve suyun nasıl dolup nasıl boşaldığını öğrendim. Ama yine de bana çok şey öğretmişti okulumuzun hizmetlisi. Bilgisizlikten, cahillikten kurtarmıştı.
Ali Akdoğan
,
9 Nisan 2015 Perşembe
KOCA KARI SOĞUKLARI
Bu yazımda sizlere; halkın dilinden günümüze ulaşan bir hikaye anlatacağım. Bu yöresel bir hikaye de olabilir. Ancak toplumumuzun büyük kesimi tarafından bilindiğini, belki değişik biçimlerde anlatıldığını düşünüyorum.
Göçebe toplumlarda tabiat olaylarından hikayeler uydurmuşlar. Kendilerine göre günün anlamına uygun anlamlar yükleyerek nesilden nesile aktarılmasını sağlamışlar. Bu hikaye de öyle bir şey.
Yaşlı köylü kadının yedi tane çepici varmış. O yıl kış çok zorlu geçmiş. Şubat sonuna kadar çepiçler kayıp vermeden atlatmış kışı. Cemreler düşünce yaşlı kadın sevinmeye başlamış. Bundan sonra havalar ısınacak. Hayvanlarımı kışın zor günlerinden kurtardım diye seviniyormuş. Mart ayının son dört günü çok soğuk olmuş ve her gün bir çepiç ölmüş. Nisan ayına üç çepiç kurtulmuş. Koca karı tam seviniyormuş ki, Mart ayı; ilk üç gününü ödünç almak için Nisan ayına gitmiş.
Nisan ayı şaşırmış;
-Hayırdır Mart kardeş? diye sormuş.
Mart ayı;
- Nisan kardeş senden üç gün ödünç istiyorum, bana bu ilk üç gününü ödünç verir misin? demiş
Nisan ayı;
- Ne yapacağını söylersen veririm, demiş.
Mart ayı;
- Koca karının yedi çepici vardı. Dördünü son dört günde soğuktan öldürdüm. Üç çepici kaldı.
Bunları kurtardım. Nisan ayında sıcak olur. Kalan üç çepicimi besler satar ihtiyaçlarımı karşılarım. Allah Mart ayının belasını versin. Gidişi olsun, bir daha gelişi olmasın, diye laflar ediyormuş. Bu benim çok ağırıma gitti. Senden ödünç aldığım üç günde de kalan üç çepici soğuktan öldüreceğim. Ona dersini vereceğim, demiş.
Gerçekten de Nisan ayından ödünç aldığı üç gün içinde de her gün bir çepiç soğuktan ölüyormuş. Koca karı, son kalan topal çepiç soğuktan ölmesin diye, köylerde sütün yoğurdun üstüne kapatılan kocaman sepetin altına saklamış. Sıcak olsun diye sepetin üstünü evdeki çullarla örtmüş. Ama üçüncü gün kalkmış bakmış topal çepiç de sepetin altında ölmüş.
İşte Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. Mart ayı dert ayı. Ya da aynı Mart havası gibisin bir yağıyor, bir açıyorsun. diye boşuna dememiş atalar.
Şu son günlerde yaşadığımız soğuklar, halk arasında koca karı soğukları olarak bilinir. Ayrıca mart ayının dokuzunda leyleklerin ülkemize geliş tarihine denk gelen mart dokuzu soğukları olur. Hatta o tarihte kar yağarsa yağan kara da leylek karı derler. Mayıs ayında da soğuk günlerin olduğu bir dönem vardır. Genelde dolu Mayıs ayının o döneminde yağar. Meraya çıkan mandalar bu soğuk ve doludan büyük zarar görür. Ölenler olur. O soğuklara da camuzkıran soğukları denir.
Şu soğukları zararsız atlatma dileği ile herkese sağlıklar diliyorum.
Ali Akdoğan
Göçebe toplumlarda tabiat olaylarından hikayeler uydurmuşlar. Kendilerine göre günün anlamına uygun anlamlar yükleyerek nesilden nesile aktarılmasını sağlamışlar. Bu hikaye de öyle bir şey.
Yaşlı köylü kadının yedi tane çepici varmış. O yıl kış çok zorlu geçmiş. Şubat sonuna kadar çepiçler kayıp vermeden atlatmış kışı. Cemreler düşünce yaşlı kadın sevinmeye başlamış. Bundan sonra havalar ısınacak. Hayvanlarımı kışın zor günlerinden kurtardım diye seviniyormuş. Mart ayının son dört günü çok soğuk olmuş ve her gün bir çepiç ölmüş. Nisan ayına üç çepiç kurtulmuş. Koca karı tam seviniyormuş ki, Mart ayı; ilk üç gününü ödünç almak için Nisan ayına gitmiş.
Nisan ayı şaşırmış;
-Hayırdır Mart kardeş? diye sormuş.
Mart ayı;
- Nisan kardeş senden üç gün ödünç istiyorum, bana bu ilk üç gününü ödünç verir misin? demiş
Nisan ayı;
- Ne yapacağını söylersen veririm, demiş.
Mart ayı;
- Koca karının yedi çepici vardı. Dördünü son dört günde soğuktan öldürdüm. Üç çepici kaldı.
Bunları kurtardım. Nisan ayında sıcak olur. Kalan üç çepicimi besler satar ihtiyaçlarımı karşılarım. Allah Mart ayının belasını versin. Gidişi olsun, bir daha gelişi olmasın, diye laflar ediyormuş. Bu benim çok ağırıma gitti. Senden ödünç aldığım üç günde de kalan üç çepici soğuktan öldüreceğim. Ona dersini vereceğim, demiş.
Gerçekten de Nisan ayından ödünç aldığı üç gün içinde de her gün bir çepiç soğuktan ölüyormuş. Koca karı, son kalan topal çepiç soğuktan ölmesin diye, köylerde sütün yoğurdun üstüne kapatılan kocaman sepetin altına saklamış. Sıcak olsun diye sepetin üstünü evdeki çullarla örtmüş. Ama üçüncü gün kalkmış bakmış topal çepiç de sepetin altında ölmüş.
İşte Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. Mart ayı dert ayı. Ya da aynı Mart havası gibisin bir yağıyor, bir açıyorsun. diye boşuna dememiş atalar.
Şu son günlerde yaşadığımız soğuklar, halk arasında koca karı soğukları olarak bilinir. Ayrıca mart ayının dokuzunda leyleklerin ülkemize geliş tarihine denk gelen mart dokuzu soğukları olur. Hatta o tarihte kar yağarsa yağan kara da leylek karı derler. Mayıs ayında da soğuk günlerin olduğu bir dönem vardır. Genelde dolu Mayıs ayının o döneminde yağar. Meraya çıkan mandalar bu soğuk ve doludan büyük zarar görür. Ölenler olur. O soğuklara da camuzkıran soğukları denir.
Şu soğukları zararsız atlatma dileği ile herkese sağlıklar diliyorum.
Ali Akdoğan
19 Mart 2015 Perşembe
Ulucanlar'da Yitip Giden Hayaller
Bu yazımda; Ankara'da bulunduğum bir sırada, eşim ve büyük oğlum ile birlikte, ceza evinden müzeye dönüştürülen Ankara Ulucanlar ceza evini ziyarete gittik. geçirdiğim bir güne sığdırabildiğim izlenimlerimi yazmak istiyorum.
Sanki içerdeki bir tutukluyu ziyarete gidiyormuşuz gibi heyecanlıydım. Benimle birlikte olanların da aynı heyecanı taşıdıkları yüzlerinden okunuyordu. Aracımızı uygun yere park ettikten sonra nizamiye kapısına doğru yürüdük. kapıda bizi özel güvenlik karşıladı ve içeriye girebileceğimiz giriş kapısına yönlendirdi. Dar bir kapıdan küçücük bir odaya girdik. Üstümüz arandı. Kimliklerimizi aldılar. Ziyaret için gerekli giriş biletlerini aldık. Turnikelerden geçip ön bahçeye girdik. Duvarlara asılan ok işaretleri gezeceğimiz güzergaha yönlendiriyordu bizi. Hemen karşımıza ilk çıkan idari bölüme girdik. Merdivenlerden yukarı çıktık çok kasvetli bir havası vardı.
Merdivenlerden aşağı inip karşımıza çıkan küçük bir kapıdan tek kişilik hücrelerin olduğu karanlık bir koridora girdik. Elimizdeki cep telefonlarının fenerlerinden yararlanarak ilerlemeye çalışıyorduk. Üç boyutlu olarak hazırlanan bu hücreler çok ürkütücüydü. Fonda megafona verilen bir ses ortamın sessizliğini bozdu. O ses gardiyanın yaptığı işkenceye isyan eden bir mahkumun sesini canlandırıyordu. Sesin geldiği hücrenin kapısını açtığımızda ayaklarından zincire vurulmuş bir mahkumun maketi ve elinde copuyla ona doğru hamle yapan bir gardiyanın maketiydi. İçimiz ürperdi. Bir an düşündüm. Biz gezmek için ziyaretçi olarak bulunduğumuz bu ortamın gerçek yaşandığı ortamı hayal bile etmek istenmeyecek kadar iç burkucuydu. Başka bir hücrede yatağının üstüne oturmuş tespih çeken bir maket. Başka bir hücrede yerde farelerin dolaştığı ve çıplak ayaklarla ayakta duran bir mahkumun maketi. Gözlerimiz biraz daha karanlığa alışmıştı. Etraftaki kör karanlık dağılmıştı. Ama yine de çok karanlıktı. Arka taraftaki çıkış kapısından arka avluya çıktık. Beş altı metre yüksek duvarlarla çevrili bir spor avlusu. Toplasanız yirmi otuz metrekare bir yer. Gezmeye devam ettik.
Şimdiki durağımız koğuş düzeninde birden fazla mahkumun kaldığı büyük odalara geldik. Bu koğuşların ön tarafında hemen girişte mahkumların yemek yapmak için kullandıkları mutfaklar ve mutfak eşyaları yerli yerinde sergilenmiş duruyordu.Banyo yapmak için kullanılan kaplar ve kazanlar, Tuvalet olarak kullandıkları bölümler hepsi hala kullanılıyormuş gibi bir izlenim bıraktı bende. Koğuşa girdik ve orada yatan bir döneme damgasını vuran mahkumların özel eşyaları, fotoğrafları ve yataklarının bulunduğu ranzalar. Merak edip isimlerle ilgilendik. Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, yaşı küçük olduğu için idam cezasına çarptırıldığı için yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren, Daha bir çok edebiyatçı siyasetçi ve öğrenci liderlerinin isimlerini okuduk. Başka bir bölümde bu mahkumlara ait özel eşyaları sergilenmiş.
Mesela Bülent Ecevit'in Şaryo marka daktilosu, Yusuf Aslanın kazağı, Hüseyin İnan'ın idam sehpasına götürürken üzerinde bulunan iç fanilasını kesip çıkarmışlar. O ürkütücü anı gözlerinizin önüne getirin lütfen. Deniz Gezmiş'in süveteri, Muhsin Yazıcıoğlu'nun seccadesi, tespihi ve takkesi camlı cemakanlar içinde sergilenmişti. Ön kapıdan avluya çıktık. Artık çıkış kapısına çok yakındık. Olta atma meydanının duvarlarında orada yatan mahkumların fotoğrafları büyütülmüş ve cemakanlar içinde duvarlara asılmıştı. Esas içimizin burkulduğu tabloyla çıkış kapısına yürüdüğümüzde karşılaştık.
Avluya kurulup gençlerin birer birer asılarak infaz edildiği dar ağacını bir kenarda kuytu bir köşede camlı cemakan içine hapsetmişler. O nasıl bir duygu patlamasıydı yaşadığım anlatamam. Ağlasam mı? Gülsem mi? bilemedim. Önce dar ağacını yapan akla mı şaşayım? yoksa sonra o ağacı hapsedenin aklına mı sevineyim birlemedim. Nice genç fidanımıza kıydık. Nice hayalleri söndürdük. Bir değirmen misalı bir kuşağımızı yok ettik. Ne uğruna? Bunu bilen de yok.
Çıkış kapısından çıktık aracımıza doğru yürürken kendimi yorgun hissediyordum. Benden bir önceki kuşağın yaşadıklarını gözlerimin önüne getirdim ve çok hayıflandım.
-Keşke bunlar yaşanmamış olsaydı. Ülkemin güzel insanları bu acıları hak edecek ne yaptı ki? dedim.
Bu sorunun cevabı birilerinde var olabilir. Ama bende yok.
Yine de o dar ağacını o halde görmek beni sevindirdi. Bir daha böyle acıları yaşamamak dileği ile.
Ali AKDOĞAN
Sanki içerdeki bir tutukluyu ziyarete gidiyormuşuz gibi heyecanlıydım. Benimle birlikte olanların da aynı heyecanı taşıdıkları yüzlerinden okunuyordu. Aracımızı uygun yere park ettikten sonra nizamiye kapısına doğru yürüdük. kapıda bizi özel güvenlik karşıladı ve içeriye girebileceğimiz giriş kapısına yönlendirdi. Dar bir kapıdan küçücük bir odaya girdik. Üstümüz arandı. Kimliklerimizi aldılar. Ziyaret için gerekli giriş biletlerini aldık. Turnikelerden geçip ön bahçeye girdik. Duvarlara asılan ok işaretleri gezeceğimiz güzergaha yönlendiriyordu bizi. Hemen karşımıza ilk çıkan idari bölüme girdik. Merdivenlerden yukarı çıktık çok kasvetli bir havası vardı.
Merdivenlerden aşağı inip karşımıza çıkan küçük bir kapıdan tek kişilik hücrelerin olduğu karanlık bir koridora girdik. Elimizdeki cep telefonlarının fenerlerinden yararlanarak ilerlemeye çalışıyorduk. Üç boyutlu olarak hazırlanan bu hücreler çok ürkütücüydü. Fonda megafona verilen bir ses ortamın sessizliğini bozdu. O ses gardiyanın yaptığı işkenceye isyan eden bir mahkumun sesini canlandırıyordu. Sesin geldiği hücrenin kapısını açtığımızda ayaklarından zincire vurulmuş bir mahkumun maketi ve elinde copuyla ona doğru hamle yapan bir gardiyanın maketiydi. İçimiz ürperdi. Bir an düşündüm. Biz gezmek için ziyaretçi olarak bulunduğumuz bu ortamın gerçek yaşandığı ortamı hayal bile etmek istenmeyecek kadar iç burkucuydu. Başka bir hücrede yatağının üstüne oturmuş tespih çeken bir maket. Başka bir hücrede yerde farelerin dolaştığı ve çıplak ayaklarla ayakta duran bir mahkumun maketi. Gözlerimiz biraz daha karanlığa alışmıştı. Etraftaki kör karanlık dağılmıştı. Ama yine de çok karanlıktı. Arka taraftaki çıkış kapısından arka avluya çıktık. Beş altı metre yüksek duvarlarla çevrili bir spor avlusu. Toplasanız yirmi otuz metrekare bir yer. Gezmeye devam ettik.
Şimdiki durağımız koğuş düzeninde birden fazla mahkumun kaldığı büyük odalara geldik. Bu koğuşların ön tarafında hemen girişte mahkumların yemek yapmak için kullandıkları mutfaklar ve mutfak eşyaları yerli yerinde sergilenmiş duruyordu.Banyo yapmak için kullanılan kaplar ve kazanlar, Tuvalet olarak kullandıkları bölümler hepsi hala kullanılıyormuş gibi bir izlenim bıraktı bende. Koğuşa girdik ve orada yatan bir döneme damgasını vuran mahkumların özel eşyaları, fotoğrafları ve yataklarının bulunduğu ranzalar. Merak edip isimlerle ilgilendik. Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, yaşı küçük olduğu için idam cezasına çarptırıldığı için yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren, Daha bir çok edebiyatçı siyasetçi ve öğrenci liderlerinin isimlerini okuduk. Başka bir bölümde bu mahkumlara ait özel eşyaları sergilenmiş.
Mesela Bülent Ecevit'in Şaryo marka daktilosu, Yusuf Aslanın kazağı, Hüseyin İnan'ın idam sehpasına götürürken üzerinde bulunan iç fanilasını kesip çıkarmışlar. O ürkütücü anı gözlerinizin önüne getirin lütfen. Deniz Gezmiş'in süveteri, Muhsin Yazıcıoğlu'nun seccadesi, tespihi ve takkesi camlı cemakanlar içinde sergilenmişti. Ön kapıdan avluya çıktık. Artık çıkış kapısına çok yakındık. Olta atma meydanının duvarlarında orada yatan mahkumların fotoğrafları büyütülmüş ve cemakanlar içinde duvarlara asılmıştı. Esas içimizin burkulduğu tabloyla çıkış kapısına yürüdüğümüzde karşılaştık.
Avluya kurulup gençlerin birer birer asılarak infaz edildiği dar ağacını bir kenarda kuytu bir köşede camlı cemakan içine hapsetmişler. O nasıl bir duygu patlamasıydı yaşadığım anlatamam. Ağlasam mı? Gülsem mi? bilemedim. Önce dar ağacını yapan akla mı şaşayım? yoksa sonra o ağacı hapsedenin aklına mı sevineyim birlemedim. Nice genç fidanımıza kıydık. Nice hayalleri söndürdük. Bir değirmen misalı bir kuşağımızı yok ettik. Ne uğruna? Bunu bilen de yok.
Çıkış kapısından çıktık aracımıza doğru yürürken kendimi yorgun hissediyordum. Benden bir önceki kuşağın yaşadıklarını gözlerimin önüne getirdim ve çok hayıflandım.
-Keşke bunlar yaşanmamış olsaydı. Ülkemin güzel insanları bu acıları hak edecek ne yaptı ki? dedim.
Bu sorunun cevabı birilerinde var olabilir. Ama bende yok.
Yine de o dar ağacını o halde görmek beni sevindirdi. Bir daha böyle acıları yaşamamak dileği ile.
Ali AKDOĞAN
25 Ocak 2015 Pazar
Bilgi Sahibi Olmadan Fikir Sahibi Olmak
Başlıktaki cümle merhum Uğur Mumcu'ya ait. Yurdumuzda yaşıyan ve kendisini kanaat önderi sanan insanların büyük çoğunluğu başlıktaki cümlenin içeriğinde gizli olan davranışları barındırıyor. Bütün yorumlarını kin ve nefret üzerine kuranlar; akıllarının ermediği konularda yorumlar yaparak ülkemin üretken ve güzel insanlarını belli çevrelere hedef gösterdiler.
Soğuk bir Ocak ayının 24 ünde kıydılar Uğur'a. Bu ülkenin "Sakıncalı Piyadesi"ni bir hiç uğruna aldılar aramızdan. Ben haberi yarıyıl tatili nedeni ile gittiğim Elazığ'da televizyondan öğrendim. Ne çok insanın arkasından ağıtlar yakmak zorunda bırakıldık diye düşündüm. Önce inanamadım. Fakat sonra doğru olduğunu ikinci bir haber bülteninde dinledim. İçim sızladı.
-Ölümü hak edecek ne yapmıştı ki dedim kendi kendime. Ama birilerinin çıkarına dokunmuştur, çünkü araştıran ve cesurca yazan bir aydındı, dedim.
Onu öldürenler, o ölünce her şey bitecek sandılar. Oysa onun ölümü her şeyin yeniden başlangıcı oldu. Unutulmaya başlayan özgürlük, bağımsızlık, laiklik gibi sloganlar yeniden yankılanmaya başladı sokaklarda.
Ben Uğur Mumcu'yu Rabıta kitabıyla tanımıştım. Araştırmacı bir gazetecinin isteyince nasıl bilgilere ulaşabileceğini anladım o kitapla. Şimdi kendisine araştırmacı gazeteci vasfını yakıştıranlar iki cümleyi bir araya getirip yazmaya cesaret edemiyorlar. Tam da burada size; kendisine ait fikri olamadan başkalarının yönlendirmeleriyle fikir adamı olmaya çalışan gazetecilerin durumuna uyan bir hikaye yazacağım. Umarım beğenirsiniz.
Anadolunun bir köyünde yaşayan atmış yaşlarında Cimşit amca ile on yaşalarındaki oğlu Reşat; ürettikleri bazı şeyleri pazarda satıp evlerinin bazı gereksinimlerini almak için pazara gitmeye karar vermişler. Sabah kalkıp hazırlıklarını yapmışlar. Pazarda satacakları malları heybeye koymuşlar. Ahırdan boz eşeği çekip heybeyi hayvana yüklemişler. Cimşit amca da eşeğe binmiş. Yola çıkmışlar. Cimşit amca eşeğin üstünde önde, Reşat onların arkasında epey yol yürümüşler. Yolda bir köylü ile karşılaşmışlar. Selamlaşmadan sonra adam sormuş,
-Nereye gidiyorsunuz? demiş.
Cimşit;
- Pazara gidiyoruz, demiş.
Adam;
- Peki sen koca adam utanmıyor musun? Kendin eşeğe binmişsin şu çocuğu yanında yayan yapıldak yürütüyorsun, demiş.
Cemşit amca utancından yerin dibine geçmiş. Adamın söylediği doğru diyerek eşekten inmiş ve oğluna seslenerek;
- Reşat oğlum gel biraz da sen bin şu eşeğe, demiş.
Reşat eşeğe binmiş yollarına devam etmişler. Epey yol yürüdükten sonra başka bir köylü ile karşılaşmışlar. Yine selamlaşmadan sonra adam sert bir ses tonuyla;
-Yahu ataya saygı kalmamış el kadar çocuk eşeğe binmiş, yaşlı babası yanında yayan yürüyor, demiş. Yanlarından geçip gitmiş.
-Yine olmadı, demiş Cimşit amca kendi kendine.
Oğlunu da eşekten indirmiş. Eşek öde baba ile oğul arkada yayan yürümeye başlamışlar. Yolda başka bir köylü ile karşılaşmışlar. Adam gülerek alay edercesine bir ses tonuyla;
-Yahu siz manyak mısınız? Eşek önde boş yürüyor, siz de arkada yayan yürüyorsunuz, demiş.
Yine olmadı. İyisi mi ikimiz beraber binelim şu eşeğe demiş, babayla oğul.
İkisi birlikte binmiş eşeğe. O şekilde yollarına devam etmişler. Yine yolda başka bir köylü ile karşılaşmışlar. Köylü sert ve sinirli bir şekilde;
-Yahu sizde hiç insaf yok mu? İki koca adam birlikte binmişsiniz şu ağzı var dili yok zavallı hayvana, demiş. Beklemeden yanlarından geçip gitmiş.
Ne yapsalar olmuyor. Tam o sırada bir ormanın içinden geçiyorlarmış. İkisi de eşekten inmiş ve ormanın içine dalmışlar. Bir koca sırık kesip yontmuşlar. Eşeğin yanına dönmüşler. Hayvanı yere yatırmışlar. Ön ayaklarını yanyana getirip bağlamışlar. Sonra arka ayaklarını yanyana getirip bağlamışlar. Sırığı eşeğin bağlı olan ayaklarının arasından geçirip omuzlarına almışlar ve yola o şekilde devam etmişler. Kısa süre içinde pazar yerine ulaşmışlardı. Pazarın içine girer girmez bir şaşkınlık yaşanmış, orada bulunanlar bu durumu hayvan haklarına saygı olarak yorumlamışlardı. Oysa onların yolda yaşadığı serüveni bilselerdi belki de katıla katıla gülerlerdi bu duruma. Kısa süre içinde şaşkınlığı üzerinden atan pazarda bulunanlar başlamışlar bunları alkışlamaya.
Kendine ait fikri olmayanın düştüğü şaşkınlıklar ve gülünç durumlardı aslında bu yaşananlar. Günümüzde de kendini fikir beyan etmeye yeterli görenlerin pek çoğunun aslında kendilerine ait oluşmuş fikirleri yok. Kim ne derse onun peşine takılıp gidiyorlar. İşte bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların durumu bu.
Keşke Uğur Mumcu'yu hedef gösterenler ve ona kıyanlar; düşüncelerini belirtmekte ve fikir üretmekte, onun kadar cesaret gösterebilselerdi.
Ali Akdoğan
Soğuk bir Ocak ayının 24 ünde kıydılar Uğur'a. Bu ülkenin "Sakıncalı Piyadesi"ni bir hiç uğruna aldılar aramızdan. Ben haberi yarıyıl tatili nedeni ile gittiğim Elazığ'da televizyondan öğrendim. Ne çok insanın arkasından ağıtlar yakmak zorunda bırakıldık diye düşündüm. Önce inanamadım. Fakat sonra doğru olduğunu ikinci bir haber bülteninde dinledim. İçim sızladı.
-Ölümü hak edecek ne yapmıştı ki dedim kendi kendime. Ama birilerinin çıkarına dokunmuştur, çünkü araştıran ve cesurca yazan bir aydındı, dedim.
Onu öldürenler, o ölünce her şey bitecek sandılar. Oysa onun ölümü her şeyin yeniden başlangıcı oldu. Unutulmaya başlayan özgürlük, bağımsızlık, laiklik gibi sloganlar yeniden yankılanmaya başladı sokaklarda.
Ben Uğur Mumcu'yu Rabıta kitabıyla tanımıştım. Araştırmacı bir gazetecinin isteyince nasıl bilgilere ulaşabileceğini anladım o kitapla. Şimdi kendisine araştırmacı gazeteci vasfını yakıştıranlar iki cümleyi bir araya getirip yazmaya cesaret edemiyorlar. Tam da burada size; kendisine ait fikri olamadan başkalarının yönlendirmeleriyle fikir adamı olmaya çalışan gazetecilerin durumuna uyan bir hikaye yazacağım. Umarım beğenirsiniz.
Anadolunun bir köyünde yaşayan atmış yaşlarında Cimşit amca ile on yaşalarındaki oğlu Reşat; ürettikleri bazı şeyleri pazarda satıp evlerinin bazı gereksinimlerini almak için pazara gitmeye karar vermişler. Sabah kalkıp hazırlıklarını yapmışlar. Pazarda satacakları malları heybeye koymuşlar. Ahırdan boz eşeği çekip heybeyi hayvana yüklemişler. Cimşit amca da eşeğe binmiş. Yola çıkmışlar. Cimşit amca eşeğin üstünde önde, Reşat onların arkasında epey yol yürümüşler. Yolda bir köylü ile karşılaşmışlar. Selamlaşmadan sonra adam sormuş,
-Nereye gidiyorsunuz? demiş.
Cimşit;
- Pazara gidiyoruz, demiş.
Adam;
- Peki sen koca adam utanmıyor musun? Kendin eşeğe binmişsin şu çocuğu yanında yayan yapıldak yürütüyorsun, demiş.
Cemşit amca utancından yerin dibine geçmiş. Adamın söylediği doğru diyerek eşekten inmiş ve oğluna seslenerek;
- Reşat oğlum gel biraz da sen bin şu eşeğe, demiş.
Reşat eşeğe binmiş yollarına devam etmişler. Epey yol yürüdükten sonra başka bir köylü ile karşılaşmışlar. Yine selamlaşmadan sonra adam sert bir ses tonuyla;
-Yahu ataya saygı kalmamış el kadar çocuk eşeğe binmiş, yaşlı babası yanında yayan yürüyor, demiş. Yanlarından geçip gitmiş.
-Yine olmadı, demiş Cimşit amca kendi kendine.
Oğlunu da eşekten indirmiş. Eşek öde baba ile oğul arkada yayan yürümeye başlamışlar. Yolda başka bir köylü ile karşılaşmışlar. Adam gülerek alay edercesine bir ses tonuyla;
-Yahu siz manyak mısınız? Eşek önde boş yürüyor, siz de arkada yayan yürüyorsunuz, demiş.
Yine olmadı. İyisi mi ikimiz beraber binelim şu eşeğe demiş, babayla oğul.
İkisi birlikte binmiş eşeğe. O şekilde yollarına devam etmişler. Yine yolda başka bir köylü ile karşılaşmışlar. Köylü sert ve sinirli bir şekilde;
-Yahu sizde hiç insaf yok mu? İki koca adam birlikte binmişsiniz şu ağzı var dili yok zavallı hayvana, demiş. Beklemeden yanlarından geçip gitmiş.
Ne yapsalar olmuyor. Tam o sırada bir ormanın içinden geçiyorlarmış. İkisi de eşekten inmiş ve ormanın içine dalmışlar. Bir koca sırık kesip yontmuşlar. Eşeğin yanına dönmüşler. Hayvanı yere yatırmışlar. Ön ayaklarını yanyana getirip bağlamışlar. Sonra arka ayaklarını yanyana getirip bağlamışlar. Sırığı eşeğin bağlı olan ayaklarının arasından geçirip omuzlarına almışlar ve yola o şekilde devam etmişler. Kısa süre içinde pazar yerine ulaşmışlardı. Pazarın içine girer girmez bir şaşkınlık yaşanmış, orada bulunanlar bu durumu hayvan haklarına saygı olarak yorumlamışlardı. Oysa onların yolda yaşadığı serüveni bilselerdi belki de katıla katıla gülerlerdi bu duruma. Kısa süre içinde şaşkınlığı üzerinden atan pazarda bulunanlar başlamışlar bunları alkışlamaya.
Kendine ait fikri olmayanın düştüğü şaşkınlıklar ve gülünç durumlardı aslında bu yaşananlar. Günümüzde de kendini fikir beyan etmeye yeterli görenlerin pek çoğunun aslında kendilerine ait oluşmuş fikirleri yok. Kim ne derse onun peşine takılıp gidiyorlar. İşte bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların durumu bu.
Keşke Uğur Mumcu'yu hedef gösterenler ve ona kıyanlar; düşüncelerini belirtmekte ve fikir üretmekte, onun kadar cesaret gösterebilselerdi.
Ali Akdoğan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)