30 Kasım 2012 Cuma

Yarını Bugünden Kestirmek

  Yıl 1998. Okulun birinde okul müdürü olarak görev yapıyordum. Altıncı sınıftan Mustafa adındaki bir öğrenci teneffüs saatinde okulun bahçesinde başka bir öğrenci ile kavga ettikten sonra koşarak mahallede fırıncılık yapan babasının yanına gitmiş ve okulda dövüldüğünü söyleyerek yardım istemiş.
   Zil çaldı. öğrenciler sınıflarına girdiler. Ben de müdür odasının penceresinden okulun bahçesini seyrediyordum. Okulun batısındaki bahçe kapısından Mustafa, arkasından babası, onun arkasından fırında hamurcu olarak çalışan işçisi, onun arkasından, pide açan tırnakçı tabir ettikleri işçi, onun arkasından ocakta pişirimi yapan kürekçi, onun arkasından hamur pasalarını taşıyan pasacı ve fırında misafir olarak bulunan iki yakınları tespih taneleri gibi sıraya dizilmiş misalı okulun bahçesine girdikten sonra, hızlı adımlarla, bazen de koşarak müdür odasına doğru geldiler.
   Kapı açıldı; içeriye sırayla girdiler. Oturacak yer gösterdim. Geleceklerin tamamlanmasını bekledim. Biraz bekledikten sonra;
    - Hepiniz bu kadar mısınız? dedim alaylı bir sesle.
    Mustafa'nın babası Hasan, kendinden emin bir sesle;
    - Evet hocam hepimiz bu kadarız, yetmez mi?
    Gülümseyerek yüzüne baktım ve;
    - Yok yeter de ben daha gelecek var mı diye sordum, dedim
    Hasan burnundan soluyordu. Heyecanlı bir ses tonuyla;
     - Müdürüm okulun bahçesinde bizim Mustafa'yı dövmüşler. Ben sinirli bir insanım. Adamın birini bıçakladım. Ceza evine girmiştim, yeni çıktım. dedi.
       Bunları anlatırken kendisiyle gurur duyduğu her haliyle belliydi. Adam bıçaklamanın ve ceza evinde yatmanın gurur verici bir şey olduğunu konuşmasıyla çevresindekilere hissettiriyordu. Bu durum benim hoşuma gitmedi. Sakin bir konuşma tarzıyla;
      - Bak Hasan senin oğlun yanlış yaptı. Okuldaki öğrenci kavgalarını biz çözeriz. Senin oğlun iki adım yakınındaki nöbetçi öğretmene gelmiyor. Müdür yardımcısına gelmiyor. Okul müdürüne gelmiyor. Koşarak beş yüz metre uzakta bulunan fırına geliyor. Siz beş altı kişi işinizi bırakıp koşarak okula geliyorsunuz. Bu tür okula gelmenin suç olduğunu bilmiyorsunuz sanırım. Bu davranışınız okula saldırıdır. Eğitim öğretimde barış ortamını bozmaya girer ve ben şu anda güvenlik güçlerine haber versem sizi topluca götürüp içeri atarlar. Sen adam bıçaklamayı bir marifetmiş gibi oğlunun yanında anlatıyorsun. Yarın gelecekte onun da adam bıçaklayıp içeri düşmesini ister misin? Erkeklik  adam bıçaklamakla değil, erkeklik kendine hakim olup seni sinirlendiren adamı bıçaklamaktan kendini koruyup vazgeçmekle olur. Çocuğunun yanında böyle konuşursan yarın o da senin gibi yanlış işler yapar. Sen adam bıçaklamakla yanlış bir iş yapmışsın. Çocuklarını seviyorsan ve onların iyi birer insan olmalarını istiyorsan bu olayı bir daha çocuklarının yanında konuşma. Bu sana bir arkadaş tavsiyesidir, bunu hiç unutma, dedim.
     Hasan bunları duyduktan sonra neye uğradığını şaşırdı. Böyle bir yaklaşım beklemediği her halinden belliydi. Bu şekilde okula gelmekten pişmanlık duymuş olmalı ki;
     - Müdürüm kusura bakma yanlış yaptık. Bir daha böyle bir hata yapmayacağıma söz veriyorum dedi.
    Gelenler topluca kalkıp gittiler. Mustafa odada kaldı. Biraz nasihat ettikten sonra sınıfına gönderdim.
    Aradan bir yıl kadar zaman geçmişti sanırım. Birgün öğretmenlerden birisi Mustafa'nın agresif davrandığını ve sınıfa girmek istemediğini haber verdi. Okulun bahçesinde Mustafa'yı buldum. Çok gergindi. Konuşmak için çok çabaladım. Bana güvenini kazandıktan sonra okulun arka tarafındaki bahçeye geçtik. Orası tenhaydı. Kimsecikler yoktu bahçede. Mustafa ile bahçede olta atarken sohbete başladık.
   Ben küçük küçük sorular ile eşelemeye başladım.
    - Niye gerginsin? Seni bu hale getiren olayı anlatmanı istiyorum, dedim.
   Mustafa önce yüzüme baktı. Ona yardım etmeye çalıştığımı anlayınca;
    - Müdürüm babama karşı çok kinlendim, dedi.
    - Niçin? baban ne yaptı? dedim.
    - Babamın başka bir kadınla ilişkisi var. Annemi aldatıyor. Bu benim çok zoruma gidiyor. Babamı öldürmek istiyorum. Onu bıçaklayacağım, dedi
       Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı bu sözleri duyunca. Heyecanla;
     - Kimden duydun? dedim.
        Gayet sakin bir ses tonuyla;
     - Annem ile babam tartışırken  duydum. dedi
     Şok olmuştum ne söyleyeceğimi şaşırdım. bir süre sessizlik oldu sonra kendimi toplayarak;
     - Bak Mustafa bu büyüklerin sorunu. Onlar kendi sorunlarını kendileri çözsünler. Annen seni kullanıyor. Buna izin verme. Birisi annen diğeri ise baban. Sen annene yardım  etmek istiyor musun? Böyle bir yanlış iş yaparsan annene hiç yardım edemezsin. Çünkü sen hapse girdikten sonra çok şeyler değişir. Annene yardım etmek istiyorsan, onun yanında olmalısın. Yarın babanın başına bir iş gelirse evin erkeği sen olacaksın. O eve ekmek getirecek adam sen olacaksın. Hapse düşersen bunları yapabilecek misin? dedim.
    Konuşurken aynı zamanda göz ucuyla Mustafa'ın yüz ifadesini izliyordum. Konuşma ilerledikçe yüzünün gevşediğini ve yavaş yavaş aydınlandığını gördüm.Bana dönerek;
    - Müdürüm sana teşekkür ederim. Kör bir kuyuya düşmüştüm. Ne yapacağımı bilmiyordum. Çırpındıkça da dibe doğru gidiyordum. Siz elimden tutup bu kör kuyudan çıkardınız beni deyip elime sarıldı.
     O benim elimi öptü. Ben de onun gözlerinden öptüm ve sınıfına gönderdim. Ama içim rahat değildi. Okulun rehber öğretmenine durumu anlatıp çalışma yapmasını istedim.  Yapılan çalışmalar sonuç verdi. Mustafa o yıl bir şey yapmadı. Ancak ertesi yıl okulun batısındaki bahçe kapısının önünde bekleyen sivil ve aynı zamanda zekaca biraz yetersiz olan Ali isminde bir çocuğu bıçakladı. Ali'yi arabayla hasta haneye götürdük. Tedavisi için gerekli işlemler yapılırken Mustafa'nın babası geldi. Beni görünce hemen;
     - Müdürüm Ali'nin durumu nasıl? dedi.
     Pişmanlık yüzünden okunuyordu. Hemen daha önce müdür odasında yaptığımız konuşmayı hatırlattım. ve;
     - Bak Hasan çocuğunun yanında konuştuğun o günkü olayın bu olayda büyük payı var. Benim o gün ne demek istediğimi şimdi daha iyi anlamış olmalısın, dedim.
     Hasan; söylediklerimi başıyla onayladıktan sonra;
      - Biz cahil insanlarız müdürüm. Senin söylediklerini beynime yazdım ama biraz geç kaldım. Kimse bize yol göstermedi. İnşallah bundan sonra böyle şeyler olmayacak. Söz veriyorum, dedi. 
     Çocuklarımızın yarınını; bugün yanlarında yaptığımız konuşmalar ile belirliyoruz ya da etkiliyoruz. Aman dikkat. Çocuklarımız bizim en değerli varlıklarımız. Onların yanında daha özenli davranalım.
       
                                                                       Ali Akdoğan

24 Kasım 2012 Cumartesi

Öğretmenler Günü Kutlama Konuşması

    Sayın öğretmenlerim, sevgili okuldaşlarım. bugün burada buluşmak için bir bahanemiz var. Öğretmenler gününü kutlamak için buradayız. Hepiniz hoş geldiniz. Gününüz kutlu olsun.
 
   Türkler ilk önce Göktürk ve uygur alfabesini kullanmışlar. 8. yüzyıldan itibaren islamiyetin kabulünden sonra eski kullandıkları alfabelerden vazgeçerek Arap alfabesini kullanmaya başlamışlar.

   Kurtuluş savaşını kazanıp 29 Ekim 1923 te Cumhuriyeti kurduktan sonra, Mustafa Kemal ve Arkadaşları; askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda birçok yenilikler başlattılar. Bu yeniliklerden birisi de 1 Kasın 1928 tarihinde çıkarılan 1353 sayılı kanunla arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin kabul edilmesidir.

    Bu tarihten itibaren yeni harflerin öğretilmesi ve okur yazar sayısının arttırılması konusunda büyük bir seferberlik başlatıldı. Açılan millet mekteplerinde Mustafa Kemal de yazı tahtasının başına geçerek bu seferberlikte görev aldı. Yetişkinlere okuma yazma öğretti. Türkiye Büyük Millet Meclisi bu davranışından dolayı 11. Kasım 1928 tarihinde yaptığı toplantıda  büyük öndere Ulus Mektepleri Başöğretmenliği unvanını verdi. 24 Kasım 1928 de mustafa kemal bu unvanı resmen kabul etti. Bu günün anısına 24 Kasım; 1981 tarihinden bu güne öğretmenler günü olarak kutlanmaktadır.
 
    Aslında dünyada öğretmenler günü  her yılın 5 Ekim günü kutlanmaktadır.
 
    Hani darbeleri beğenmeyiz hep eleştiririz ya.  12 Eylül darbesinin bize bir lütfu olan öğretmenler günü ve öğretmen evi  uygulamalarını mesleğimiz için bir şansızlık olarak görüyorum.İlk günden beri hep düşünüyorum. Bu adamlar bu iki şeyi neden bize lütfettiler.

      Öğretmenler günü için sorduğum sorunun cevabı olarak; darbe döneminde binlerce öğretmene işkence yapan, değişik yerlere isteklerinin dışında göndererek sürgünler yaşatan, sudan bahanelerle görevden alan paşalar. Öğretmenlerin gönlünü almak için cambaza bak cambaza misali öğretmenler gününü  öğretmenlere bir parmak bal misali hediye ettiler.

     Öğretmen evinin esprisini de çözdüm. Öğretmenler kahvehanelerden çekilsin. toplumdan soyutlansın, çünkü kahvehaneye giden öğretmenler günlük siyaseti yorumlayacaklar, memleket meselelerini konuşarak insanların ufkunu genişletecekler. Toplum gerçekleri görecek. Bu da beylerin hoşuna giden bir şey değildi. O nedenle zoraki kesilen aidatlar ile  öğretmen evlerini kurdular. Biz de dünden razıydık öyle şeylere. Hemen zokayı yuttuk. Günlük politikanın dışına çekilmek bizim de işimize geldi. Bana dokunmayan bin yaşasın dedik. Bizim çekildiğimiz alanlara tüccarlar ticaret erbapları ve diğer meslek grupları aldı. Bugünkü oluşumlardan umduğumuzu bulamıyorsak suçu biraz da kendimizde aramalıyız.  Bakın Salih arkadaşımız bizim adımıza girişimlerde bulunmuş, ama öğretmen evinde böyle bir toplantıyı yapmamıza izin vermiyorlar. Bu evlerin iyi yönleri de vardı. Otelcilik hizmetleri. Sezar'ın hakkını Sezar'a teslim edelim. Gittiğiniz her yerde çekinmeden başvuracağınız mekanlar oldu. Piyasa şartlarına göre daha hesaplı hizmet verdiler. Ama hepsi o kadar.
   
     Neden insanlar bir araya gelmek için hep bahaneler üretmek zorunda hissederler kendilerini? Anlayabilmiş değilim. Birbirimizi sevmek, değer vermek ve özlemek de bir araya gelmek için bir bahane olamaz mı? Ama başkalarının ürettiği bahaneler daha çok hoşumuza gidiyor.
  
    Bir başka konuya dikkat çekmek istiyorum. O kadar çok gün bahanesi üretmişiz ki ticaretimizin önemli bir katalizörünü yaratmışız. Bu özel günlerde alınan hediyeler ve harcanan emek önemli bir ticari rantı oluşturuyor. Ticaretle uğraşan insanlar bu günlerin gelmesini iple çekiyorlar. Maddi gücü yetersiz olan insanlar ve çiftler arasında büyük sorunlar yaşanmasına neden oluyor bu günler. Kırgınlıklar kıskançlıklar eziklikler kırıla gidiyor bu günlerde. Oysa insanların birbirini sevindirmek için bahane değil miydi bu özel günler?

      Örnek mi istiyorsunuz; 14 Şubat sevgililer günü, Anneler günü, Babalar günü, Hemşireler günü, Öğretmenler günü, Dünya kadınlar günü, Dünya barış günü, Dünya su günü, Çevre günü,  Gıda günü, Tıp Bayramı, Kitap okuma haftası, orman haftası, bunların sayısını çoğaltabiliriz. Neden bir insan sevgilisini, annesini, babasını anımsamak için sadece yılın bir gününü beklesin ki? Senede bir gün barışı konuşur ve hatırlarsanız dünyaya barış gelir mi? Su havzalarını zehirli atıklarla kirletiyorsanız  dünya su gününü kutlasanız ne olur? kutlamasanız ne olur? Memlekette kadınlar bu kadar sudan bahaneler ile öldürülüyorsa kadınlar gününü kutlasanız ne olur? kutlamasanız ne olur?

    Eğitim alanında yapılan çok önemli yasalar hazırlanırken öğretmenlerin görüşünü almıyorsanız, mesleğe gereken değeri vermiyorsanız, OECD raporuna göre dünyadaki meslektaşlarından yılda 200 saat daha fazla çalıştığı halde onlardan daha az ücret alıyorsa ülkemin öğretmenleri, geçim zorluğu içindeki öğretmenlerin ek işlerde çalıştığını görmezden gelip ekonomik durumlarını iyileştirmiyorsanız, okul bitirip yıllarca atama bekleyen genç öğretmenlerin atamalarını zamanında yapmıyorsanız; öğretmenler gününü kutlasanız ne olur? kutlamasanız ne olur?
 
    Çevreyi bu kadar hoyratça kirlettikten sonra çevre gününü kutlamanın bir gereği yok. Ayrıca bana göre çevre gününün  ismini geri dönüşümcüler günü olarak değiştirmek gerekir. Çünkü çevreden o kadar çok şey topluyorlar ki bildiğiniz gibi değil. Hem çevrenin daha az kirlenmesini sağlıyorlar hem de topladıkları materyalleri ekonomiye yeniden kazandırıyorlar. Tabi yeniden üretimin sağlık üzerindeki olumsuz etkilerini ayrıca konuşmak gerekir.

     Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama daha fazla zamanınızı almak istemiyorum.
     Hepinize sağlıklı günler dilerken gününüzü tekrar kutluyorum. Saygılarımla.

                                                                                 Ali Akdoğan




    

30 Ekim 2012 Salı

Ben Onu Bırakıyorum O Beni Bırakmıyor

    Köylü Bayram amca ailesiyle akşam yemeğini yedikten sonra fazla zaman geçirecek eğlenceli şeylerin olmaması nedeni ile erkenden odasına çekilip yatar. Aile fertleri de bir sonraki gün yapacakları işler ile ilgili gerekli hazırlıklarını yaptıktan sonra onlar da yataklarına çekilirler.
   Bayram amca gece geç vakit uykunun en tatlı anında  evin alt katından gelen  tıkırtılarla uyanır.   İyice kulak kesilir. Evde bir dolaşan olduğunu kesinleştirdikten sonra yatağından sessizce kalkar ve ara hole çıkar etrafa bakınır. Karanlıkta pek bir şey seçemez. Lambayı yakıp  alt kata inen merdivenlerden aşağıya inmeye çalışırken hırsızla burun buruna gelir ve bağırarak;
   - Cemal kalkın evde hırsız var, der.
    Evin yetişkin oğlu Cemal uyku sersemliği ile yatağından fırlayıncaya kadar hırsız saçaktan atlar ve koşmaya başlar. Dışarıda dolunay var ve etraf gündüz gibi aydınlık olduğundan hırsızın kendini kamufle etmesi zorlaşıyor. Cemal genç, çevik ve iyi koşan bir gençtir. Hırsızı kovalamaya başlar. Babası da peşlerinden koşar. Ama Bayram amca yaşı biraz ilerlemiş olmasından ötürü fazla hızlı koşamaz.
    Hırsız önde Cemal arkada epey bir kovalamacadan sonra, Cemal hırsızı yakalar. Aralarında bir boğuşma yaşanır. Fakat Cemal'in gücü hırsıza yetmez. Cemal babasından yardım istemek üzere seslenir.
    -Baba gel hırsızı yakaladım, der.
    Babasının sesi uzaklardan ve derinden gelir;
     -Aferin oğlum vur, iyice hırpala ben geliyorum, der.
    Cemal babasının uzakta olduğunu sesin tonundan ve zayıflığından anlar ve can havliyle;
     - Baba gücüm yetmiyor, o beni dövüyor, der.
     Babası telaşla;
      - Peki oğlum, allah onun belasını versin,vaz geç bırak gel, der.
     Cemal hırsızı yakaladığına pişman olmuş bir sesle;
      - Baba ben onu bırakıyorum ama o beni bırakmıyor, der.   
      Her olaya balıklama atlamanın bazen sıkıntı yaratabileceğini unutmayalım.
                                             
                                                                         Ali Akdoğan    
                                                             




     

24 Ekim 2012 Çarşamba

ÇELİKLEME

    Hikayemiz orta Anadolu'nun bir köyünde yaşanmış bir halk hikayesidir. Ülkemizin folkloruna ve kültürüne uygun yaşanmış gerçek bir hikaye.
    İlçenin kaymakamı köylere gezi yaptığı bir sırada köyün birinde bir olayla karşılaşmış. Köy evlerinden birinin önünde bir kalabalık görmüş. Kalabalığın olduğu eve doğru yaklaşmış. Kaymakamı tanıyan köylüler hemen gelenleri karşılamak için vaziyet almışlar. Kaymakam kalabalığın ilgi merkezine geldikten sonra durmuş. Etrafına bakınmış. Orta yerde bir kara kazan. Kazanın içi soğuk su dolu. Bir adamın elinde çıplak yeni doğmuş bir bebek. Adam bebeğin ayaklarından tutup su dolu kazanın içine daldırıp çıkarmış ve poposuna eliyle iki şaplak vurmuş. Bebek titremeyle karışık cıyak cıyak ağlıyormuş. Kaymakam duruma şaşırmış ve merakla etrafındakilere sormuş;
     - Yahu bu bebeği niçin bu buz gibi suya daldırıyorsunuz? Bebek hastalanıp ölürse ya, demiş merakla.
     Etrafındakilerden birisi;
     - Yok kaymakam bey bir şey olmaz. Biz buna çelikleme diyoruz.  Aksine bu olay bu bebeği hastalıklardan koruyacak, demiş.
     Kaymakam bu olay karşısında şaşkınlığını gizleyememiş. Kafasının içinde çeşitli sorularla o köyden ayrılırken köylülerin anlattıkları kendisine mantıklı gelmiş olacak ki; kendi kendine bir karar vermiş.
    - Bir gün bir çocuğum olursa ben de çelikleme yapacağım, demiş.
     Aradan bir zaman geçmiş. Kaymakamımız evlenmiş. Zamanı gelmiş ve kışın ortasında, Ocak sonu Şubat başı bir çocuğu olmuş. Hemen yanındakilere;
    - Bir kazanın içinde soğuk su hazırlayın bebeği çelikleme yapacağım, demiş.
    Söylenenler yapılmış. Kaymakam çocuğun ayaklarından tutmuş tepesi üstüne su dolu kazanın içine daldırıp çıkarmış. Poposuna iki şaplak vurmuş. Bebek titremeyle karışık neye uğradığını anlamadan viyak viyak bağırarak ağlarken, kaymakam;
    - Alın çocuğu sarın sarmalayın, demiş.
    Çocuğu almışlar sarmışlar sarmalamışlar. Bir iki gün geçmiş çocuk ateşler içinde yanmaya başlamış. Kaymakamın eli ayağı dolaşmaya başlamış. Çocuğu doktora götürmüş. Muayeneden sonra doktor;
     - Bu çocuk zatürre olmuş, demiş. 
     Kısa bir süre sonra bebek ölmüş. Kaymakam bir yerlerde yanlış yaptım galiba deyip düşünürken yine yolu o köye düşmüş. Köylüler karşılamışlar kaymakamı. Kaymakamın dertli hali köylülerin gözünden kaçmamış. Birisi sormuş,
     - Hayrola kaymakam bey pek düşünceli görünüyorsunuz. bir şey mi oldu? demiş.
     Kaymakam iç geçirerek;
     - Yahu siz çocuğu çelikleme yapınca hastalıktan korunur dediniz. Ben çocuğumu çelikleme yaptım, ama bebek hastalanıp öldü. Ben nerede yanlış yaptım acaba? demiş.
     Hazır cevap köylülerden birisi hemen cevap vermiş,
     - Kaymakam bey; bizimkilerin anaları, babaları da çelikleme, onun için bizimkilere bir şey olmuyor, demiş.
     Her gördüğümüzü uygulamaya kalkarsak böyle kötü sonuçlarla karşılaşabileceğimizi unutmayalım. Kaymakam da hatasını anlamış ama iş işten geçmiş.
     Sağlık alanında bu tür hataları çok yapıyoruz. Falanca filan ilacı kullandı iyi geldi veya zayıfladı. Bende kullanayım deyip hayatıyla ödeyenleri unutmayalım.
      Hatasız ve sağlıklı günlere hep birlikte.
                                                                                 Ali Akdoğan

8 Eylül 2012 Cumartesi

Mansur Amcanın Adağı

   1975 yılında Elazığ ili Palu ilçesi Kayalık köyünde yeni göreve başlamıştım. Köy mahrumiyet bir coğrafyada. Kuş uçmaz kervan geçmez dedikleri hesap, yazın bir saat, kışın ikibuçuk saat yaya yolu vardı. Köye araba gelmiyordu. Ancak eşyanızı köye götürmek için özel araba tutarsanız, toprak yolda, bata çıka hoplaya zıplaya, köye kadar götürebilirdiniz arabayı. Oda her zaman olmazdı. Çünkü Ekim sonu Kasım başı kar yağardı. Mayıs sonuna kadar da yerde kar olurdu.
    Mansur amca hayvancılıkla uğraşan orta yaşlı,kısa boylu, sempatik yüzlü, kocaman burunlu bir adamdı. Konuştuğu bölük pörçük türkçesiyle sohbet ediyorduk. Birgün sohbet sırasında;
    - Hoca efendi yakında oğlum askerden gelecek. Sürünün içindeki en büyük koçu kurban adadım. Geldiği gün keseceğim, dedi.
    Ben de Mansur amcaya takılmak amacıyla, birazda şakayla karışık;
    - Allah kavuştursun Mansur amca. İnşallah çocuk sağ salim gelir. Bu adaktan biz öğretmenlere de et düşer değil mi? dedim.
    Mansur amcanın yüzü aydınlandı. Sözlerim hoşuna gitmişti belli ki. Külahını hafifçe geriye doğru itti. Külahın altından parmaklarıyla saçını karıştırarak ve hafifçe gülümseyerek;
    - Tabi hoca efendi olmaz mı? En büyük payı size göndereceğim. Siz bu köyde yabancısınız. Bizim misafirimiz sayılırsınız, dedi.
    Mansur amca bu sohbetten sonra kalkıp evine gitti. Köyde kasap yok. Bakkal yok, Kahvehane yok. Bizim gerçekten gönderilecek adak etine ihtiyacımız vardı. Ayda bir bazen iki ayda bir şehire gidip maaş alıyorduk. Dönüşte de temel ihtiyaçlardan et almaya sıra gelmiyordu. Çünkü aldığınız erzakı sırtımızda; bir saat bazen birbuçuk saat taşıyorduk. Dört gözle Mansur amcanın oğlunun askerden gelmesini beklemeye başladık. Belki Mansur amca bizim kadar sabırsızlanmıyordu oğlunun gelişine.
    On onbeş gün sonra çocuk askerden geldi. İçimizi bir sevinç kapladı. Mansur amcanın haberi yoktu ama onun kadar biz de sevinmiştik. Adak etini beklemeye başladık. İki gün geçti et yok. Bir hafta geçti  et yok. Bu işte bir terslik olduğunu düşünmeye başladık. On gün geçmişti. Mansur amca okulun önünden geçip tepeye doğru gidiyordu ki; bizi gördü selam verdi. Ben biraz sitemli bir ses tonuyla;
     - Ne oldu Mansur amca adağı kesmedin mi? dedim.
   Mansur amca biraz mahcup bir sesle;
     - Kestik hoca efendi, dedi.
     - Hani bize et gönderecektin. Hani biz sizin misafirinizdik. Ne oldu Mansur amca? bilmeyerek bir yanlış mı yaptık? dedim.
     - Yok hoca efendi siz bir hata yapmadı, bizim köy imamı Hasan hoca adağı şeriat kurallarına göre kesti. Kimseye bir şey vermeden leşi bizim oğlanın sırtına yükleyip evine gönderdi kavurma yaptı, dedi.
     - Neymiş, nasılmış bu kural? dedim.
     - Hasan hoca; şeriata göre adak eti yalnız fakirlere verilir. Bu köyde fakir yoktur. En fakiri benim dedi ve kimseye bir parça bile et vermedi, dedi.
     - Perki şeriat zengini nasıl tarif ediyor? dedim.
     Mansur amca kırgın ve kızgın bir ses tonuyla;
     - Ben melle değilim, ne bileyim hoca efendi onu da mellelere sorun, dedi.
     Bunu köyde kime sorabileceğimizi düşünürken birden mele Mustafa aklıma geldi. Bu konuda en doğru cevabı mele Mustafa'dan alabilirdik. İki gün geçmişti. Okulun duvarının dibine oturmuş güneşleniyorduk Sonbaharın son zamanları ve güneşin en kıymetli olduğu zamanlardı. Mele Mustafa uzaktan bizi görmüş yanımıza oturmaya sohbet etmeye geldi. Belliki onunda hoşuna gitmeyen, canını sıkan durumlar vardı. Yanımıza geldi. Selam verdi. Sandalye verdik, oturdu. Genel bir sohbete başlandı. Melle kendisi sözü kesilen adağa getirdi. Belliki çok rahatsız olmuştu. Ben dayanamadım sordum;
     - Melle Mustafa şeriat zengini nasıl tarif ediyor? Yani şeriata göre kime zengin denir? dedim.
     Melle önce bir derin nefes aldı. Sonra iç çekerek anlatmaya başladı.
     - Bak hoca efendi; şeriata göre bir adam atmış yıl hiç çalışmadan, hazırda bulunan malı onu ve ailesini geçindirecek kadar malı olan kişi şeriata göre zengindir. Bunun dışındakiler fakirdir, dedi
    Ben yine heyecanla;
     - Peki allah aşkına bu köyde hanginizin malı atmış yıl çalışmasanız sizi geçindirir? dedim
    Melenin kaşları çatıldı. Sinirli bir ses tonuyla;
     - Hoca efendi Hasan hoca gibi dini kendi çıkarları için yanlış yorumlayan din adamları var. hem de çok. Hasan hoca yanlış yaptı. Artık bu köyde kalması doğru olmaz. Bir kurban eti için bu duruma düşmemeliydi. Kendisini çok seviyordum. Ama gözümden düştü. İnşallah kendi isteğiyle köyden gider. yoksa biz onu göndermesini biliriz, dedi.
      Durumun bu kadar ciddi bir noktaya geldiğinden haberimiz yoktu. Bir hafta geçmişti ki köye bir kamyon geldi. Hasan hoca; sessiz sedasız evini yükleyip kaçar gibi köyden gitti.
     Yıllar sonra bu olayı eşime anlattığımda, eşim bana dönüp;
     -Siz de çok cimriymişsiniz. Adak eti bekleyeceğinize, paranızla bir koyun veya keçi  alıp kesip yeseydiniz, dedi.
      Gülümseyerek, muzip bir ses tonuyla; 
     - Bedava sirke baldan tatlıdır, dedim.   
    Adak eti bize nasip olmadı ama köy imamının köyden sürülmesine neden oldu. Toplumsal olaylar böyle dipten gelen dalgalarla ortaya çıkar işte.
     Hayatta hiç bir şeyi hafife almamak gerekir. 

                                                                                Ali Akdoğan
 

30 Ağustos 2012 Perşembe

Ya Doktor Erkek Olsaydı

   Yeni  öğretmen olmuştum.1975 yılında, Elazığ'ın Palu ilçesine bağlı Kayalık köyünde göreve başladım. Okul yeni açılmış ve ikinci yılındaydı. İkinci sınıfta kırkbir öğrenci vardı. Bunlardan on biri kız otuzu erkekti. Kızlardan yalnız biri okula devam ediyor, diğerleri aileleri tarafından gönderilmiyordu. Birinci sınıfı başka öğretmen arkadaş okutuyordu.
   İlk gün sınıfa girdim. Öğrencileri güler bir yüzle sınıfa aldım. Sıralarına oturdular. Ben konuşmaya başladım;
  - Okula temiz geleceksiniz. Her sabah elinizi yüzünüzü yıkayacaksınız. Tırnaklarınızı keseceksiniz. Kızlar saçlarını tarayacak. Erkekler saçlarını güzelce kestirecek. Artık okullu olduk, dedim.
   Sınıfta çıt yok hepsi yüzüme bakıyor ama olumlu yada olumsuz bir tepki veren, tebessüm eden yada somurtan yok. Kendi kendime içimden;
   - Vay be ben ne müthiş bir öğretmenmişim de haberim yokmuş. Sınıftan çıt çıkmıyor. Demek ki sınıfa iyi hakim oldum dedim.
   Biraz bekledikten sonra;
   - Söylediklerimi anladınız mı? dedim
   Yine sınıftan çıt yok. Bu işte bir terslik olduğunu anladım ve;
   - Sınıfta türkçe bilen var mı? dedim.
   Sınıfın en arka sırasında oturan bir erkek çocuk parmağını sıranın arkasından ancak görünecek kadar kaldırdı. Şaşırmıştım. Bu çocuklar bir yıl boyunca okula gelmişler ve sınıfta türkçe bilen ya da anlayan bir kişi.
    Çocuğu ayağa kaldırdım ve sohbet etmek amacıyla bazı sorular sordum.
   - Adın ne senin?
   - Burhanettin, öğretmenim
   - Sen türkçeyi nerede öğrendin Burhanettin?
   - Elazığ'da amcalarım oturuyor, yazın onların evine gidiyorum ve bir süre kalıyorum. Orada öğrendim öğretmenim. Bir de benim bir amcam öğretmen. O; köye gelince bizimle konuşuyor öyle öğrendim.
    - Peki Burhanettin benim söylediklerimi sınıfa zazaca tekrar et bakalım, dedim.
    Daha önceki konuştuklarımı sınıfa tekrar etti. Çocukların yüz ifadeleri değişti. Sınıfta bir hayat belirtisi hissetmeye başladım. Benim o güleç yüzüm asılmaya başladı. İçimi bir karamsarlık kapladı. Ben zazaca bilmiyordum. Çocuklar türkçe. Nasıl eğitim yapacaktım? Bir de başımda kız öğrencilerin okula devamsızlığı gibi bir bela vardı.
   İlk iş kızların okula gelmesini sağlamak amacıyla sınıfa devam eden kızı sınıf başkanı seçtirdim. Bu kız Burhanettin'in kız kardeşi Fatma'ydı. Bu uygulamaya ilk tepki Burhanettin'den geldi.
   - Öğretmenim ben bunu kabul etmiyor. Hey vah ben nasıl bir kadinin emri altına girerim? dedi.
   En yakın müttefikimi kaybetmek üzereydim. Dilim döndüğünce çocuğu ikna etmeye çalıştım. Onu da başkan yardımcısı seçtirdim. Ama itiraza devam ediyordu.
   - Vala ben bir kadinin yardımcısı olmam, diyordu.
   Zamanla durumu kabullendi. Ama kızlar yine okula gelmiyordu. Ben bir taraftan dil öğretimi için Burhanettin'den yardım alıyordum, diğer taraftan da okuma yazma çalışmaları yaptırıyordum.
   Köydeki erkeklerin çoğu sarıklıydı.Az bir bölümü de külahlı. İçlerinden medreselerde dini eğitim alanlar vardı. Bunlardan birisi de Burhanettin'in babası  melle Mustafa idi. Adam sohbet etmeyi bilen mülayim bir insandı.Ancak bir de Melle Hüseyin vardı. Uzun boylu, çam yarması gibi. Orta yaşlıydı. Sarık sarar, yolda yürürken boynunu ve başını hep sağ tarafa eğerdi. Bir gün melle Mustafa'ya sordum;
   - Bu adam rahatsız mı? Niçin hep boynunu sağ tarafa eğerek dolaşıyor? dedim.
   Melle Mustafa gülerek;
   - Yok hoca efendi yok. Öyle dolaşıyor ki daha dindar olduğunu sansınlar, dedi.
   Anlamıştım. Bu iki adamın toplum üzerinde büyük etkisi vardı. Kızların okula gelmesini sağlamak için bunların gücünden yararlanmalıydım.
   Bir gün duydum ki melle Hüseyin'in gelini hastalanmış. Elazığ'a doktora götürmüş. Mellenin Elazığ'dan dönmesini dört gözle beklemeye başladım. Şimdi diyeceksiniz ki;
  - Sana ne melenin dönüşü. Sen işine bak. 
   Ben bu dönüşü merak ediyordum, çünkü melle gelinini erkek doktora muayene ettirmezdi. Ertesi gün okulun önündeki çeşmenin başında sohbet ediyorduk. Yanımda diğer öğretmen arkadaş ile onun eşi de vardı. Okul köyün en üst tarafında olduğu için şehirden gelenler  okulun yanından geçerek köyün içine giderlerdi. Akşam üzeriydi. Melle Hüseyin yukarıdan tepeden sallanarak inmeye başladı. Bir hayli geriden de gelini göründü. Melle yanımıza geldi. Selam verdi. Ben meraklı bir sesle;
  - Geçmiş olsun melle Hüseyin, gelinin hastaymış, nasıl oldu? dedim.
  Melle biraz yutkunarak;
   - Valla eyidur hoca efendi eyidur. Bereket versin doktor Kadindi yoksa işimiz koti olurdu, dedi.
  Tam lafın sırası gelmişti.ben bunu günlerce beklemiştim. Hemen;
   - E melle Hüseyin sen hem hacısın hem de hocasın. Bu köylülerden daha iyi bilirsin. Kimse kızlarını okula göndermezse, bu kadın doktorlar, ebeler, hemşireler nasıl yetişecek? O zaman bütün hastaları erkek doktorlar muayene edecek, yada kabul etmeyenlerin hastaları ölecek, dedim.
   Melle Hüseyin lafı anladı ve;
   -Valla sen haklısın hoca efendi biz kızları okula göndermiyoruz hata ediyoruz, dedi.
   Ertesi gün okula gelmeyen kızlardan dokuzu okula geldi. Yalnız muhtar göndermedi kızını. Muhtar da diğer öğretmen arkadaşla bozuşmuştu ona inat göndermiyordu.
   Bir zafer kazanmıştım. kendimle gurur duyabilirdim artık. Genç bir öğretmen olarak köylünün nabzını tutmanın yolunu bulmuştum. Daha önce yasa ceza muhabbetleri yapmıştık hiç kimsenin umrunda olmamıştı.
    Yerinde ve zamanında söylenen bir sözün ne kadar önemli olduğunu unutmayalım.  
  
                                                                                   Ali Akdoğan
   

29 Temmuz 2012 Pazar

Orucu Bitiren Tokat

   Ben henüz ilkokul ikinci sınıf öğrencisiydim. Annem kuran öğrensin ileride cenazelerimizi yıkasın diye benim küçük kardeşim Yusuf''u komşularımızdan Hüsna isminde bir kadının yanına ders almaya gönderdi. Ama Yusuf''un yaşı daha küçük olduğundan öğrenmekte güçlük çekiyordu. O nedenle sıra bir gün bana gelecek diye bekliyordum. Derken bir gün annem;
   - Bak oğlum bu öğrenemiyor birde sen denesen, dedi.
   Bana güvenen birilerinin olması hoşuma gitmişti. Arapça alfabeyi aldım komşunun evinin yolunu tuttum. Hocam olacak kadın kapıyı açtı. İçeri girdim. Yabancı bir ev ve insanlar. Baştan biraz yadırgadım. Ama şaşkınlığımı erken attım. Loş ışıklı bir odaya girdik. Bir minder gösterdiler üzerine oturdum. Hocam da yanıma oturdu. Alfabeyi açtık. Kargacık burgacık işaretler, harfler. Kadın da biraz kekeme. Kadın derse başladı. Söyleyeceklerini bitirinceye kadar baştakileri unutuyordum.
   Bana dönüp;
  - Haydi şimdi de sen oku, dedi.
   Ağzımdan tek kelime çıkmadı. Kadın yüzüme baktı. Bir daha baştan söylediklerini tekrar etti. Ben gülmemek için kendimi zor tutuyordum.Tekrar;
   - Haydi şimdi oku, dedi.
   Ben yine  etrafıma bakınmaya başlayınca,
   -Yahu bu ailenin çocukları hep mi böyle geri zekalı, dedi.
    Sinirlenerek tekrar baştan ilgili bölümü tekrar etti. Bu sefer söylenen geri zekalı sözü canımı sıktığı için kendimi zorlayarak kadının söylediklerini iyice izledim ve tekrar ettim. Bir daha tekrar etmemi istedi yine okudum ve tekrar ettim. O günkü ders bitmişti. Kalktım, evimizin yolunu tuttum. Eve gidinceye kadar yolda hepsini unutmuştum. Çünkü anlamını bilmediğim ve anlam yüklenmediği için aklımda tutamadığım bir ders.
    Eve varınca annem kapıda karşıladı.
    - Nasıl öğrenebildin mi? dedi.
    - Biraz öğrendim ama tekrar unuttum, dedim.
    Meğer öğrenememenin suçu kardeşimde değil hocanın konuşmasındaymış. Amma anneme anlatamazdık. Çünkü o kafasına koyduğunu öyle böyle mutlaka yapan bir kişiliğe sahipti. Babamı etkilemesi, evin içindeki otoriterliği bunu kanıtlıyordu.
    Derslere devam ettim. Alfabeyi bitirdim. İkinci kitap olan Emma dedikleri, içinde metinlerin ve surelerin olduğu kitaba başladım. Dersler iyi gidiyordu. Kuran-ı Kerim alınacaktı. İlçede kırtasiyeci yoktu. Elazığ'a giden bir komşuya ısmarlandı. Kitap geldi. Hocanın yanına gittim. Kitabı açtı baktı ve;
   - Keşke Şeker Zade alsalardı, Hafız Osman almışlar. Bunun yazıları küçük, dedi.
    Şekerzade kim? Hafız Osman kim ?  Bunların farkı ne?  kafamın içinde çeşitli sorular dönüp duruyor. Sonradan öğrendim ki yazı puntosu bu iki isim arasında ayrımı yaratıyor. Yani bilgisayar ortamındaki dokuz punto ve oniki punto yazı arasındaki büyüklük farkıymış. İlk defa kırtasiyeden alınan bir kitap görmüştüm. Okul hayatım boyunca hep benden bir devre önceki öğrencilerin kullandığı eski kitapları kullandım. Hiç ünite dergisi alamadım. Dergi parası istediğimiz zaman bizi azarlayan büyüklerimiz, kuran-ı Kerim alınacak olunca hiç itiraz etmediler ve epey de para verdiler.
    Dersler ilerledi. Ben de sevinerek gidip geliyordum. Mevsim ilkbahar, günler uzamıştı. Muharrem orucu başlamıştı. Çocuk aklımla oruç tutacağım dedim.
    Orucun kurallarını bektaşilikle kafasını bozmuş dedem koyuyordu. Akşam yemeğinden sonra oruç başlar. Oniki gün boyunca su içilmez. Et yenmez, sakal tıraşı olunmaz, aynaya bakılmaz. Evdeki aynalar ters asılır yada üzerlerine bir örtü asılarak ayna kapatılır. Oruç ya çift gün tutulur ya da hiç tutulmaz. Yani tek günler çifte tamamlanmak üzere bir gün daha mutlaka oruç tutulmalı. Dedeme göre bunlar hep yas matem anlayışının bir göstergesiydi.
     Hani oruç tutmaya karar vermiştim ya. Akşam yemeğinden sonra hiç bir şey yemedim, içmedim. Sabah uyanınca acıkmıştım. Ama oruçtum. Bekledim. Öğleden sonra, ikindi vakti ders almak için kitabımı aldım hocamın yanına gittim. Kapı açıldı. İçerden; sacda pişen sıcak ekmek kokusu geldi ve beynim döndü. Kadın beni aldı mutfakta ekmek pişirilen yere götürdü. Eltisi mayalı ekmek yapıyordu.  Ekmek kokusundan bütün bedenim titriyordu. Hoca derse başladı. Birinci denemede ben hiç bir cevap veremedim. İkinci denemede de yine cevap yok. Benim aklım sacda pişen bazlamada. Hocanın derdi de ders. Üçüncü denemeden sonra hiç bir yanıt alamayınca bana bir tokat patlattı. Gözümden yıldızlar uçtu.  Kekeleyerek;
     - Ne oldu sana niye aklını derse vermiyorsun? dedi.
    Açlık canıma tak etmişti. Dayanamadım ve;
     - Orucum dedim.
    Hemen eltisinden bir ekmek istedi. Aldığı ekmeği bana uzattı ve yememi istedi. Biraz tereddüt ettim ama sonradan bunu hoca söylüyorsa bir bildiği vardır deyip ekmeği aldım, yedim. Yaban ekmeğin o kadar lezzetli olduğunu ilk kez o zaman fark ettim. Karnımı doyurduktan sonra dersi ilk tekrarda okudum ve eve döndüm. Yol boyunca orucumu bozduğumu evdekilere nasıl söyleyeceğimi düşündüm. Suç benim değildi. Hoca bozdurmuştu orucu. Zaten erkek olarak bir kadından tokat yemek çok zoruma gitmişti. Kanıma dokunmuştu. Mahcup olmuştum. Hocam da olsa etkilemişti bu tokat beni. Bir daha hiç oruç tutmayacağım diye kendi kendime bir söz verdim.
    Tam öğrenmeye başlamıştım ki; hocam mahalleden taşındı uzak bir köye gitti. Hocasız kalmıştım. Gittiğine seviniyordum. Çünkü yediğim tokattan dolayı ona biraz kırgındım. Çok geçmeden annem bana bir hoca daha buldu. Ablamın arkadaşı, komşumuzun kızı. Onun yanında başladım. Annem beni cenaze yıkayıcısı olarak yetiştirmeye kararlıydı. Ondan da bir süre ders aldım. Kız nişanlıydı. Evlendi gitti. Yine hocasız kaldım. Büyümeye başlamıştım. İlkokulu bitirmiş ortaokula başlamıştım. Kuran -ı Kerimi kendi kendime okuyabiliyordum. Amma annemin endişeleri vardı. Acaba ben doğru okuyup telaffuz edebiliyor muydum? Komşularımızdan birisinin dedesi gelmişti. O da hocaymış. Onu eve çağırdı ve yanında okumamı istedi. Oturdum adamın yanına okudum. Adam dinledikten sonra;
    - Doğru okuyorsun ama biraz ağır okuyorsun dedi.
    Kendime güvenim artmıştı. Ama cenaze yıkayıcısı olma fikri hoşuma gitmiyordu. Bu işten kimseyi üzmeden sıyırmalıydım. Sınava girmiştim Yatılı ortaokul sınavını kazanınca yatılı okula gittim. Kuran evde kaldı. Kimse üzülmeden o iş de bitti. 
    Sebebi bilinmeden atılan tokatların insanın hayatını nasıl değiştirdiğini gördünüz mü?
    Gelecekte şiddetin olmadığı bir eğitim sistemine hep birlikte.
                                                                              Ali Akdoğan    
    
   

22 Temmuz 2012 Pazar

Telefonla Şaka Kaka Olmasın

    Telefonla konuşmanın da bir adabı var. Yerine  ve adamına göre nezaket ve incelik yetmez. Her zaman nazik ve ince olunmalı. Ancak bu da yaşanarak ve görerek gelişen bir davranıştır. Bizim kuşak bu davranışları kazanmak için en az olanağa sahip kuşaktı.
    Ben telefonla ilk olarak ilkokul üçüncü sınıfta tanıştım. Öğretmenimiz bizi ilçedeki PTT ye götürdü. Yıl 1965. PTT dediysem öyle modern bir bina ve çalışan gişe görevlileri olarak hayal etmeyin. Köhne kerpiç bir bina. Koridor ve iki odalı loş ışıklı bir yer. Tek bir görevli var. Hem manyetolu telefona bakıyor. hem telgrafları yazdırıyor. Bir taraftan da mektupları kabul ediyor.  Öğleden sonra da mektup dağıtımına çıkıyor. Koridora sınıfımızdaki bütün öğrenciler doluştu. Adım atacak yer kalmadı. Cam bölmenin arkasındaki görevlinin gözleri kocaman açıldı. Bu kadar kalabalığı ilk defa PTT de görüyordu belki de. Öğretmenimizi tanıyordu. Ve ilk sorusu;
   - Hayırdır hocam baskına mı geldiniz? dedi.
   Öğretmenimiz gülümseyerek;
   - Çocukları telefonla tanıştırmaya getirdim, dedi.
   Adamın yüzü asıldı. Bu kadar işin içinde bu da nereden çıktı der gibiydi. Ama yine de sahte bir gülümsemeyle;
   - Nasıl olacak bu iş? diye sordu.
  Öğretmenimiz anlatarak anlaşmayı sağladı. İlçede çok fazla telefon abonesi yoktu. Bunların içinden uygun olan birisi seçildi. Postacı manyetolu telefonun kolunu çevirdi. Karşıdaki kişiden cevap alınınca durum anlatılıp izin alındı ve öğrencilere telefonun ahizesi teslim edildi. Herkes çok heyecanlıydı. Yanında olmayan uzaktaki bir kişinin sesini elindeki aleti kulağına götürdüğünde duyacaktı. Başkalarının heyecanını bilemem ama benim kalbim duracakmış gibi çarpıyordu. Sıra bana gelince boğazım kurudu. Sesim kısıldı. Dizlerim tir tir titriyordu. Telefonu elime aldım elimden düşürmemek için sıkıca tutarken ne diyeceğimi unuttum. Öğretmenim beni uyararak;
   - Hadi konuş, dedi.
   Heyecanım bir kat daha arttı ve sadece;
   - Alo diyebildim.
   Sesim kısık fısıltı şeklinde çıkmıştı. Karşıdaki kişi sesimi duydu mu bilmiyorum. Onun alo sesini duydum. Kulaklarımda bu ses uğuldarken  yanımdaki arkadaşım elimden ahizeyi çekti ve beni o büyük işkenceden kurtardı.
    Şimdiki nesil bu konuda çok şanslı. İlkokul öğrencilerinin cebinde cep telefonları hatta bir tane de yetmez iki,  üç telefon hattı olanlar var. Konuşuyorlar mesajlaşıyorlar. Ben ilkokul üçüncü sınıftan sonra tekrar telefonda konuşma şansını öğretmen okulunda öğrenci iken yakalayabildim. Okulun revirinde nöbetçiydim. Okulun dahili santralinden diğer nöbet noktalarındaki arkadaşlarla konuşarak sosyalleşmeye çalışıyorduk. Ama bir hata yaparak. Revir nöbetçisi, kantin nöbetçisi ve nizamiye nöbetçisi birbirimize telefon açıp; okuldaki  bazı öğretmenlerin seslerini ve konuşmalarını taklit ederek birbirimizi işletiyorduk. Bu bir eğlence gibi gelmişti ilk başta.
   Yine bu nöbet sırasında telefon çaldı, açtım. Karşıdaki ses;
   - Oğlum ben Şerafettin Sunay nöbetçi öğretmen, revirde kaç hastamız var? dedi.
   Ben karşıdakinin beni işletmeye çalışan bir arkadaş olduğu düşüncesiyle;
   - Hadi canım sen de sen kim şerafettin Sunay Olmak kim, dedim
  Karşıdaki;  yine kibar bir sesle;
   - Oğlum sen ne biçim konuşuyorsun ben öğretmen Şerafettin Sunay dedi.
   Ben yine ısrarla;
    - Hadi ordan dedim.
   Karşıdaki ses biraz kızgın;
   - Peki ben oraya geliyorum, dedi ve telefonu kapattı.
   Ben yatakhanenin en üst katındaki revirin penceresinden okulun çıkış kapısını gözetlemeye başladım. Çok geçmeden Şerafettin Sunay kapıdan çıkarak yatakhaneye doğru yürümeye başladı. Çok utanmıştım. Ne yapacağımı ne cevap vereceğimi şaşırdım. Kaçmak istedim ama gidecek bir yer yok. Çünkü orada görevlisin ve okulun öğrencisisin. Şerafettin bey merdivenlerden çıkarak revire geldi. Etrafı gezdi. Hasta sayısını sordu. Yatan hastalara kantinden süt alıp içirmemi istedi ve telefon konuşması ile ilgili hiç bir şey söylemeden gitti. Ben yerin dibine geçmiştim utancımdan. İşte bu da eğitimin bir parçasıydı. Belki beni azarlasaydı bu olay benim hayatımda bu kadar yer etmeyecekti.
    Aynı gün kantin nöbetçisi Ramazan adında bir arkadaş yanıma geldi. Revirde bir süre sohbet ettik. Giderken Ramazan'dan hasta sayısı kadar sanırım beş altı şişe süt istedim.
    - Ben revirden ayrılamıyorum bana süt getir hastalara içireceğim, dedim.
    Ramazan yanımdan ayrıldıktan sonra kantine inmiş. Bir süre sonra kaç şişe süt olacağını unutmuş. Revirin dahili numarası 08 müdürün lojmanının numarası 8 revire telefon açmak isteyince  dahili santralden 0 düşmemiş sadece 8 düşmüş ve müdürün evi bağlanmış. Ramazan,
     - Alo demiş.
  Karşıdaki ses
     - Buyrun ben okul müdürü Mahmut Sümer, demiş.
   Ramazan kendinden o kadar emin ki hiç tereddüt etmeden;
     - Ulan oğlum sen ne zaman müdür oldun? Bırak bu müdür ayaklarını da kaç şişe süt lazımdı, demiş.
    Müdür şaşkın bir sesle tekrar;
     - Oğlum sen nasıl konuşuyorsun ben okul müdürü demiş.
    Ramazan yine aynı tarzda bir ses tonuyla;
     - Basbayağı konuşuyorum işte bırak okul müdürlüğü numaralarını da kaç şişe süt istemiştin sen onu söyle, demiş.
    Müdür kızgın bir sesle,
      -Peki demiş ve telefonu kapatmış.
    Ramazan koşarak yanıma çıktı. Beti benzi atmış;
     - Biraz önce telefondaki sendin değil mi? dedi.
    Ortada bir hareketli durumun olduğunu anlamıştım.
     - Yok ben değildim, dedim.
    Ramazan'ın endişesi bir kat daha arttı ve koşarak aşağı indi. Çok geçmeden Müdür baş yardımcısı Mustafa Kocabaş'ın sesi yükseldi kantinden.
     -Hayvan herifler telefonla konuşmayı bilmiyorsunuz telefonu kullanıyorsunuz. Okul müdürüyle böyle mi konuşulur? Seni süreceğim bu okuldan utanmaz herif, dedi.
    Bir sessizlik oldu. Mustafa bey o sinirle kantinden çıkıp evine gitti. Onun lojmanı da okulun bahçesinin içindeydi.
    Ramazan süt şişelerini alıp yanıma çıktı. Morali çok bozuktu. Kendisini teselli etmeye çalışarak;
    - Arkadaş bunda senin suçun yok biz hepimiz aynı suçu işledik. İdareye gidip durumu anlatırız. Senin  bu duruma isteyerek düşmediğini, öğrencilerin telefonda öğretmenlerin selerini taklit edip kendilerini öğretmen olarak tanıttıklarını, senin de bu nedenle bu sözleri söylediğini anlatırız. Yalnız bir şartla bunu yaparız. Okul idaresi seni çağırırsa, yoksa bunlara gerek kalmaz. Senin ceza almanı önlemeye çalışırız, dedim.
    Ramazanın sıkıntısı bir nebze dağıldı. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Ama bu zoraki bir gülümsemeydi. Endişeleri vardı.
    İdareden Ramazan'ı çağırmadılar ama bizim nöbet sırasındaki şakalar kakaya dönüşmüştü. İşin tadı kaçmıştı.
                                                                                     Ali Akdoğan

9 Haziran 2012 Cumartesi

KEŞKELERİM

      Hani geçmişte yaşadığı ancak şimdi o yaşadıklarından pişmanlık duyduğu bir duyguya kapılır ya insan. İşte o zaman keşke deyip eski yaşadıklarını şimdi olsa yaşamazdım veya şöyle şöyle yaşardım deyip bir öz eleştiri yapar.  Bende bu yazımda o yaşadıklarımın bir öz eleştirisini yapacağım.
  
     1996 yılında merkez Abdullah Günaydın İlköğretim okulunda öğretmen olarak görev yaparken atama isteği ile sıraya girmiştim. Atamam sıradan Fatih Deveci İlköğretim okuluna çıkmak üzereyken Müdür yardımcısı olarak Naciye Filizay İlköğretim okuluna atandım. Daha sonra bu okulun müdürü emekli oldu. Asaleten okul müdürlüğüne atandım. Bu okulda beş yıla yakın görev yaptım. Bu süre içinde ağır bir rahatsızlık geçirdim. Bu hastalık nedeni ile biraz da duygusal oldum. Çevremde olup bitenlere fazla dikkat edemedim. Okulda görevli bazı öğretmenler bana dost görünerek epey çile çekmeme neden oldular. Meğer bu dostluklar hep çıkar üstüneymiş. Bugünkü aklım olsaydı. Bu okula hiç gitmezdim. Gitmek zorunda kalsaydım işte o zaman  da o dost görünen ancak sonradan dost olmadıklarını öğrendiğim o insanlara değer vermezdim. 
  
      Hastalığı tesadüfen öğrenmiştik. Bir kardeşim Hepatit B hastasıydı. Hastalık olup olmadığını öğrenip yoksa aşı yaptırmak için ailece tahlil yaptırdık. Eşimde ve çocuklarımda problem yoktu. Onlar aşılarını oldular. Bende hastalık olduğu saptandı. Kardeşimin durumunun çok ciddi boyutlarda olması beni telaşlandırdı. 1996 yılının Ekim ayında bir karaciğer biyopsisi geçirdim. Hani doktora güvenmemiz gerektiği söylenir. Bu sefer öyle olmadı. Görüştüğüm özel doktorum mutlaka biyopsi yaptırmam gerektiğini söyledi. Adana balcalıda takipli hasta olarak onbeş günde bir kontrole gidiyordum. Bazı tetkikler istendi. "HBVDNA" test sonucu bir ayda çıkar dediler. Doktorum bu sonucu beklemeden benden biyopsi almak istediğini söyledi. Ben de olur dedim. Hazırlıklarımı yaptım ve bir Ekimde biyopsi yapıldı. Yapılan yanlış uygulamalar ve doktorun beceriksizliği sonucu iki sefer girildiği halde gerekli olan parça alınamadı. Büyük sıkıntı yaşadım. Safra kesesi duvarına dokunulduğu için nefessiz kaldım kasılmalar yaşadım. Üç gün hastanede yattım. taburcu edildim. Evime geldikten üç gün sonra sancılandım. Özel doktoruma bir kez daha gittim. Ultrason muayenesi sonucunda karaciğerde üç santimetre yırtık olduğu ve karın boşluğuna iki kilogramdan fazla kan biriktiği ve ölüm riskinin çok yüksek olduğu doktorumuz tarafından eşime ve bana söylendi. Ameliyat edilsem de ölüm riski yüksek, vücut kendisi koful oluşturup kanı temizleme şansı var ama vücut temizlemezse de yine ölüm riski yüksek. Doktor eşime dönerek;
     - Yenge ben hocamı hastaneye yatırsam hemşireler ara sıra gelip bakarlar. Sen daha iyi bakarsın. Size ilaç yazacağım. Söylediğim şekilde kullanıma uyarsanız hocamın vücudu güçlü, inanıyorum ki bu sıkıntıyı atlatacaktır, dedi.
      Eşim iki gözü iki çeşme sessiz bize çaktırmadan ağlıyordu. Onu görünce ben de ağladım. Doktor bizi teselli etmeye çalıştı. Çıkıp evimize geldik. İlaçları aldık. Doktorun söylediklerine harfiyen uyduk. Dördüncü günün sonunda üzerimdeki ağırlık hafiflemeye etraf aydınlanmaya başladı. Bir hafta sonra tekrar doktora gittik. Ultrason muayenesi sırasında doktor çığlık atar bir sesle;
     - Yenge gözün aydın. Allah hocamı sana ve çocuklarına bağışladı, içerisi tertemiz, dedi.
      Sevinçten ne yapacağımızı bilemedik.Ölümü bir kez daha yenmiştik. Ben esas doğum günümü bilmediğim için 1 Ekimi ikinci doğum günüm olarak kabul ettim. Daha sonra  "HBVDNA" sonucu negatif çıktı. Biyopsiyi yapan doktor;
      - Bu sonuca göre biyopsi yapmaya gerek yokmuş demez mi?
      Kan beynime sıçradı. Doktora verdim veriştirdim.
      - Madem bu test negatif çıkınca biyopsiye gerek yoktu, niçin bu sonucu beklemediniz? İnsanlar sizin için kobay mı? Ben ölümden döndüm. Ölseydim geride kalan çocuklarıma ve eşime kim bu yanlışın hesabını verecekti? dedim.
       Adam neye uğradığını şaşırdı. Hiç bir şey söyleyemedi.  Özel doktoruma sonucu getirdim o da biyopsiye gerek yokmuş. deyince;
       - Peki niye bana zamanında yol göstermedin, dedim.
       Sadece yutkunabildi. Hiç bir cevap veremedi. İşte bugünkü aklım olsaydı. Bu kadar paniklemezdim ve bu biyopsiyi yaptırıp bu sıkıntıları yaşamazdım. 
    
       2000 yılında Milli Eğitim Şube müdürlüğü sınavına girdim ve kazandım. Aksaray'da Hizmet içi Eğitim kursuna katıldıktan sonra 2002 yılında merkez Hüseyin Özer Merzeci İlöğretim okulu müdürü olarak görev yaparken Kahramanmaraş'ın Türkoğlu ilçesi İlçe Milli Eğitim Şube Müdürlüğüne atandım.  Ancak çalıştığım okuldaki okul müdürlüğü bana daha cazip geldi. Biraz da korkak davranarak arkadaş ortamımı bozmak istemedim. Oysa ki gittiğim yerde de arkadaş edinebilirdim.  Bugünkü aklım olsaydı o görevi kabul eder,  hizmette o görev alanında çalışmanın onurunu da yaşamak isterdim.

    Değeri beş para etmeyen bazı insanlar yüzünden yakın çevremdeki bazı kişileri üzdüğüm zamanlar oldu. Bugünkü aklım olsaydı. O yaşadığım gerilimleri hiç yaşamak istemezdim. Çünkü o gerginlikler beni tansiyon hastası yaptı. Yaşadığım rahatsızlığı atlatmak için verdiğim çabalar ancak her şeyden arındıktan sonra sonuç verdi. Hepatit B gibi bir illeti tamamen yendim ve şu anda sağlıklıyım. Sağlığıma kavuşmamda sevgili eşimin çok büyük emeği var. Yıllarca yemek yaparken hep benim diyetime uygun yemekler yapmak zorunda kaldı. Benim kaprislerime katlandı. Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır.
  
     Küçük oğlumu 66 aylık iken okula gönderdim. Çocuk çok zeki olmasına rağmen matematik dersinde öğrencilik yaşamı boyunca hep sıkıntı yaşadı. Bu çocuk "Mustafa Kemal Üniversitesi Endüstriyel Elektronik" okuduktan sonra "Ege Üniversitesi  Devlet Türk Müziği Konservatuvarı Temel Bilimler Bölümü"nü bitirdi. Matematik dersinde yaşadığı sorunlar olmasaydı belki de farklı bir alanda eğitim yapacaktı.  Hep keşke bir yıl sonra gönderseydim diye hayıflandım.

     Yeni yasa nedeni ile çocuklarını erken göndermek zorunda kalacak vatandaşı da, gelecekte keşkeleri olmaması için  bu yazı ile bir kez daha uyarmak isterim. Ben öğretmen olduğum halde benim çocuğum bu sıkıntıları yaşadıysa, eğitim düzeyi yetersiz olan vatandaşın  çocuklarının daha büyük sorunlar yaşayacağı endişesi taşıyorum.
   
     Gelecekte; hep birlikte, keşkesiz günlere.

                                                                                                Ali Akdoğan

 

27 Mayıs 2012 Pazar

TÜRKİYE'NİN EĞİTİM ALANINDAKİ 2023 HEDEFLERİ

    Teknoloji çağında eğitimin ihtiyaçlarını düzenlemek ve verimli kulanımını sağlamak için eğitim yöneticilerinin yeniliklere açık olması gerekliliği birincil önemdedir bana göre. Hızlı gelişen ve değişen günümüz dünyasında kendini yeniliklere uyduramayan öğretmen, öğrenci, anne - baba, okul yöneticileri ve okulun diğer çalışanları, önümüzdeki yıllarda büyük sorunlarla karşılaşabilirler.
     Eğitim; kişide davranış değişikliği yaratmak ve kişiye istendik davranışlar kazandırmak olduğuna göre, herkes tarafından önemsenmesi gereken bir iş olduğunu kabul etmemiz gerekir.
     Eğitimin; Okul, aile ve çevre üçlüsünün ortak çabasıyla yüceltilebileceği, bunlardan birinin bu döngüde eksik olması veya geride kalması, verimliliği olumsuz yönde etkileyeceği unutulmamalıdır. Okulda yapılan bir çalışmanın, ailede ve çevrede karşılığını bulması, başarıyı ve motivasyonu arttırır.
     Eğitim mekanlarının artık dört duvarla sınırlı olmadığı, internete cep telefonlarından ulaşıldığı bir dönemde, bilginin doğru ve yararlı kullanılması için öğretmenlere ve anne-babalara çok büyük görevler düşmektedir. Teknolajinin hızlı gelişimi, hayatın giderek karmaşık hale gelmesi, insanların destek almadan sorunlarının üstesinden gelmelerini zorlaştırmaktadır. İşte bu nedenle okullarda verilmesi ekmek ve su kadar önemli bir hizmet olan okul rehberlik hizmetlerinin önemi herkes tarafından kabul edilmeli ve bu hizmetlerden eğitim-öğretimin bütün paydaşları ihtiyaç duyduklarında yararlanmalıdır. Okul yöneticileri bu hizmetin verimli sunulabilmesi için gerekli bütün önlemleri almalı, ihtiyaç duyulan mekanları hazırlamalıdır. 
      Anne ve babalar; çocukları onlara ihtiyaç duyduğunda, onlara herhangi bir konuda bir soru sorduğunda, yaptıkları işi bırakıp onlarla ilgilenmeyi seçmelidir. Sorulan sorunun cevabını bilmiyorsa, çocuğa; biliyormuş edasıyla yalan yanlış cevaplar vermemelidir.   Unutulmamalıdır  ki çocuk; aile, okul ve çevrenin ortak malıdır. Verdiğiniz yanlış cevap çocuğunuzu başkalarının yanında gülünç duruma düşürebilir. Bilmediğimiz konularda bilmediğimizi söyleme erdemi göstermeliyiz. Çocuğumuzun yanında yalancı duruma düşmekten iyidir.
      Bir yere misafirliğe giderken veya eve misafir kabul ederken çocuğumuzun fikrini almak ona verilen önemi gösterir. Önemsendiğini gören veya hisseden çocuğun kişilik gelişiminin olumlu etkilendiğini unutmayalım. Ailede alınan kararlara ortak edilen çocukların kendilerine güven duyguları ve öz güvenleri gelişir.
      Bir insanın; hayatındaki her şeyi bilmesi elbette beklenemez. Ancak çok şey bilmesi,  artı puan olarak o kişinin hanesine yazılacaktır. Öğretmenler; teknolojiyi doğru kullanmak için gereken teknik bilgilerle donatılmalı. Öğrencileri ile birlikte kullandıkları bir programı öğrencileri kadar kullanabilecekleri bilgi ve beceri düzeyine çıkarılmalıdırlar. Bu bilgi ve becerilere sahip olmadıkları durumlarda, öğretmenin sınıf üzerindeki etkinliği azalır. Bir öğretmen için en zor durum, öğrencileri karşısında inandırıcılığını yitirmesidir.
     Teknolojideki hızlı gelişim ve değişime ayak uydurabilmek için ekonomik yönden büyük bir yükün altına girilmesi gerektiğini şimdiden kabul etmemiz gerekir. Burada sözünü ettiğim gereksiz tüketime neden olan model değişikliğinden çok yazılım güncellemeleridir. Esas büyük tehlike burada. Toplumumuz ve daha çok gençliğimiz; model değişikliklerini önemseyerek gereksiz tüketime neden olmaktadır. Bunun en güzel ve çarpıcı örneği cep telefonlarında yaşanmaktadır. İşini gören alet değil cazibesi ve gösterişi yüksek olan aletler tercih edilmektedir. Bu da tüketimi gereksiz bir biçimde arttırmaktadır. Oysa biz çok zengin bir ülke değiliz. Önümüzdeki yıllarda da kaynakların verimli kullanılması hayati önem taşımaktadır. Bu korkumda yanılırsam ülkem adına sevinirim.
     Teknolojiyi doğru kullanan bir toplum yaratırsak, geleceğimiz aydınlık ve güvenli olacaktır. Önemli olan bu amaca ulaşmak için herkesin çaba göstermesi....
     Bu yazılanlar ışığında 2023 hedeflerimizi maddeler kalinde sıralamak istersek;
      1. Ana okulu (4 - 6 yaş arası) nüfusumuzun okullaşma oranını % 80'e çıkararak duygu ve zeka gelişiminin en önemli evresini doğru yapılandırmalıyız. Şuanda yetersiz olan alt yapı ve personel ihtiyacı hızla  giderilmeli.
      2. Ana sınıfı (6 yaş grubu) nüfusumuzdaki okullaşma oranını %100 lere çıkarmalıyız. Arkadaş edinme,  grup içinde sorumluluk alma ve liderlik vasıflarının kazanıldığı bu dönem çok önemsenmeli. Gerekli  altyapılar hazırlanmalı. Yeterli sayıda personel yetiştirilmeli.
      3. İlköğretimde fiziki alt yapılar geliştirilmeli; 
         a) İş-Teknik alanında atölyeler açılmalı, öğrencilerin el becerileri geliştirilmeli, küçük el aletlerini  kullanabilme becerisi kazandırılmalı.
         b) Müzik alanında öğrencilerin gelişimini sağlayan yeteneklerinin açığa çıkarmasına yardımcı olacak özel  müzik sınıfları altyapısı oluşturulmalı. Her öğrencinin en az bir enstrüman çalabildiği eğitim düzeyine  ulaşılmalı.
         c) Beden Eğitimi derslerine gereken önem verilerek yıldız sporcular yetiştirilmesi için okullarda gerekli  altyapılar oluşturulmalı.
       4. Avrupa Birliği üyesi olacak bir Türkiye vatandaşının yabancı dil bilme seviyesi yükseltilmeli ve her  öğrenci en az bir yabancı dili iyi derecede öğrenmiş olarak okuldan mezun olmalı. İkinci yabancı dil için altyapılar oluşturulmalı.
      5. Uluslararası düzeyde denkliği kabul edilen bir eğitim modeline geçilmeli. Bu alanda arge çalışmalarına şimdiden başlanmalı. 
      6. Dünyadaki ilk 500 üniversite içine ülkemizden en az 20 üniversitenin girebilmesi için çaba harcanmalı ve  bu başarılmalı.
      7. Sınıf öğrenci mevcutları 20 ile 24 kişi arasına çekilmeli. Sınıf oturma düzenleri hilal ay biçiminde  düzenlenmeli.
      8. Okullarda yardımcı personel eksiklikleri hızla giderilmeli ve okullar yaşanır düzeyde temizliğe, tertip ve  düzene kavuşturulmalı.
      9. Eğitim çalışanlarının ekonomik durumları düzeltilmeli, bir eğitim çalışanının maaşı en az 4.000.- Evro  ile Arupa'daki meslektaşlarının seviyesine çıkarılmalı.  
     10. Okula başlama yaşının 66 aya indirilmesinin sakıncası 1980 li yıllarda denenmiş ve başarısız olup vazgeçilmişti. Umarım bu 66 ay konusunda ilgililer fazla ısrarcı olmazlar. Çocuklarımıza yazık ederler.
     Yukarıda a,b,c, maddelerinde sayılan fiziki alt yapılar geliştirilerek mesleki teknik eğitim okullarının altyapısı bu okullarda hazırlanırsa eğitimin planlanmasının daha doğru olacağı, Avrupa'daki eğitim sistemine bu sayılan etkinlikler gerçekleştirilirse ulaşılabileceği inancı taşıyorum. 
                          
                                                                                Ali Akdoğan                                                                          

18 Mart 2012 Pazar

Siz Bizi Şaşırttınız Allah Ta Sizi Şaşırtsın

    Köylü Hasan emmi oğlunu; dinini daha iyi öğrensin, daha dindar olsun diye medreseye göndermiş. Fakı olarak din eğitimine başlayan Şuayip bir iki yıl kesintisiz eğitimine devam etmiş. Hocasından el alıp köyüne dönmüş. Annesine babasına ve arkadaşlarına dini fetvalar vermeye başlamış.
    Yaz gelmiş. Babasıyla tarlaya ekin biçmeye gitmiş. Güneş epey yükselmiş. Hava oldukça sıcak. İnsanın gölgesi küçülüp boyunun yarısından bile küçük olduğu sırada Hasan emmi hacet gidermek için uygun bir yer aramış. Batıya dönüp küçük  abdest bozacakmış ki Oğlu Şuayip;
    - Baba baba ne yapıyorsun? Batıya dönülür mü? günahtır, diye seslenmiş.
    Çünkü medresede onlara yönler öğretilirken; Önümüz güney, sağımız batı, solumuz doğu, arkamız kuzey demişler. Sağımızda ve solumuzda katip melekler hayır ve şer yazarlar. Arkamızda ise koruyucu melekler var bizi görünmez kazalardan korurlar diye öğretilmiş. Bu meleklerin olduğu tarafa dönmek günahtır diye öğretilmiş.  
    Hasan emmi kuzeye dönmüş, tam işeyecekmiş ki oğlu yine seslenmiş;
    - Baba baba işerken kuzeye dönülür mü? günahtır, demiş.
    Hasan emmi çaresiz doğuya dönmüş, oğlu yine heyecanla bağırmış, günah olduğunu söyleyince, Hasan emmi düşünmüş bir kıble kaldı. Oraya da dinimizce dönülmez günahtır. En sonunda aklına sırt üstü uzanıp işemek gelmiş ve sırt üstü uzanıp havaya doğru işerken oğluna sitemli bir sesle;
   - Siz bizi şaşırttınız Allah ta sizi şaşırtsın, demiş.
    Ülkemizin eğitiminden sorumlu olanlar da önce Hasan Celal Güzel'in bakan olduğu sırada pozitif bilim olan biyoloji dersini müfredattan kaldırdılar. Dünya moleküler biyoloji ile buluşlarına devam ederken biz ağzımız açık izliyoruz. Gen haritaları ve genetik hastalıklarla ilgili buluşlarını açıkladıkları zaman vay be ne güzel buluşlar deyip alkışlıyoruz. Biz buyuz işte.
    Avni Akyol'un bakanlığı döneminde önce liselerde kredili sistem getirildi.Çok güzel bir sistem dendi. Okul müdürlerinden bu konuda raporlar istendi. Biz de raporlarımızda; alt yapı oluşturulmadan bu sistem sorunlu olur dedik. Kabul görmedi. Kütüphane yok, müzik salonu ve okuma salonları yok. Boşta kalan çocuklar kafelerde geçirmeye başladı ders aralarını. Zararlı alışkanlıklar aldı başını gitti. Hele sonra farkına varıldı vazgeçildi.
   Yine aynı bakan döneminde altı yaş gurubunu birinci sınıfa alın dediler. Biz yine raporlarımızda bu yaş grubunun matematik zeka yaşının yeterli olamayacağını söyledik. Çünkü matematiğin zeka yaşı, okuma-yazma zeka yaşına göre bir yıl geriden gelir dedik. Kabul görmedi. O çocuklar da harcandı. Okula başlayanlar okuma-yazmayı öğrendi ama matematikte kavrama yetersizliğinden okul hayatları boyunca bize beddua ettiler.
    İnsan oğlu aynı meyve gibidir. Olgunlaşmayan bir meyveyi koparıp yiyebilirsiniz ama olgun bir meyvenin tadını alamazsınız. Çocuğu da okula erken alabilirsiniz ama istediğiniz başarıya ulaştıramazsınız. Sonra da çocuğu geri zekalı olmakla suçlarsınız. Kendi suçunuzu başkasına yüklemek kadar kolay bir şey yoktur. Hele birde karşınızdaki; gücünüzün yettiği biriyse bu daha da kolay. 
    Her bakan getirdiği sistemin çok iyi olduğunu söyledi. Ama sonra öyle olmadığını görünce vazgeçti. Sıra şimdiki bakanda. Bakalım o ne zaman hatalı olduğunu anlayacak?  
   Yörük göçünü yüklemiş yola çıkacak,
   Komşusu;
   - Bu yük düzensiz demiş.
   Yörük de;
    - Göç giderken yolda düzülür, demiş.
   Yolda düzülen göçün de hali meydanda.
                                                   
                                                                      Ali Akdoğan
                                             

1 Şubat 2012 Çarşamba

Birini Bana Öncüt Ver

    Aslanköy'de görev yaparken birlikte çalıştığımız ve fakat 1990 yılı Ağustos ayındaki yangında kaybettiğimiz Ayşen Ergan arkadaşımızın anlattığı bu fıkramsı olayı sizlerle paylaşmak istedim.
    Aynı köyden iki delikanlı birlikte askere gitmiş ve tesadüfen aynı bölükte askerlik görevlerini yapıyorlarmış. Bir gün bölük komutanı bölükte bulunan askerlerden birer tane vesikalık fotoğraf istemiş.  Üç gün içinde vermelerini emretmiş. Bizim aynı köylü delikanlılardan birinin iki tane vesikalık fotoğrafı varmış. Diğerinin hiç yokmuş. Fotoğrafı olmayan delikanlı, iki fotoğrafı olan köylüsüne yaklaşmış ve;
   - Emmoğlu şunlardan birini bana öncüt versen olmaz mı? Benim olunca bende sana veririm, demiş.
   Öteki;
   - Olmaz emoğlu. Bu herkesin kendine ait olur. Öncüt verilmez, demiş.
   Diğeri biraz da kahırlanarak;
   - Hadi canım, veresin yok  ondan böyle diyorsun, demiş ve küsmüş.
    Öteki iki fotoğrafı olan delikanlı dili döndüğünce anlatmaya çalışmış ama diğeri anlamak istemeyince bir ilerleme kaydedilmemiş.
     Fotoğrafları teslim etme tarihi gelip çatmış. Fotoğrafı olanlar vermiş. Bizim delikanlı köylüsü kendisine öncüt fotoğraf vermediği için komutanına şikayette bulunmuş.
    - Komutanım onda iki tane vardı. Öncüt istedim vermedi. Benim de param yoktu. O yüzden fotoğrafım yok, demiş.
    Komutan;
     - Oğlum bunda ödünç olmaz, herkesin kendisine ait olur, deyince.
    İnanmış bizimki. Gitmiş köylüsünden özür dilemiş.  İş tatlıya bağlanmış. yoksa köye kadar gelse bu küslük ayıp olacakmış.
    Rahmetlik Ayşen öğretmen bunu anlatıp arkasından bir kahkaha patlatırdı. O görüntüsü gözlerimin önünden hiç gitmiyor. Birlikte beş yıla yakın çalıştık güzel günlerimiz oldu. Allah rahmet eylesin.

                                                                     Ali Akdoğan





    

8 Ocak 2012 Pazar

Öldü Ama Askerliğini Yapmamıştı

     İki gün önce akşam haberlerinde kemik kanseri sonucu altı ay önce ölen Şafak öğretmenin annesine postayla gönderilen; Şafak öğretmenin atanamayan öğretmenler platformu kurması ve bu platformda verdiği mücadele nedeni ile açılan dava sonucunda aldığı mahkumiyet cezası tebligatını getiren postacı ile Şafak'ın annesi arasında geçen konuşma ve kadının yaşadığı travma bana, Anadolu'da yaşanmış bir olayı anımsattı.  
     Anadolu'nun bir köyünde komşu olan Süslü Mehmet ile Sakar Halil yıllarca birbirleriyle didişmekten çalışmaya, zenginleşmeye, mutlu olmaya fırsat bulamamışlardı. Kendileri mutlu olamadıkları gibi eşleri, çocukları, torunları, bütün akrabaları da mutsuz olmuştu. Ama onlar bazen gurur, bazen inat uğruna bütün bir ömrü harcamayı marifet saymışlardı.
    Süslü Mehmet'in oğlu, Sakar Halil'in  köpeğine taş atmış, attığı taş köpeğin ayağına isabet etmişti. Köpek toplayınca kıyamet kopmuştu. Kavga başlamış, kafa göz yarılmış, komşular araya girip barıştırmak istemiş ama başarılı olmamışlardı. Sakar Halil ilçeye gidip savcılığa şikayet dilekçesi verdi.
     Jandarma köye geldi. Her iki ailenin fertlerini toplayıp minibüse bindirdi. Kiminin başı sarılı, kiminin eli. Sanırsınız ki meydan savaşından çıkmış gaziler kafilesi.
    İlçeye doğru yola çıkarken,  ayağı topal köpek olanları uzaktan izliyordu. Kendi yüzünden olanlardan utanıyor gibiydi. Konuşabilse, belki de yapmayın, yanlış yapıyorsunuz diyecekti sahiplerine.
      Minibüs adliyenin önünde durdu. Arabadan inenler çok sakindi. Sanki kavga eden onlar değilmiş gibi birbirlerine saygıda kusur etmiyorlardı. Ne de olsa şehire gelmişlerdi. Medeni davranmak gerektiğine inanıyorlardı. Topluca duruşma salonuna girdiler. Hatta kapıdan girerken önce sen geç nezaketinde bulunanlar bile oldu. Yerlerine oturdular.
      Mahkeme başlayıp, birinci duruşmada yargıç;
    - Kimlik tespitleri  yapıldı, duruşmanız üç ay sonraya ertelenmiştir, dediğinde.
    Her iki aile de zafer kazanmış edasıyla duruşma salonundan çıktılar. Önlerinde üç ay zaman vardı. Birbirlerini daha çok didikleyecek, hataya zorlayacak ve haklı olmak için ne gerekiyorsa yapacaklardı.
    Aynı arabayla köye döndüler ama arabada hiç konuşmadılar. Üç ay hızla gelip geçti. Tekrar cümbür cemaat ilçeye taşındılar. İkinci duruşma başladı. Yargıcın sesi yine yükseldi.
    - Delillerin toplanması için duruşma beş ay sonraya ertelenmiştir, dedi.
     Tekrar köye döndüler. Üçüncü duruşmada dava sonuçlanır umuduyla beklemeye başladılar. Sayılı gün çabuk geçti. Duruşma tarihi gelip çattı. Tekrar ailelerin bütün fertleri ilçeye yola çıktı. Üçüncü duruşma başladı. Savcı iddanemeyi okuduktan sonra kendileri iki kelime konuşmadan yargıç kararı açıkladı.
    - Şahitlerin dinlenmesi için duruşma iki ay sonraya ertelenmiştir, dedi.
     Yeniden köye dönüş yolculuğu başladı. Hala Kimse pişmanlık duymuyordu. Çünkü hakim kendilerini haklı bulacak ve karşı tarafa ceza verecekti. Bu da dünya malına değerdi. İki ay sonra mahkemeye gelmişlerdi. Şahitler dinlendi. Avukatlar dosyayı incelemedikleri için mahkemeden süre istediler. Duruşma dosyaların incelenmesi gerekçesiyle bir ay sonraya ertelendi. Her iki aile, köye yine eli boş döndü. Ama önemli değildi. Nasıl olsa işin sonuna yaklaşmışlardı. Sonuçta haklı oldukları ortaya çıkınca komşusu ceza alacaktı. Bunun sevinci yeter de artardı.Yol masrafları, zaman kaybı hiç önemli değildi.
    Bir ay sonra son duruşmaya gittiler. Duruşma başladı. Karşılıklı suçlamalar öyle gülünç noktalara varıyordu ki; yargıç gülmemek için kendini zor tutuyordu. Herkes dinlendikten sonra yargıç kararını açıkladı.
       Karar:
     - Yapılan duruşma sonucunda cezayı gerektirecek bir unsura rastlanmamış olup, tarafların gereksiz yere mahkemeyi meşgul ettiklerinden ve gereksiz zaman kaybına neden olduklarından dolayı uyarılmalarına, bu tür olaylarla bir daha mahkemelerin meşgul edilmemesine aksi takdirde cezai müediler uygulanacağına, mahkeme masraflarının her iki aileye eşit ölçüde ödettirilmesine, karar verilmiştir, dedi.
     Duruşma salonunda buz gibi bir hava esti. Her iki ailenin fertleri; sessizce yerlerinden kalktılar. Birbirlerine baktılar. Ne olduğunu anlayamamışlardı. Şaşkın bir yüz ifadesiyle dışarı çıktılar. Hala olayın bir hiç yüzünden bu noktaya geldiğinin farkına varamamışlardı. Çünkü bu iki ailenin yılları hep böyle geçmişti. Köydeki en geniş araziye, bağa bahçeye sahip olan iki aile olmalarına rağmen köyün en yoksullarıydılar.
   Süslü Mehmet bu olaydan altı ay sonra öldü. Sakar Halil mahkemenin verdiği karardan rahatsız olmuş, köpeğin öcünün yerde kaldığına, süslünün mutlaka cezalandırılması gerektiğine kendisini inandırmıştı. Bir yıl sonra aklına bir cinlik geldi.
   - Tamam çıranı yaktım Süslü Mehmet diye mırıldandı.
    Ertesi gün erken kalktı. Traş oldu. Güzel elbiselerini giydi. Evinden çıktı. Süslü Mehmet'in evine doğru uzun uzun baktı. Köy minibüsüne binip ilçeye doğru yola çıktı. M,nibüs köy mezarlığının yanından geçerken Süslü Mehmet'in mezarına bakıp;
     -Bu sefer çıranı yaktım senin. Mezarda da sana rahat yok. Göreceksin seni mahkum ettireceğim, dedi. 
      İlçeye gidip savcılığa; Süslü Mehmet asker kaçağıdır diye bir dilekçe verdi.  Mahkeme günü belirlendi. Bir ay sonra duruşma vardı. Sakar Halil yine erken kalktı. Traş oldu. En güzel elbiselerini giydi. Karısının sorularına cevap vermeden minibüse binip ilçeye doğru yola çıktı. Keyfine diyecek yoktu. Komşusunu kötü yerden yakaladığını ve kesin ceza alacağını düşünüyordu. Duruşma salonuna girdi. Geçip yerine oturdu. Bu sefer salon boştu. Ondan başka kimse yoktu. Çok sevinçliydi. Süslü kesin ceza alacak diye geçirdi içinden. Yargıç salona girerken ayağa kalkıp bir tebessümle baktı. Bu sefer ben haklıyım der gibi bakıyordu mahkeme heyetine. Yerine oturduktan sonra duruşma başladı.
     Yargıç sordu;
     - Dilekçende Süslü mehmet'in asker kaçağı olduğunu yazmışsın.
     Sakar Halil tebessümle;
     - Evet efendim.
     Yargıç salona bir göz gezdirdikten sonra;
      - Peki süslü Mehmet nerede? Niye mahkemeye gelmedi?
      Sakar pişkin bir sesle;
      - O gelemez hakim bey, çünkü bir yıl önce öldü.
       Yargıç biraz şaşkın, birazda sert bir sesle;
       - Peki ölen adama askerlik yapmadığı hesabı sorulur mu be adam?
       Sakar Halil hala haklı olduğunu düşünerek;
        - Hakim bey öldü ama askerliğini yapmamıştı, bu suç değil mi? dedi.
        Yargıç, hiddetle bağırarak kararını açıkladı;
        - Sen git onu mezardan kaldır, bizde askere yollayalım. Mahkeme masraflarını ödeyeceksin ve mahkemeyi gereksiz yere meşgul ettiğin için para cezasına çarptırılacaksın.dedi.
        Sakar yine baltayı taşa vurmuştu. Öç alma duygusunun insana neler yaptırdığını geç de olsa anlamıştı ama geç kalmıştı.
                                                                           
                                                                                            Ali Akdoğan