Ben henüz ilkokul ikinci sınıf öğrencisiydim. Annem kuran öğrensin ileride cenazelerimizi yıkasın diye benim küçük kardeşim Yusuf''u komşularımızdan Hüsna isminde bir kadının yanına ders almaya gönderdi. Ama Yusuf''un yaşı daha küçük olduğundan öğrenmekte güçlük çekiyordu. O nedenle sıra bir gün bana gelecek diye bekliyordum. Derken bir gün annem;
- Bak oğlum bu öğrenemiyor birde sen denesen, dedi.
Bana güvenen birilerinin olması hoşuma gitmişti. Arapça alfabeyi aldım komşunun evinin yolunu tuttum. Hocam olacak kadın kapıyı açtı. İçeri girdim. Yabancı bir ev ve insanlar. Baştan biraz yadırgadım. Ama şaşkınlığımı erken attım. Loş ışıklı bir odaya girdik. Bir minder gösterdiler üzerine oturdum. Hocam da yanıma oturdu. Alfabeyi açtık. Kargacık burgacık işaretler, harfler. Kadın da biraz kekeme. Kadın derse başladı. Söyleyeceklerini bitirinceye kadar baştakileri unutuyordum.
Bana dönüp;
- Haydi şimdi de sen oku, dedi.
Ağzımdan tek kelime çıkmadı. Kadın yüzüme baktı. Bir daha baştan söylediklerini tekrar etti. Ben gülmemek için kendimi zor tutuyordum.Tekrar;
- Haydi şimdi oku, dedi.
Ben yine etrafıma bakınmaya başlayınca,
-Yahu bu ailenin çocukları hep mi böyle geri zekalı, dedi.
Sinirlenerek tekrar baştan ilgili bölümü tekrar etti. Bu sefer söylenen geri zekalı sözü canımı sıktığı için kendimi zorlayarak kadının söylediklerini iyice izledim ve tekrar ettim. Bir daha tekrar etmemi istedi yine okudum ve tekrar ettim. O günkü ders bitmişti. Kalktım, evimizin yolunu tuttum. Eve gidinceye kadar yolda hepsini unutmuştum. Çünkü anlamını bilmediğim ve anlam yüklenmediği için aklımda tutamadığım bir ders.
Eve varınca annem kapıda karşıladı.
- Nasıl öğrenebildin mi? dedi.
- Biraz öğrendim ama tekrar unuttum, dedim.
Meğer öğrenememenin suçu kardeşimde değil hocanın konuşmasındaymış. Amma anneme anlatamazdık. Çünkü o kafasına koyduğunu öyle böyle mutlaka yapan bir kişiliğe sahipti. Babamı etkilemesi, evin içindeki otoriterliği bunu kanıtlıyordu.
Derslere devam ettim. Alfabeyi bitirdim. İkinci kitap olan Emma dedikleri, içinde metinlerin ve surelerin olduğu kitaba başladım. Dersler iyi gidiyordu. Kuran-ı Kerim alınacaktı. İlçede kırtasiyeci yoktu. Elazığ'a giden bir komşuya ısmarlandı. Kitap geldi. Hocanın yanına gittim. Kitabı açtı baktı ve;
- Keşke Şeker Zade alsalardı, Hafız Osman almışlar. Bunun yazıları küçük, dedi.
Şekerzade kim? Hafız Osman kim ? Bunların farkı ne? kafamın içinde çeşitli sorular dönüp duruyor. Sonradan öğrendim ki yazı puntosu bu iki isim arasında ayrımı yaratıyor. Yani bilgisayar ortamındaki dokuz punto ve oniki punto yazı arasındaki büyüklük farkıymış. İlk defa kırtasiyeden alınan bir kitap görmüştüm. Okul hayatım boyunca hep benden bir devre önceki öğrencilerin kullandığı eski kitapları kullandım. Hiç ünite dergisi alamadım. Dergi parası istediğimiz zaman bizi azarlayan büyüklerimiz, kuran-ı Kerim alınacak olunca hiç itiraz etmediler ve epey de para verdiler.
Dersler ilerledi. Ben de sevinerek gidip geliyordum. Mevsim ilkbahar, günler uzamıştı. Muharrem orucu başlamıştı. Çocuk aklımla oruç tutacağım dedim.
Orucun kurallarını bektaşilikle kafasını bozmuş dedem koyuyordu. Akşam yemeğinden sonra oruç başlar. Oniki gün boyunca su içilmez. Et yenmez, sakal tıraşı olunmaz, aynaya bakılmaz. Evdeki aynalar ters asılır yada üzerlerine bir örtü asılarak ayna kapatılır. Oruç ya çift gün tutulur ya da hiç tutulmaz. Yani tek günler çifte tamamlanmak üzere bir gün daha mutlaka oruç tutulmalı. Dedeme göre bunlar hep yas matem anlayışının bir göstergesiydi.
Hani oruç tutmaya karar vermiştim ya. Akşam yemeğinden sonra hiç bir şey yemedim, içmedim. Sabah uyanınca acıkmıştım. Ama oruçtum. Bekledim. Öğleden sonra, ikindi vakti ders almak için kitabımı aldım hocamın yanına gittim. Kapı açıldı. İçerden; sacda pişen sıcak ekmek kokusu geldi ve beynim döndü. Kadın beni aldı mutfakta ekmek pişirilen yere götürdü. Eltisi mayalı ekmek yapıyordu. Ekmek kokusundan bütün bedenim titriyordu. Hoca derse başladı. Birinci denemede ben hiç bir cevap veremedim. İkinci denemede de yine cevap yok. Benim aklım sacda pişen bazlamada. Hocanın derdi de ders. Üçüncü denemeden sonra hiç bir yanıt alamayınca bana bir tokat patlattı. Gözümden yıldızlar uçtu. Kekeleyerek;
- Ne oldu sana niye aklını derse vermiyorsun? dedi.
Açlık canıma tak etmişti. Dayanamadım ve;
- Orucum dedim.
Hemen eltisinden bir ekmek istedi. Aldığı ekmeği bana uzattı ve yememi istedi. Biraz tereddüt ettim ama sonradan bunu hoca söylüyorsa bir bildiği vardır deyip ekmeği aldım, yedim. Yaban ekmeğin o kadar lezzetli olduğunu ilk kez o zaman fark ettim. Karnımı doyurduktan sonra dersi ilk tekrarda okudum ve eve döndüm. Yol boyunca orucumu bozduğumu evdekilere nasıl söyleyeceğimi düşündüm. Suç benim değildi. Hoca bozdurmuştu orucu. Zaten erkek olarak bir kadından tokat yemek çok zoruma gitmişti. Kanıma dokunmuştu. Mahcup olmuştum. Hocam da olsa etkilemişti bu tokat beni. Bir daha hiç oruç tutmayacağım diye kendi kendime bir söz verdim.
Tam öğrenmeye başlamıştım ki; hocam mahalleden taşındı uzak bir köye gitti. Hocasız kalmıştım. Gittiğine seviniyordum. Çünkü yediğim tokattan dolayı ona biraz kırgındım. Çok geçmeden annem bana bir hoca daha buldu. Ablamın arkadaşı, komşumuzun kızı. Onun yanında başladım. Annem beni cenaze yıkayıcısı olarak yetiştirmeye kararlıydı. Ondan da bir süre ders aldım. Kız nişanlıydı. Evlendi gitti. Yine hocasız kaldım. Büyümeye başlamıştım. İlkokulu bitirmiş ortaokula başlamıştım. Kuran -ı Kerimi kendi kendime okuyabiliyordum. Amma annemin endişeleri vardı. Acaba ben doğru okuyup telaffuz edebiliyor muydum? Komşularımızdan birisinin dedesi gelmişti. O da hocaymış. Onu eve çağırdı ve yanında okumamı istedi. Oturdum adamın yanına okudum. Adam dinledikten sonra;
- Doğru okuyorsun ama biraz ağır okuyorsun dedi.
Kendime güvenim artmıştı. Ama cenaze yıkayıcısı olma fikri hoşuma gitmiyordu. Bu işten kimseyi üzmeden sıyırmalıydım. Sınava girmiştim Yatılı ortaokul sınavını kazanınca yatılı okula gittim. Kuran evde kaldı. Kimse üzülmeden o iş de bitti.
Sebebi bilinmeden atılan tokatların insanın hayatını nasıl değiştirdiğini gördünüz mü?
Gelecekte şiddetin olmadığı bir eğitim sistemine hep birlikte.
Ali Akdoğan
29 Temmuz 2012 Pazar
22 Temmuz 2012 Pazar
Telefonla Şaka Kaka Olmasın
Telefonla konuşmanın da bir adabı var. Yerine ve adamına göre nezaket ve incelik yetmez. Her zaman nazik ve ince olunmalı. Ancak bu da yaşanarak ve görerek gelişen bir davranıştır. Bizim kuşak bu davranışları kazanmak için en az olanağa sahip kuşaktı.
Ben telefonla ilk olarak ilkokul üçüncü sınıfta tanıştım. Öğretmenimiz bizi ilçedeki PTT ye götürdü. Yıl 1965. PTT dediysem öyle modern bir bina ve çalışan gişe görevlileri olarak hayal etmeyin. Köhne kerpiç bir bina. Koridor ve iki odalı loş ışıklı bir yer. Tek bir görevli var. Hem manyetolu telefona bakıyor. hem telgrafları yazdırıyor. Bir taraftan da mektupları kabul ediyor. Öğleden sonra da mektup dağıtımına çıkıyor. Koridora sınıfımızdaki bütün öğrenciler doluştu. Adım atacak yer kalmadı. Cam bölmenin arkasındaki görevlinin gözleri kocaman açıldı. Bu kadar kalabalığı ilk defa PTT de görüyordu belki de. Öğretmenimizi tanıyordu. Ve ilk sorusu;
- Hayırdır hocam baskına mı geldiniz? dedi.
Öğretmenimiz gülümseyerek;
- Çocukları telefonla tanıştırmaya getirdim, dedi.
Adamın yüzü asıldı. Bu kadar işin içinde bu da nereden çıktı der gibiydi. Ama yine de sahte bir gülümsemeyle;
- Nasıl olacak bu iş? diye sordu.
Öğretmenimiz anlatarak anlaşmayı sağladı. İlçede çok fazla telefon abonesi yoktu. Bunların içinden uygun olan birisi seçildi. Postacı manyetolu telefonun kolunu çevirdi. Karşıdaki kişiden cevap alınınca durum anlatılıp izin alındı ve öğrencilere telefonun ahizesi teslim edildi. Herkes çok heyecanlıydı. Yanında olmayan uzaktaki bir kişinin sesini elindeki aleti kulağına götürdüğünde duyacaktı. Başkalarının heyecanını bilemem ama benim kalbim duracakmış gibi çarpıyordu. Sıra bana gelince boğazım kurudu. Sesim kısıldı. Dizlerim tir tir titriyordu. Telefonu elime aldım elimden düşürmemek için sıkıca tutarken ne diyeceğimi unuttum. Öğretmenim beni uyararak;
- Hadi konuş, dedi.
Heyecanım bir kat daha arttı ve sadece;
- Alo diyebildim.
Sesim kısık fısıltı şeklinde çıkmıştı. Karşıdaki kişi sesimi duydu mu bilmiyorum. Onun alo sesini duydum. Kulaklarımda bu ses uğuldarken yanımdaki arkadaşım elimden ahizeyi çekti ve beni o büyük işkenceden kurtardı.
Şimdiki nesil bu konuda çok şanslı. İlkokul öğrencilerinin cebinde cep telefonları hatta bir tane de yetmez iki, üç telefon hattı olanlar var. Konuşuyorlar mesajlaşıyorlar. Ben ilkokul üçüncü sınıftan sonra tekrar telefonda konuşma şansını öğretmen okulunda öğrenci iken yakalayabildim. Okulun revirinde nöbetçiydim. Okulun dahili santralinden diğer nöbet noktalarındaki arkadaşlarla konuşarak sosyalleşmeye çalışıyorduk. Ama bir hata yaparak. Revir nöbetçisi, kantin nöbetçisi ve nizamiye nöbetçisi birbirimize telefon açıp; okuldaki bazı öğretmenlerin seslerini ve konuşmalarını taklit ederek birbirimizi işletiyorduk. Bu bir eğlence gibi gelmişti ilk başta.
Yine bu nöbet sırasında telefon çaldı, açtım. Karşıdaki ses;
- Oğlum ben Şerafettin Sunay nöbetçi öğretmen, revirde kaç hastamız var? dedi.
Ben karşıdakinin beni işletmeye çalışan bir arkadaş olduğu düşüncesiyle;
- Hadi canım sen de sen kim şerafettin Sunay Olmak kim, dedim
Karşıdaki; yine kibar bir sesle;
- Oğlum sen ne biçim konuşuyorsun ben öğretmen Şerafettin Sunay dedi.
Ben yine ısrarla;
- Hadi ordan dedim.
Karşıdaki ses biraz kızgın;
- Peki ben oraya geliyorum, dedi ve telefonu kapattı.
Ben yatakhanenin en üst katındaki revirin penceresinden okulun çıkış kapısını gözetlemeye başladım. Çok geçmeden Şerafettin Sunay kapıdan çıkarak yatakhaneye doğru yürümeye başladı. Çok utanmıştım. Ne yapacağımı ne cevap vereceğimi şaşırdım. Kaçmak istedim ama gidecek bir yer yok. Çünkü orada görevlisin ve okulun öğrencisisin. Şerafettin bey merdivenlerden çıkarak revire geldi. Etrafı gezdi. Hasta sayısını sordu. Yatan hastalara kantinden süt alıp içirmemi istedi ve telefon konuşması ile ilgili hiç bir şey söylemeden gitti. Ben yerin dibine geçmiştim utancımdan. İşte bu da eğitimin bir parçasıydı. Belki beni azarlasaydı bu olay benim hayatımda bu kadar yer etmeyecekti.
Aynı gün kantin nöbetçisi Ramazan adında bir arkadaş yanıma geldi. Revirde bir süre sohbet ettik. Giderken Ramazan'dan hasta sayısı kadar sanırım beş altı şişe süt istedim.
- Ben revirden ayrılamıyorum bana süt getir hastalara içireceğim, dedim.
Ramazan yanımdan ayrıldıktan sonra kantine inmiş. Bir süre sonra kaç şişe süt olacağını unutmuş. Revirin dahili numarası 08 müdürün lojmanının numarası 8 revire telefon açmak isteyince dahili santralden 0 düşmemiş sadece 8 düşmüş ve müdürün evi bağlanmış. Ramazan,
- Alo demiş.
Karşıdaki ses
- Buyrun ben okul müdürü Mahmut Sümer, demiş.
Ramazan kendinden o kadar emin ki hiç tereddüt etmeden;
- Ulan oğlum sen ne zaman müdür oldun? Bırak bu müdür ayaklarını da kaç şişe süt lazımdı, demiş.
Müdür şaşkın bir sesle tekrar;
- Oğlum sen nasıl konuşuyorsun ben okul müdürü demiş.
Ramazan yine aynı tarzda bir ses tonuyla;
- Basbayağı konuşuyorum işte bırak okul müdürlüğü numaralarını da kaç şişe süt istemiştin sen onu söyle, demiş.
Müdür kızgın bir sesle,
-Peki demiş ve telefonu kapatmış.
Ramazan koşarak yanıma çıktı. Beti benzi atmış;
- Biraz önce telefondaki sendin değil mi? dedi.
Ortada bir hareketli durumun olduğunu anlamıştım.
- Yok ben değildim, dedim.
Ramazan'ın endişesi bir kat daha arttı ve koşarak aşağı indi. Çok geçmeden Müdür baş yardımcısı Mustafa Kocabaş'ın sesi yükseldi kantinden.
-Hayvan herifler telefonla konuşmayı bilmiyorsunuz telefonu kullanıyorsunuz. Okul müdürüyle böyle mi konuşulur? Seni süreceğim bu okuldan utanmaz herif, dedi.
Bir sessizlik oldu. Mustafa bey o sinirle kantinden çıkıp evine gitti. Onun lojmanı da okulun bahçesinin içindeydi.
Ramazan süt şişelerini alıp yanıma çıktı. Morali çok bozuktu. Kendisini teselli etmeye çalışarak;
- Arkadaş bunda senin suçun yok biz hepimiz aynı suçu işledik. İdareye gidip durumu anlatırız. Senin bu duruma isteyerek düşmediğini, öğrencilerin telefonda öğretmenlerin selerini taklit edip kendilerini öğretmen olarak tanıttıklarını, senin de bu nedenle bu sözleri söylediğini anlatırız. Yalnız bir şartla bunu yaparız. Okul idaresi seni çağırırsa, yoksa bunlara gerek kalmaz. Senin ceza almanı önlemeye çalışırız, dedim.
Ramazanın sıkıntısı bir nebze dağıldı. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Ama bu zoraki bir gülümsemeydi. Endişeleri vardı.
İdareden Ramazan'ı çağırmadılar ama bizim nöbet sırasındaki şakalar kakaya dönüşmüştü. İşin tadı kaçmıştı.
Ali Akdoğan
Ben telefonla ilk olarak ilkokul üçüncü sınıfta tanıştım. Öğretmenimiz bizi ilçedeki PTT ye götürdü. Yıl 1965. PTT dediysem öyle modern bir bina ve çalışan gişe görevlileri olarak hayal etmeyin. Köhne kerpiç bir bina. Koridor ve iki odalı loş ışıklı bir yer. Tek bir görevli var. Hem manyetolu telefona bakıyor. hem telgrafları yazdırıyor. Bir taraftan da mektupları kabul ediyor. Öğleden sonra da mektup dağıtımına çıkıyor. Koridora sınıfımızdaki bütün öğrenciler doluştu. Adım atacak yer kalmadı. Cam bölmenin arkasındaki görevlinin gözleri kocaman açıldı. Bu kadar kalabalığı ilk defa PTT de görüyordu belki de. Öğretmenimizi tanıyordu. Ve ilk sorusu;
- Hayırdır hocam baskına mı geldiniz? dedi.
Öğretmenimiz gülümseyerek;
- Çocukları telefonla tanıştırmaya getirdim, dedi.
Adamın yüzü asıldı. Bu kadar işin içinde bu da nereden çıktı der gibiydi. Ama yine de sahte bir gülümsemeyle;
- Nasıl olacak bu iş? diye sordu.
Öğretmenimiz anlatarak anlaşmayı sağladı. İlçede çok fazla telefon abonesi yoktu. Bunların içinden uygun olan birisi seçildi. Postacı manyetolu telefonun kolunu çevirdi. Karşıdaki kişiden cevap alınınca durum anlatılıp izin alındı ve öğrencilere telefonun ahizesi teslim edildi. Herkes çok heyecanlıydı. Yanında olmayan uzaktaki bir kişinin sesini elindeki aleti kulağına götürdüğünde duyacaktı. Başkalarının heyecanını bilemem ama benim kalbim duracakmış gibi çarpıyordu. Sıra bana gelince boğazım kurudu. Sesim kısıldı. Dizlerim tir tir titriyordu. Telefonu elime aldım elimden düşürmemek için sıkıca tutarken ne diyeceğimi unuttum. Öğretmenim beni uyararak;
- Hadi konuş, dedi.
Heyecanım bir kat daha arttı ve sadece;
- Alo diyebildim.
Sesim kısık fısıltı şeklinde çıkmıştı. Karşıdaki kişi sesimi duydu mu bilmiyorum. Onun alo sesini duydum. Kulaklarımda bu ses uğuldarken yanımdaki arkadaşım elimden ahizeyi çekti ve beni o büyük işkenceden kurtardı.
Şimdiki nesil bu konuda çok şanslı. İlkokul öğrencilerinin cebinde cep telefonları hatta bir tane de yetmez iki, üç telefon hattı olanlar var. Konuşuyorlar mesajlaşıyorlar. Ben ilkokul üçüncü sınıftan sonra tekrar telefonda konuşma şansını öğretmen okulunda öğrenci iken yakalayabildim. Okulun revirinde nöbetçiydim. Okulun dahili santralinden diğer nöbet noktalarındaki arkadaşlarla konuşarak sosyalleşmeye çalışıyorduk. Ama bir hata yaparak. Revir nöbetçisi, kantin nöbetçisi ve nizamiye nöbetçisi birbirimize telefon açıp; okuldaki bazı öğretmenlerin seslerini ve konuşmalarını taklit ederek birbirimizi işletiyorduk. Bu bir eğlence gibi gelmişti ilk başta.
Yine bu nöbet sırasında telefon çaldı, açtım. Karşıdaki ses;
- Oğlum ben Şerafettin Sunay nöbetçi öğretmen, revirde kaç hastamız var? dedi.
Ben karşıdakinin beni işletmeye çalışan bir arkadaş olduğu düşüncesiyle;
- Hadi canım sen de sen kim şerafettin Sunay Olmak kim, dedim
Karşıdaki; yine kibar bir sesle;
- Oğlum sen ne biçim konuşuyorsun ben öğretmen Şerafettin Sunay dedi.
Ben yine ısrarla;
- Hadi ordan dedim.
Karşıdaki ses biraz kızgın;
- Peki ben oraya geliyorum, dedi ve telefonu kapattı.
Ben yatakhanenin en üst katındaki revirin penceresinden okulun çıkış kapısını gözetlemeye başladım. Çok geçmeden Şerafettin Sunay kapıdan çıkarak yatakhaneye doğru yürümeye başladı. Çok utanmıştım. Ne yapacağımı ne cevap vereceğimi şaşırdım. Kaçmak istedim ama gidecek bir yer yok. Çünkü orada görevlisin ve okulun öğrencisisin. Şerafettin bey merdivenlerden çıkarak revire geldi. Etrafı gezdi. Hasta sayısını sordu. Yatan hastalara kantinden süt alıp içirmemi istedi ve telefon konuşması ile ilgili hiç bir şey söylemeden gitti. Ben yerin dibine geçmiştim utancımdan. İşte bu da eğitimin bir parçasıydı. Belki beni azarlasaydı bu olay benim hayatımda bu kadar yer etmeyecekti.
Aynı gün kantin nöbetçisi Ramazan adında bir arkadaş yanıma geldi. Revirde bir süre sohbet ettik. Giderken Ramazan'dan hasta sayısı kadar sanırım beş altı şişe süt istedim.
- Ben revirden ayrılamıyorum bana süt getir hastalara içireceğim, dedim.
Ramazan yanımdan ayrıldıktan sonra kantine inmiş. Bir süre sonra kaç şişe süt olacağını unutmuş. Revirin dahili numarası 08 müdürün lojmanının numarası 8 revire telefon açmak isteyince dahili santralden 0 düşmemiş sadece 8 düşmüş ve müdürün evi bağlanmış. Ramazan,
- Alo demiş.
Karşıdaki ses
- Buyrun ben okul müdürü Mahmut Sümer, demiş.
Ramazan kendinden o kadar emin ki hiç tereddüt etmeden;
- Ulan oğlum sen ne zaman müdür oldun? Bırak bu müdür ayaklarını da kaç şişe süt lazımdı, demiş.
Müdür şaşkın bir sesle tekrar;
- Oğlum sen nasıl konuşuyorsun ben okul müdürü demiş.
Ramazan yine aynı tarzda bir ses tonuyla;
- Basbayağı konuşuyorum işte bırak okul müdürlüğü numaralarını da kaç şişe süt istemiştin sen onu söyle, demiş.
Müdür kızgın bir sesle,
-Peki demiş ve telefonu kapatmış.
Ramazan koşarak yanıma çıktı. Beti benzi atmış;
- Biraz önce telefondaki sendin değil mi? dedi.
Ortada bir hareketli durumun olduğunu anlamıştım.
- Yok ben değildim, dedim.
Ramazan'ın endişesi bir kat daha arttı ve koşarak aşağı indi. Çok geçmeden Müdür baş yardımcısı Mustafa Kocabaş'ın sesi yükseldi kantinden.
-Hayvan herifler telefonla konuşmayı bilmiyorsunuz telefonu kullanıyorsunuz. Okul müdürüyle böyle mi konuşulur? Seni süreceğim bu okuldan utanmaz herif, dedi.
Bir sessizlik oldu. Mustafa bey o sinirle kantinden çıkıp evine gitti. Onun lojmanı da okulun bahçesinin içindeydi.
Ramazan süt şişelerini alıp yanıma çıktı. Morali çok bozuktu. Kendisini teselli etmeye çalışarak;
- Arkadaş bunda senin suçun yok biz hepimiz aynı suçu işledik. İdareye gidip durumu anlatırız. Senin bu duruma isteyerek düşmediğini, öğrencilerin telefonda öğretmenlerin selerini taklit edip kendilerini öğretmen olarak tanıttıklarını, senin de bu nedenle bu sözleri söylediğini anlatırız. Yalnız bir şartla bunu yaparız. Okul idaresi seni çağırırsa, yoksa bunlara gerek kalmaz. Senin ceza almanı önlemeye çalışırız, dedim.
Ramazanın sıkıntısı bir nebze dağıldı. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Ama bu zoraki bir gülümsemeydi. Endişeleri vardı.
İdareden Ramazan'ı çağırmadılar ama bizim nöbet sırasındaki şakalar kakaya dönüşmüştü. İşin tadı kaçmıştı.
Ali Akdoğan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)