8 Eylül 2012 Cumartesi

Mansur Amcanın Adağı

   1975 yılında Elazığ ili Palu ilçesi Kayalık köyünde yeni göreve başlamıştım. Köy mahrumiyet bir coğrafyada. Kuş uçmaz kervan geçmez dedikleri hesap, yazın bir saat, kışın ikibuçuk saat yaya yolu vardı. Köye araba gelmiyordu. Ancak eşyanızı köye götürmek için özel araba tutarsanız, toprak yolda, bata çıka hoplaya zıplaya, köye kadar götürebilirdiniz arabayı. Oda her zaman olmazdı. Çünkü Ekim sonu Kasım başı kar yağardı. Mayıs sonuna kadar da yerde kar olurdu.
    Mansur amca hayvancılıkla uğraşan orta yaşlı,kısa boylu, sempatik yüzlü, kocaman burunlu bir adamdı. Konuştuğu bölük pörçük türkçesiyle sohbet ediyorduk. Birgün sohbet sırasında;
    - Hoca efendi yakında oğlum askerden gelecek. Sürünün içindeki en büyük koçu kurban adadım. Geldiği gün keseceğim, dedi.
    Ben de Mansur amcaya takılmak amacıyla, birazda şakayla karışık;
    - Allah kavuştursun Mansur amca. İnşallah çocuk sağ salim gelir. Bu adaktan biz öğretmenlere de et düşer değil mi? dedim.
    Mansur amcanın yüzü aydınlandı. Sözlerim hoşuna gitmişti belli ki. Külahını hafifçe geriye doğru itti. Külahın altından parmaklarıyla saçını karıştırarak ve hafifçe gülümseyerek;
    - Tabi hoca efendi olmaz mı? En büyük payı size göndereceğim. Siz bu köyde yabancısınız. Bizim misafirimiz sayılırsınız, dedi.
    Mansur amca bu sohbetten sonra kalkıp evine gitti. Köyde kasap yok. Bakkal yok, Kahvehane yok. Bizim gerçekten gönderilecek adak etine ihtiyacımız vardı. Ayda bir bazen iki ayda bir şehire gidip maaş alıyorduk. Dönüşte de temel ihtiyaçlardan et almaya sıra gelmiyordu. Çünkü aldığınız erzakı sırtımızda; bir saat bazen birbuçuk saat taşıyorduk. Dört gözle Mansur amcanın oğlunun askerden gelmesini beklemeye başladık. Belki Mansur amca bizim kadar sabırsızlanmıyordu oğlunun gelişine.
    On onbeş gün sonra çocuk askerden geldi. İçimizi bir sevinç kapladı. Mansur amcanın haberi yoktu ama onun kadar biz de sevinmiştik. Adak etini beklemeye başladık. İki gün geçti et yok. Bir hafta geçti  et yok. Bu işte bir terslik olduğunu düşünmeye başladık. On gün geçmişti. Mansur amca okulun önünden geçip tepeye doğru gidiyordu ki; bizi gördü selam verdi. Ben biraz sitemli bir ses tonuyla;
     - Ne oldu Mansur amca adağı kesmedin mi? dedim.
   Mansur amca biraz mahcup bir sesle;
     - Kestik hoca efendi, dedi.
     - Hani bize et gönderecektin. Hani biz sizin misafirinizdik. Ne oldu Mansur amca? bilmeyerek bir yanlış mı yaptık? dedim.
     - Yok hoca efendi siz bir hata yapmadı, bizim köy imamı Hasan hoca adağı şeriat kurallarına göre kesti. Kimseye bir şey vermeden leşi bizim oğlanın sırtına yükleyip evine gönderdi kavurma yaptı, dedi.
     - Neymiş, nasılmış bu kural? dedim.
     - Hasan hoca; şeriata göre adak eti yalnız fakirlere verilir. Bu köyde fakir yoktur. En fakiri benim dedi ve kimseye bir parça bile et vermedi, dedi.
     - Perki şeriat zengini nasıl tarif ediyor? dedim.
     Mansur amca kırgın ve kızgın bir ses tonuyla;
     - Ben melle değilim, ne bileyim hoca efendi onu da mellelere sorun, dedi.
     Bunu köyde kime sorabileceğimizi düşünürken birden mele Mustafa aklıma geldi. Bu konuda en doğru cevabı mele Mustafa'dan alabilirdik. İki gün geçmişti. Okulun duvarının dibine oturmuş güneşleniyorduk Sonbaharın son zamanları ve güneşin en kıymetli olduğu zamanlardı. Mele Mustafa uzaktan bizi görmüş yanımıza oturmaya sohbet etmeye geldi. Belliki onunda hoşuna gitmeyen, canını sıkan durumlar vardı. Yanımıza geldi. Selam verdi. Sandalye verdik, oturdu. Genel bir sohbete başlandı. Melle kendisi sözü kesilen adağa getirdi. Belliki çok rahatsız olmuştu. Ben dayanamadım sordum;
     - Melle Mustafa şeriat zengini nasıl tarif ediyor? Yani şeriata göre kime zengin denir? dedim.
     Melle önce bir derin nefes aldı. Sonra iç çekerek anlatmaya başladı.
     - Bak hoca efendi; şeriata göre bir adam atmış yıl hiç çalışmadan, hazırda bulunan malı onu ve ailesini geçindirecek kadar malı olan kişi şeriata göre zengindir. Bunun dışındakiler fakirdir, dedi
    Ben yine heyecanla;
     - Peki allah aşkına bu köyde hanginizin malı atmış yıl çalışmasanız sizi geçindirir? dedim
    Melenin kaşları çatıldı. Sinirli bir ses tonuyla;
     - Hoca efendi Hasan hoca gibi dini kendi çıkarları için yanlış yorumlayan din adamları var. hem de çok. Hasan hoca yanlış yaptı. Artık bu köyde kalması doğru olmaz. Bir kurban eti için bu duruma düşmemeliydi. Kendisini çok seviyordum. Ama gözümden düştü. İnşallah kendi isteğiyle köyden gider. yoksa biz onu göndermesini biliriz, dedi.
      Durumun bu kadar ciddi bir noktaya geldiğinden haberimiz yoktu. Bir hafta geçmişti ki köye bir kamyon geldi. Hasan hoca; sessiz sedasız evini yükleyip kaçar gibi köyden gitti.
     Yıllar sonra bu olayı eşime anlattığımda, eşim bana dönüp;
     -Siz de çok cimriymişsiniz. Adak eti bekleyeceğinize, paranızla bir koyun veya keçi  alıp kesip yeseydiniz, dedi.
      Gülümseyerek, muzip bir ses tonuyla; 
     - Bedava sirke baldan tatlıdır, dedim.   
    Adak eti bize nasip olmadı ama köy imamının köyden sürülmesine neden oldu. Toplumsal olaylar böyle dipten gelen dalgalarla ortaya çıkar işte.
     Hayatta hiç bir şeyi hafife almamak gerekir. 

                                                                                Ali Akdoğan