Yeni öğretmen olmuştum.1975 yılında, Elazığ'ın Palu ilçesine bağlı Kayalık köyünde göreve başladım. Okul yeni açılmış ve ikinci yılındaydı. İkinci sınıfta kırkbir öğrenci vardı. Bunlardan on biri kız otuzu erkekti. Kızlardan yalnız biri okula devam ediyor, diğerleri aileleri tarafından gönderilmiyordu. Birinci sınıfı başka öğretmen arkadaş okutuyordu.
İlk gün sınıfa girdim. Öğrencileri güler bir yüzle sınıfa aldım. Sıralarına oturdular. Ben konuşmaya başladım;
- Okula temiz geleceksiniz. Her sabah elinizi yüzünüzü yıkayacaksınız. Tırnaklarınızı keseceksiniz. Kızlar saçlarını tarayacak. Erkekler saçlarını güzelce kestirecek. Artık okullu olduk, dedim.
Sınıfta çıt yok hepsi yüzüme bakıyor ama olumlu yada olumsuz bir tepki veren, tebessüm eden yada somurtan yok. Kendi kendime içimden;
- Vay be ben ne müthiş bir öğretmenmişim de haberim yokmuş. Sınıftan çıt çıkmıyor. Demek ki sınıfa iyi hakim oldum dedim.
Biraz bekledikten sonra;
- Söylediklerimi anladınız mı? dedim
Yine sınıftan çıt yok. Bu işte bir terslik olduğunu anladım ve;
- Sınıfta türkçe bilen var mı? dedim.
Sınıfın en arka sırasında oturan bir erkek çocuk parmağını sıranın arkasından ancak görünecek kadar kaldırdı. Şaşırmıştım. Bu çocuklar bir yıl boyunca okula gelmişler ve sınıfta türkçe bilen ya da anlayan bir kişi.
Çocuğu ayağa kaldırdım ve sohbet etmek amacıyla bazı sorular sordum.
- Adın ne senin?
- Burhanettin, öğretmenim
- Sen türkçeyi nerede öğrendin Burhanettin?
- Elazığ'da amcalarım oturuyor, yazın onların evine gidiyorum ve bir süre kalıyorum. Orada öğrendim öğretmenim. Bir de benim bir amcam öğretmen. O; köye gelince bizimle konuşuyor öyle öğrendim.
- Peki Burhanettin benim söylediklerimi sınıfa zazaca tekrar et bakalım, dedim.
Daha önceki konuştuklarımı sınıfa tekrar etti. Çocukların yüz ifadeleri değişti. Sınıfta bir hayat belirtisi hissetmeye başladım. Benim o güleç yüzüm asılmaya başladı. İçimi bir karamsarlık kapladı. Ben zazaca bilmiyordum. Çocuklar türkçe. Nasıl eğitim yapacaktım? Bir de başımda kız öğrencilerin okula devamsızlığı gibi bir bela vardı.
İlk iş kızların okula gelmesini sağlamak amacıyla sınıfa devam eden kızı sınıf başkanı seçtirdim. Bu kız Burhanettin'in kız kardeşi Fatma'ydı. Bu uygulamaya ilk tepki Burhanettin'den geldi.
- Öğretmenim ben bunu kabul etmiyor. Hey vah ben nasıl bir kadinin emri altına girerim? dedi.
En yakın müttefikimi kaybetmek üzereydim. Dilim döndüğünce çocuğu ikna etmeye çalıştım. Onu da başkan yardımcısı seçtirdim. Ama itiraza devam ediyordu.
- Vala ben bir kadinin yardımcısı olmam, diyordu.
Zamanla durumu kabullendi. Ama kızlar yine okula gelmiyordu. Ben bir taraftan dil öğretimi için Burhanettin'den yardım alıyordum, diğer taraftan da okuma yazma çalışmaları yaptırıyordum.
Köydeki erkeklerin çoğu sarıklıydı.Az bir bölümü de külahlı. İçlerinden medreselerde dini eğitim alanlar vardı. Bunlardan birisi de Burhanettin'in babası melle Mustafa idi. Adam sohbet etmeyi bilen mülayim bir insandı.Ancak bir de Melle Hüseyin vardı. Uzun boylu, çam yarması gibi. Orta yaşlıydı. Sarık sarar, yolda yürürken boynunu ve başını hep sağ tarafa eğerdi. Bir gün melle Mustafa'ya sordum;
- Bu adam rahatsız mı? Niçin hep boynunu sağ tarafa eğerek dolaşıyor? dedim.
Melle Mustafa gülerek;
- Yok hoca efendi yok. Öyle dolaşıyor ki daha dindar olduğunu sansınlar, dedi.
Anlamıştım. Bu iki adamın toplum üzerinde büyük etkisi vardı. Kızların okula gelmesini sağlamak için bunların gücünden yararlanmalıydım.
Bir gün duydum ki melle Hüseyin'in gelini hastalanmış. Elazığ'a doktora götürmüş. Mellenin Elazığ'dan dönmesini dört gözle beklemeye başladım. Şimdi diyeceksiniz ki;
- Sana ne melenin dönüşü. Sen işine bak.
Ben bu dönüşü merak ediyordum, çünkü melle gelinini erkek doktora muayene ettirmezdi. Ertesi gün okulun önündeki çeşmenin başında sohbet ediyorduk. Yanımda diğer öğretmen arkadaş ile onun eşi de vardı. Okul köyün en üst tarafında olduğu için şehirden gelenler okulun yanından geçerek köyün içine giderlerdi. Akşam üzeriydi. Melle Hüseyin yukarıdan tepeden sallanarak inmeye başladı. Bir hayli geriden de gelini göründü. Melle yanımıza geldi. Selam verdi. Ben meraklı bir sesle;
- Geçmiş olsun melle Hüseyin, gelinin hastaymış, nasıl oldu? dedim.
Melle biraz yutkunarak;
- Valla eyidur hoca efendi eyidur. Bereket versin doktor Kadindi yoksa işimiz koti olurdu, dedi.
Tam lafın sırası gelmişti.ben bunu günlerce beklemiştim. Hemen;
- E melle Hüseyin sen hem hacısın hem de hocasın. Bu köylülerden daha iyi bilirsin. Kimse kızlarını okula göndermezse, bu kadın doktorlar, ebeler, hemşireler nasıl yetişecek? O zaman bütün hastaları erkek doktorlar muayene edecek, yada kabul etmeyenlerin hastaları ölecek, dedim.
Melle Hüseyin lafı anladı ve;
-Valla sen haklısın hoca efendi biz kızları okula göndermiyoruz hata ediyoruz, dedi.
Ertesi gün okula gelmeyen kızlardan dokuzu okula geldi. Yalnız muhtar göndermedi kızını. Muhtar da diğer öğretmen arkadaşla bozuşmuştu ona inat göndermiyordu.
Bir zafer kazanmıştım. kendimle gurur duyabilirdim artık. Genç bir öğretmen olarak köylünün nabzını tutmanın yolunu bulmuştum. Daha önce yasa ceza muhabbetleri yapmıştık hiç kimsenin umrunda olmamıştı.
Yerinde ve zamanında söylenen bir sözün ne kadar önemli olduğunu unutmayalım.
Ali Akdoğan